29 Mart 2010 Pazartesi

Ateş ve özgürlük

Ateş ve özgürlük toplumsallığın, bütünlüğün başlangıcıdır. Bundan yüzbinlerce yıl önce büyük bir ateşin etrafında oturan ve güneşin doğmasını bekleyen paleolotik insanın hayallerinin kıvılcımları aya ve yıldızlara kazınmıştır. Bundan dolayıdır ki özgür insanların birer yıldızı vardır göklerde.

Ateş düşünceyi yaratmıştır. Ve ateş elimizden alındığından itibaren, duygularımızın, güdülerimizin bizi sağır, gözlerimizin bizi kör ettiği, uygarlık zamanlarından günümüze kadar arınma, uyum ve dengenin sembolü olan özgürlük ve ateşin taşıyıcıları ışıklı yaşamlar için direndiler. Bu bilge kadın ve erkekler, yeryüzünün tüm tapınaklarında insanların gerçek yaşam umudu oldular. Bütün kıyımlara rağmen tüm Ortadoğu, Orta Asya, Uzakdoğu ve Latin Amerika'ya kadar güneşte somutlaşan ateş ve özgürlüğün hayallerini günümüze kadar taşıyan halklar ve inançlar hâlâ ayaktalar ve bu yaşamı her şeye rağmen korumaya çalışıyorlar.

'Tunç bir bıçakla yerin ve göğün', kadın ve erkeğin birbirinden ayrıldığı zamanlardan bu yana, özgürlüğe doğru bir anlam kazandırma, bu kopuş bakış açısı ile yorumlanmıştır. Kadın özgürlük anlayışına göre, gezegeni yöneten, ataerkil ideolojilerin toplumsal sistemleri, hiçbir zaman barışçı ve eşitlikçi bir yaşama geri dönüşü mümkün kılmayacaktır.

Toplumsal doğanın ve kültürün oluşumunda her iki toplumsal cinsiyet de önemli bir rol aynamıştır. Ana kadın ve yaşlı bilge aktarılması ve izlenmesi gereken geleneksel örfün bilgisine sahip iken, gençler de toplumun canlılığında ve sürdürülmesinde etkin idiler. Bu toplumsal iş bölümü içinde, kadınlar bütünleştirici, ürünlerin işleyicisi, şifacı, sağaltıcı ve bağışlayıcı unsurlarla ilişkili iken, erkekler koruma, avcılık ve üretim ile ilgiliydiler.

Doğal toplum koşullarında eşitlikçi ve kültürel zihniyeti sürdürmekle birlikte, bu pratik her zaman tümüyle tutarlı olmayabilirdi. Halk olarak ayakta kalabilme, farklı durumlara uyarlanabilmelerinde, merkezi yetke arzularından ürktükleri için ve kadim bilgeliğin onlara ayrı ayrı sağladığı yeteneklerden ve siyasi olmayan kudretin kullanımından kaynaklanmaktadır. Toplumun bu gizemli sırlarının taşıyıcısı genellikle kadınlardı.

Halen ayakta kalmaya çalışan doğal toplum kalıntıları, geniş kırsal (köy ve göçebe) alanlarda, hane reislerinin yönetiminde, eşitlikçi, bazen ayrıştırıcı ve akraba temelli bir toplumdur. Kararlar, genellikle hane içerisinde kadınlar ve erkekler tarafından uzlaşı yoluyla, erkek akrabaların, kabile ve aşiret ittifaklarının oluşturduğu ağlar dahilinde alınmaktadır. Yerleşim ve göç kuralları, tassaruf ilkeleri erkekler tarafından temsil edilmekle birlikte, yine de erkek egemen bir toplum olmayabilir. Bu bilinen algıların ötesinde önemli bir dengedir.

Kadınlar ve erkekler ayrı, farklı, tamamlayıcı sayılmaktadır. Hane, geniş aile, sürüler ve ekili topraklar temel birim olan erkek ve kadının, küçük topluluğun ilişkilerinin doğal sahnesidir. Bu sahnede kadınlar siyasi olmayan bir kudrete sahiptir. Ve geleneksel olarak hane içinde çalışırlar. Kırsalda ve eski kadim toplumlarda bu en değerli konumdur. Gerçek ekonomi de budur. Lakin kentliler kadının bu konumunu küçümserler.

Zaten zamanın getirdiği olanaklar ve yeni toplumsal örgütlenmeler, bu küçümsemeyi haklı kılacak niteliktedir. Kent ortamında eşitlerin eşitliği daha anlamlı olmaktadır. Doğru olandır.

Kırsal alanda haneye ilişkin görevleri yerine getirmek, dili öğreterek çocuğu sosyal ve kültürel kuvvete kavuşturmak, dokuma, seramik, işleri yapmak büyük bilgi dağarcığı ve hüner gerektirir. Lakin aynı zamanda ana-kadının kutsal işleridir. Aşınmış da olsa en azından hâlâ değerlidir. Onu çirkinleştiren, çarpıtan ve kadına dışarıdan dayatılan baskıcı iktidar kültürü ve siyasetinin yıkıcı etkileridir. Tabii ki zaman toplumları değiştirir. Ve iktidar zihniyeti kırsal toplumu da kendine benzetir. Bozar. Bunlara rağmen kadınlar genellikle aynı kalır; tarımsal yeteneklerini korur, geliştirir, geleneklere ve toprağa bağlı yaşar. Ateşi diri tutar.

Geleneksel bilginin koruyucuları, zanaatkarlar, şifacılar, üreticiler olan kadın ve erkek kırsal yaşamda bir bütündür. Zaman içinde erkeğin rolü değiştikçe (ırgat, çoban, yani ücretli işçi) küçük topluluklar da değişir. Erkekler, o küçük toplumun aslında dışına savrulur, geleneksel bilgilerle ilişkileri kesilir. Ve bu görev artık kadınlara düşer. Tuareg, Berberi, Bedevi, Durzi, Türkmen, Yörük, Laz, Çerkez, Kürt, Belluci, Peştu, Afgan, Moğol, Kırgız, Tacik, Sui-Li ve Amerikan yerlilerine kadar sonsuz bir coğrafyaya uzanan bu yaşam sürmekte ve tekrarlanmaktadır. Lakin yer ile gök birbirinden, kadın ve erkek bütünlükten kopmakta ve ateşin etrafı boşalmakta ve özgürlük ancak uzak yıldızlarda parıldamaktadır.

Ayrılık, o beyaz sis karıştığın o bahar

Kış bitti, gül açmak için ama gülistan yanıyor.

ÖZGÜRLÜĞÜN GELENEKSEL BİLGİSİ

Özgürlük ruhunun uyandırılması birlik, gurur ve bilgelik ile mümkündür. Bu sonsuz kırsal alanlarda belki yaralı bir yüz, sakin ve onurlu bir ses ve kendi gücüne kayıtsız olmayı başarma özgürlük ruhunun işaretleridir. Ve bu ruhla ancak dünyadaki kötü ruhlu sisteme karşı durulabilir. Zihinlerini, sanatlarını, yeteneklerini toplum için kullanarak dengeyi yeniden kurabilirler. Bundan dolayıdır ki hâlâ var olan bu engin yaşam direnişleri özgürlüğün geleneksel bilgilerini de kendi içinde taşır. Zamanın harika gelişmeleriyle bu ruhun birleşmesi ekolojik toplumun, üçüncü doğanın inşasıdır. Ve evrenin dengesi de ancak bu şekilde kurulabilir.

Örneğin, şu anda kanayan bir kırsal alan Afgan ve Peştu sahası, geleneksel toplumun önemli merkezlerindendir. Afganlar ve Peştular savaşçı, merkezi otoritelere fazla sıcak bakmayan, ataerkil klanlar halinde, aşiretler şeklinde örgütlenmiş, yarı-göçer, çoban ve tarımcı idiler. İngilizler oraları işgal ettiğinde durumları bu idi.

'Afganistan'da 26 yaşındaki gencecik kral Emanullah 1919'da tahta geçti. Ve Atatürk'ün izinde gitmek istedi, ordusunu işgalci İngiliz birliklerinin üstüne sürdü. Ülkesinin bağımsızlığının tanınmasını sağladı. Kazandığı bu saygınlıktan güç alarak iddialı reformlara girişti, çok eşliliği ve peçeyi yasakladı. Erkek ve kız çocukları için modern okullar açtı, özgür basının ortaya çıkmasını destekledi. Bu deneyimden on yıl sonra 1929 yılında Emanullah kendisini dinsizlikle suçlayan gelenekçi liderlerin komplosuyla tahtan indirildi. (Amin Maalouf, Çivisi Çıkmış Dünya)

'Savaşçı Çobanlar', 'Savaşçı Tarımcılar' ve mollaların öğrencilerinden oluşan eril bir topluma dönüştü. Bu yapısal olarak klanlara, kabilelere ve aşiretlere dayalı kademelendirilmiş bir 'savaş ağalarına' ve 'ruhani krallığa' geçiş aşamasıdır. Afgan kentlerinde ise o on yıllık kısa süreçte belli bir tacir sınıf ve bürokrasi de palazlanmıştı. O zaman ki Sovyetler Birliği'nin de ilgi alanıydı. 'Eşitlik, özgürlük ve kardeşlik' sloganlarıyla Afganistan'a yöneldiler. Kırsalda ise 'at' motifini ekleyerek etkili olmaya çalıştılar. Bu ilgi 1979 yılı işgali ile toplumsal bir amaç gütmekten uzaklaştı.

Bu alanlara ilgi duyan bir başka güç ABD idi. O zamanlarda 'Yeşil Kuşak' projesi içinde bu toplumların özel bir yeri bulunmaktaydı. Toprak ve çobanlık temelli akraba gruplarını mollaların sadık öğrencileri 'Taliban' adı altında dinsel-siyasal bir örgüte dönüştürdüler.

Taliban (Şia örgütleri, Hizbullah, Hamas), hayatın her alanını otoriter anlamda düzenlemeyi esas alan ve dengeyi bozan silahlı otoritelerdir. İnsanların giyim kuşamına, diline ve inancına müdahale edicidirler. Uzlaşma ve güç paylaşımını kabul etmeyen, katı merkeziyetçidirler. Sorgulanamaz ve yorumlanamaz tabuları topluma dayattılar. Kurdukları karanlık yaşamın dışındaki tüm toplumu 'düşman' olarak görürler. Emanullah'ın tersine kadınların yüzünü açmasını yasaklarlar. Kısacası toplumların karanlık zamanlarından kalma hortlaklar gibidirler. Tıpkı kapitalist modernite gibi özgürlüğün geleneksel bilgisini yasaklar ve hafızaları silmeye çalışırlar. Bu anlamda kadına zalim bir kıyıcılıkla yaklaşırlar. Dünyayı zindan ederler.

'Meşruiyet en inançlı olana değil, mücadelesi halkınınkiyle aynı olana verilir.' Gerçek dini inançlar, iktidarı hedeflemeyen müminler toplumları için dünyayı cehenneme çevirmezler. Bu zalim kölecilik, kulluk, gurur ve bilgeliği yok ederek özgürlüğün ruhunu da lanetlemektedirler. Ne yazık ki hâlâ insanlar zalimler arasında tercih yapmaya zorlanmaktadır.

KEÇİ ÇOBANI

Dünyanın kırsal alanları da zaman zaman karanlığa gömülebilmektedir. Karanlığın en yoğun olduğu zamanlardır. Lakin şafağın hemen öncesidir. Verimli Hilal'de yaratılan aydınlanma özgürlük tercihidir. Ve bin yılları kurtaracak gururun ve ateşin ışığıyla doludur. Kutsal Newroz kutlamaları da buna işaret etmektedir.

Yüz binlerce yıl önce büyük ateşlerin etrafında ve zaman içinde, geceleri göklerdeki yıldızlar kadar çoğalan o insanların ruhuyla yeniden ateşler yakılır baharın başlangıcında. Çoğalır. Coşku, aşk, umut ve özgürlük, onur olarak büyür. Paylaşılır. Kardeşliğin ve gururun bayramına dönüşür. O doğanın hikmeti olan bahara.

Bu özgürlük ateşi binlerce yıl önce Kürt coğrafyasından Ortadoğu'ya, Orta Asya'ya yayıldı. Dogmatizmin, bağnazlığın dondurucu soğuğuyla söndü. Küllendi. Ve yeniden doğduğu yerde küllerinden doğdu. Alevlendi. Çoğaldı. Fedakarlıkla, sevgiyle harlandı ve geceleri, karanlık gökyüzünü doldurmaya başladı.

Bütün kadim toplumların çoşkusu ve morali olmaya başlayan Newroz'u kederli bir halka, Afgan halkıyla, tüm toplumlarla paylaşıyoruz. Çünkü bu kadim toplumların pınarlarından 'hikmet'ler akardı. Ve özgürlüğün, gururun değeri her şeyin üstünde tutulurdu.

Afgan dağlarında, 'cümle alemin babası Gardi Gêç' (Jossephe Kessel, Atlılar) bütün Ortadoğu'da yaşardı. Büyük ateşin etrafında oturduğunda ve ellerini ateşe tuttuğunda, saydam bir cam gibi diğer taraf görünürdü.' Ve ancak özgür insanlar, toplumları için iyi şeyler yapmış gururlu kadınlar ve erkeklere o ateşin etrafında bir yer verilirdi.

Doğrusu rüzgarlı Afgan ve serin Peştu dağlarının yamaçlarında, bu bilge insanların yanan ateşi, şafakta doğacak güneşe hala eşlik eder. Kederli olanlara ve çaresizlere sıcacık umutlar ilham eder. Zamana tuhaf gelen hayalleri de. O hayallerden birini, 'hikmet'i olan bir şiiri, bir Afgan hayalini sizlerle paylaşmak istiyorum.

Sürüyü güden keçi çobanı
Geceleri aya bakıp
Neden ağlar

Ay onun ağladığını görmemek için
Hilmend'in sularına batar

Keçi çobanı gündüzleri de
Dağın başına sarılmış
Buluta bakıp ağlar

Bulut onun ağladığını görmemek için
Kendi kendini siler gökte
Geceleri ayla konuşur keçi çobanı
Kandahar'a varacağım günün birinde
Pazarda anama şal alacağım
Babama bıçak alacağım
Kardeşlerime şeker alacağım
Ümmiye'ye sürme alacağım
Kendime de bir at alacağım
Terkisine atıp kaçırmak için Ümmiye'yi

Ay bütün bunları dinler
Sonra utancından kızarıp
Herat'a kaçar.

Afgan halk şiiri)

Fethi SUVARİ
peyasuvari@hotmail.com

Hiç yorum yok: