29 Mart 2010 Pazartesi

Dünyanın nizamı

Postmodern parçalanmışlık içinde dünyanın yeniden 'nizama' kavuşması ve dengelerin kurulması zorlanmalarla karşı karşıyadır. Süreklilik kazanan kaotik bir durum mevcuttur. Bu durum merkez ülkeler için stratejik bir yönetim biçimini alıyor. Yani yeni stratejiler krizi yönetmek üzerinde şekilleniyor.

20. yüzyılın sonlarındaki genel hava, özellikle yarı çevre (Semi Preferi) ve çevre (Preferi) ülkelerinde 'yönetişim'i geliştirmek idi. Bu konuda küresel bir uzlaşı mevcuttu. Bunun bazı mekanizmaları da yaratılmıştı. Ama bu ihtimalin zayıflamaya başladığına dair güçlü işaretler bulunmaktadır. En başta kamusal alanların ölçüsüz bir şekilde özelleştirilmesi ve yağmalanması toplumsallığı zayıflatma ve halkların tarihsel değerlerinin kırımında yeni ve hızlı gelişen bir evre başlatmıştır. Toplumun zayıf da olsa denetim, şeffaflık ve irade gücünün elinden alınmasına yol açmıştır. Halkları korumasız ve savunmasız hale getirmiştir.

Aşırı ve kapsayıcı özelleştirmeler yeni hanedanların ve belirsiz güçlerin önünü açmıştır. Sınırlı bir mali denetim dışında hiçbir toplumsal ve siyasal sorumluluk üstlenmeyen bu yeni sermaye yapılanmaları, toplumsal olanın kıyımı anlamına gelmektedir. Kendi çabaları ile üreten, toplumla karşıt bile olsa bir şekilde bağ kuran, sorumluluk da alabilen sermaye bile bu yeni gelişmeden rahatsızdır. TÜSİAD'ın son çıkışları ve cılız da olsa siyasal sorumluluk alma girişimi, zayıf da olsa tehlikeyi işaret etmektedir. Ayrıca bu küresel yeni güç, bu sistemi yaratanları da tehdit etmektedir. Sistemin çaresizliği de bu noktada başlamaktadır. Tanımlanamayan, kontrol edilemeyen ve hiçbir ölçü tanımayan, virüs gibi etkileyici bir gelişmedir. Artık sürekli ekonomik krizler, kitlesel işsizlikler ve doğanın gücünü aşan devasa bir tüketim sonucunda bireysel ilişkiler, toplumsal ilişkiler ve değerler yıkım noktasına gelmiş bulunmaktadır.

Bu yeni durum, şu anda toplumları farklı ölçeklerde etkilemektedir. Ama önümüzdeki süreçte bu fazla etkilenmemiş alanlar katbekat daha fazla etkilenecektir. Özellikle Çin, Brezilya ve Türkiye gibi alt emperyal güç olarak hazırlanan ülkelerde bu böyle olacaktır. Çünkü bu ülkeler daha 'özelleştirmelerin' başında bulunmakta ve kendilerine yetebilecek temel maddelere fazla ihtiyaç duymamaktalar. Bu alanda belli bir doygunluğa ulaşıldığında kriz dayanılmaz bir noktaya ulaşacaktır. Tabii ki bu durum o ülkelerin toplumsal bünyelerine göre farklı düzeylerde etkide bulunacaktır. Çünkü bu ülkeler aynı zamanda 'demokrasiye geçiş süreçlerini' yaşayan bir evreyi yaşamakta ve oluşturacakları toplumsal-hukuksal dinamikler oranında bir dayanma gücü kazanabileceklerdir. Tarihin bu en kapsamlı ve derin kaotik sürecinin yönetimi küresel güçlere teslim edilmeyecek kadar hayatidir. Çünkü sonucu gerçekten kıyamettir. Bu sürecin yönetimi, bazılarının dillendirdiği gibi Batı demokratik değerlerinin çevre ülkelere taşırılması ile geçiştirilebilecek gibi değildir. Hali hazırda Batı'da büyük bir durgunluk ve zihinsel üretimsizlik hakimdir. Ve artık ciddi bir mücadele isteği de göstermemektedir. Politik aktörlerde zekanın parıltısı bile bulunmamakta ve eski saray yozlaşmasını aşan bir yaşam içinde bulunmaktalar. Zaman zaman halkların vicdanı olan bazı aydınların sadece feryatlarını yükseltmekte ve politikacıları ancak dişlerini fırçalayacak kadar etkilemektedir.

Kıyımlar nizamı bozmaktır

Eskiden de halklar kıyıma uğrardı. Kültürler de. Ama yine de bir yaşam olanağı vardı. Ve bir yol vardı. Şimdi dünya küçüldü. Saklanacak bir çöl, bir dağ, bir orman bile kalmadı. Binlerce yıl ayakta kalmış bir dil, bir inanç, bir özgür yaşam formu kısa bir zamanda yok oluyor. Basında sık sık rastlıyoruz bu yok oluşlara; 'şu dili konuşan son kişi de öldü.'

Bazı ülkeler bunu görüyor. Ciddi projeler yapıyorlar. Örneğin İsveç'te, bir okulda beş veli dilekçe verdiğinde kendi dillerinde eğitim görebiliyorlar. İspanya'da kadim bir kelime, bir atasözü, bir bilmece, bir desen, bir motif, bir ezgi, bir tapınma biçimi bulmak umuduyla ciddi paralar harcanıyor. Bunlar bir halkın, bir ülkenin hazineleridir. Zenginliğidir. Hatıralarıdır. Geleceğidir. İnsanım diyebilecekleri gerçek şeylerdir. Ruhlarıdır. Ve biliyorlar ki dilleri, sanatları, kültürleri yok olursa gelecekleri olmaz. Ve bunu yaparken bir ulusu esas alıyorlar. Demokratik ulus çünkü budur. Hıristiyan müminler, aydınlar asırlarca 'ölümsüzlük kasesini' aradılar. Bunun için yüzlerce serüvene atıldılar, işkenceler çektiler. Bir sembol de olsa varlığı onları birleştirecekti. Yoksa gerçekte ölümsüz olmak için değil, ama birlik için aradılar. Kendilerini geleceğe taşımak için sade bir amaç ve umut içinde. Yoksa sadece yapılar, ritüeller toplumları ayakta tutamaz, sadece ordular insanları koruyamaz, ama bir amaç daha fazlasıdır, daha belirleyicidir. Hasankeyf, Allianoi için koparılan onca kıyamet bundandır. Tarihte yok olup giden yüzlerce halk gerçekte neyi kaybetmişti? Belki de en doğru cevap umudunu kaybetmiştir. Ama eski zamanlarda yıkımlar uzun süre alırdı. Ve çok nadiren müdahale yapılırdı. Tabii ki o zamanlar evren bakış açılarının merkezinde inanç olduğu için ve her büyük inanç amacından uzaklaştığı için çevresini kendisine benzeştirmeye çalışırdı. Kırımlar daha çok kadim inançlara yönelik olurdu. Örneğin 'Şemsiler'e yapılan kıyım model bir yaklaşımdır. Sabit iktidar formatıdır.

'Mardin Kapısı'nın dışında gördüğümüz bir putperestlik tapınağının Şemsiler'in ibadetgahı olduğunu anladık. Şemsiler evvelce her cumartesi günü orada toplanarak akşama kadar yer içer, karanlık basınca ışıklar yakarak bir müddet dua ederler, sonra da ışığı söndürerek putperestlik devirlerinde olduğu gibi hayvani bir surette birbirine sarılıp (...) cinsi münasebette bulunurlardı. Erzurum Çingeneler diyarı olduğu gibi, burası da Şemsiler'in merkezidir. Bu işlerden haberdar olan bir beylerbeyi, onları yanına çağırarak kendi ibadetgahlarına devamı menetmiş, bilahare de bunların namazları olmadığını, Ermeni, Yahudi ve Rum mezheplerinden hiçbirine merbut olmadıklarını ve yalnız Ermenice konuştuklarını anlayınca, tekrar yanına çağırarak hangi mezhepten olduklarını sormuş. Onlar Ermeni olduklarını söyleyince, beylerbeyi: 'Öyle ise ya Ermeni kilisesine veya camiye devam edin, aksi takdirde hepinizi kılıçtan geçiririm' diye tehditte bulunmuştur. Şemsiler yalvararak ve rüşvet vererek Ermeni kilisesine gideceklerine dair söz verdikten sonra salıverilmişler: fakat emre itaat etmeyenin malları musadere, kellesi de uçurulacağına dair şiddetli emir çıkarılmıştır. Böylelikle Şemsiler'in tapınağı boş kalmış, kendileri de İran'a, Süryani memleketine, Tokat'a, Merzifon'a ve daha başka yerlere dağılmışlardır. Burada kalanlar ise, korkularından, kendileri namına kiliseye gitmek üzere Ermenilere ücret vermeğe, bazıları da gayr-ı ihtiyari cumartesi günleri nöbetle bizzat kiliseye gitmeğe başlamışlar.' (Polonyalı Simeon'un Seyhahatnamesi, 1608-1619, AMİD, sf: 16) Tanıdık senaryo değil mi?

Modern zamanlarda ve günümüzde kıyımlar devam etmektedir. Bir bütün olarak doğa, diller, inançlar, kültürler, gelenekler, özgün ekonomiler, hayaller, duygular ve ne varsa! Bu son kıyım savaşında, bir tek 'insan' kalacak ayakta. Bir makine daha doğrusu, o her şeyi oburca tüketen ve bitiren! O kendi bindiği son dalı da kesen!

Lakin her zaman umut vardır. Alfons Doudet Fransa'nın ve Batı'nın en onurlu hikayecilerindendir. 'Değirmenimden Mektuplar'da ışıklı hikayeler anlatır. Kapitalist modernitenin halkları, dilleri, kültürleri yok etmelerine karşı mücadele verir. Doğru söyler ve doğru yaşar. Demokratik modernitenin özgün temsilcilerinden biridir. Avrupa'nın toplumsal ve ruhi şekillenmesinde rol oynamıştır. Kadim değerleri ve demokratik değerleri, tüm o motifleri içtenlikle işler. Paris'in ikiyüzlü, sahte, çürümüş yaşamından kaçar. Kendi memleketinde, Provence bölgesinde küçük bir köyde satın aldığı eski bir değirmende yaşar. Ve yazar. Bu yaşam tercihi önemli bir duruştur. Orada bir rüya görür: Rüyasında yıkılmış bir şato vardır. Taşları sağa sola savrulmuş, kırılmış, büyük bir enkaz! Yabani otlar bürümüş. Dikenler, çalılar. Ve sabah uyandığında yoğunlaşır. 'gödüğüm bu şato' der, 'Provence dilidir.' 'Ve yok olma ile karşı karşıyadır.' Alfons Doudet, Provence dili ile yazmaya başlar öykülerini. Yıkılan o şatoyu yeniden inşa eder.

Özgürlük, kefenleri yırtmaktır

Batı'da uzun yıllardır iyi bir roman iyi bir öykü, şiir yazılmadı. İyi bir müzik, bir resim ve film yapılmadı. Geçmiş yaratımlar parçalanıp, çarpıtılıp süslenip yeniden yeniden üretiliyor. Bu yağmalama üzerinde ustalık, eleştiri konusu veya takdir konusu yapılıyor. Sanat ve kültürlerin yağmalanması iyi bir fırsatı değerlendirme, iyi bir soygun hikayesidir. Tıpkı ustaca planlanmış bir banka soygunu, bir definenin çalınması gibi; hiçbir iz bırakmadan. Hayranlık duyulan artık bu ustaca soygunlardır. Asıl sanat ve sanatçı bu haydutluktaki başarı oluyor.

Gelişen ve büyüyen bu kadar büyük toplumsallığa, zihinsel yaratımlara rağmen politikada, sanatta ve kültürdeki bu gerileme nasıl açıklanabilir? Felsefenin ve sanatın öldüğü bir yerde özgürlük olabilir mi? Gerçekte bireyler ve toplumlar özgür mü? Çünkü yeni şeyler, yeni fikirler, yeni buluşlar özgürlük anlarıdır. Biçilmiş kefenleri yırtmak, duvarları yıkmak da özgürlük anlarıdır. Burada bir yaşam karmaşası yaşanmaktadır. Modern zamanların yaşamı oturttuğu eksenler o zaman yanlış tespit edilmiştir. Aksayan ciddi şeyler vardır. Bu yaşam iyi bir şiire yol açmıyorsa, iyi bir öyküye, burada ciddi bir sapmaya girilmiştir. Ya da 'her şey yalan' deyip içinden çıkabilir miyiz?

Modern zamanlar, uygarlıklardan da esinleyerek yaşamı güven, sadakat ve bağlılık üzerinde kurmaya çalıştı. Bu değerler kralları, tüccarları daha fazla ilgilendirmeli; bunlar belki de iktidar ilişkileri için önemli olabilir. Bunlar üzerine kurulan toplumsal ilişkiler ne kadar sağlıklı yürüyebilir? Evliliğin temeli de bunlardır: Ama özgürlük olmadıktan sonra bunların ne anlamı olabilir! Evlilik (bilinen haliyle) erkeğin iktidarı değilse nedir? O zaman özgürlük varsa diğer şeyler anlamsızlaşır. Zira özgürlük olmasa güven, sadakat ve bağlılık fazla yaşayamaz. Ölürler.

Hani gecenin karanlığında bazen ay ve yıldızlar olur göklerde. Sayılmayacak kadar çokturlar. Ama sabah güneş doğduğunda hiçbiri kalmaz gökte. Sadece güneş kalır. Özgürlük güneş gibidir. Diğer şeyler güneş yoksa anlam kazanır. Belki yolunu kaybedenlere yol da gösterirler. Kahinlere zamanı, geleceği yorumlama gücü de verirler. Böylesi zamanlarda güven, sadakat, bağlılık belki de önemlidir, ama aslolan değildir. Ve belki de hepsi bir tek şey içindir. Yüzyıl sadık kalan, öyle kusursuz, ama aslında bir tek büyük ihanet için kendini hazırlamaktadır. Örneğin Fransız büyük yazar Victor Hugo'nun 'Deniz İşçileri' bu temayı işler aslında. Modern zamanları iyi çözen o deha! O zaman aslolan sadece özgürlüktür; çünkü özgürlük varsa güven, sadakat ve bağlılığa da ihtiyaç yoktur.

Şimdi ise bu değerler bile kalmadı; sadece tüketim için kullanılan simgeler haline geldi. 'Güvenilir bir marka,' bir eşya, hatta bir yemek ve içecek gibi. O zaman sanatın ve kültürün ayakta kalması mümkün olabilir mi? Veya insana insanlığını anımsatan bir eser ortaya konulabilir mi? Mevcut sistemlerden bağlarını kesmedikçe bunu insan yapabilir mi?

Fethi SUVARİ
peyasuvari@hotmail.com

Hiç yorum yok: