26 Şubat 2010 Cuma

Zaman Kürtlerden yana

Türk devletinin, sayıca bu kadar büyük ve coğrafi anlamda homojen bir topluluğu askeri kontrol ve propaganda yoluyla ilelebet elde tutmaya yetecek maddi güce ve basirete sahip olduğu şüphelidir. 


- Nüfus artış hızı bakımından Kürtler, Türklere karşı bariz bir üstünlüğe sahiptir. Türkiye’nin, “üniter ve milli devlet” retoriğine ve askeri üstünlüğe dayanarak Fırat’ın doğusunda egemenliği elde tutabilmesi hayaldir.
- Kürtler arasında 1980’ler ile kıyaslanmayacak boyutta bir ulusal irade ve kararlılık görülüyor. PKK hareketi, kamuoyu nezdindeki tüm sorunlarına rağmen, Kürt ulusal iradesini güçlendirmek yönünde etkili olmuştur.
- Türk siyasi hayatındaki esas çıkmazın Kürt sorunu değil “Türk sorunu” olduğunu anlamak gerekiyor. “Türk Sorunu” çözülmediği müddetçe, Kürt sorununun kanlı ve korkunç bir sona doğru ilerlemesi kaçınılmaz görünüyor.
Kendine özgü uslubu ve sıradışı yazı ve makaleleriyle dikkat çeken Ermeni yazar Sevan Nişanyan, Türkiye’de asıl sorunun Türk sorunu olduğunu vurgulayarak, zamanın Kürtler’den yana olduğunu ve Fırat’ın doğusunda ne eski tarzda, ne de askeri olarak egemenlik sürdürmenin mümkün olmadığını vurguladı. Sevan Nişanyan, Kürt meselesi ve iflas eden Türk politikası ile ilgili sorularımızı yanıtladı.

Kürtlerin konumu ve durumunu değerlendirdiğinizde sizce çözüm nasıl şekillenmelidir?
Dünyada halen başka bir ulusun siyasi egemenliği altında yaşamaya devam eden en büyük homojen ulusal topluluk Türkiye Kürtleridir sanırım. Sovyetler Birliği ve Yugoslavya, egemenlikleri altındaki ulusal topluluklara hükmedemeyerek dağıldılar. Çin’de Uygurlar ve Tibetliler kendi ülkelerinde küçük bir azınlık durumundalar; hiçbir coğrafi alanda homojen bir çoğunluğa sahip değiller. Başka bir ilginç örnek olan Etiyopya’da egemen Amhari ulusunun üstünlüğü 1991 devriminden sonra sona erdi, gevşek bir federal yapı benimsendi. Sudan devleti, Arap olmayan bölgeler üzerindeki hakimiyetini kaybetti. Nüfusu 10 milyonu aşan başka örnek düşünemiyorum.

Dünyadaki başarılı görünen çokuluslu devletlerde iki ayrı model göze çarpıyor. İsviçre ve Hindistan’da devlet, bir ulusal toplulukla özdeşleşmiş değildir. İsviçre’de dört, Hindistan’da ise 18 kadar etnik topluluk, ayrı ayrı egemenliğe sahip birimler olarak yaklaşık eşit haklarla bir araya gelmiş ve ortak bir devlet kurmuşlardır. Bu devletler, egemenlikleri altındaki ulusal topluluklardan herhangi biri ile özel bir bağı olmayan birer siyasi üst yapıdır. Çekoslovakya’da bu model yürümedi. Belçika’da da, ayrı iki topluma dayanan devlet modelinin çözülmeye yüz tuttuğu görülüyor.

Bu modelin Türkiye için geçerli olmadığı muhakkaktır.
Diğer model, İngiliz egemenliği altında geniş haklara, özgürlüklere ve yerel idari yapılara sahip olan ve güçlü bir ulusal kimliği koruyan İskoçya ve Galler Ülkesi modelidir. Buna benzer bir model İspanya’nın Katalan ve Bask ülkelerinde büyük mücadelelerden sonra kurulabildi. Kanada’daki yapı teorik olarak İsviçre’ye benzer bir federasyon ise de pratikte daha çok İngiltere ve İspanya modeline yakındır.

Türkiye’de eğer Kürt sorununa barışçı bir çözüm bulunabilecekse, İngitere ve İspanya modelinden farklı bir seçenek mevcut veya mümkün görünmüyor. Sorunun artık çözümü dayattığını, çözümsüzlüğün artık kaldırılamaz bir durum olduğuna katılıyor musunuz? Zaman Kürtlerden yana. Türkiye’de mevcut yapının daha fazla sürdürülemeyeceği apaçık ortadadır. Öngörü sahibi siyasi yorumcular bu gerçeği daha 1960 ve 70’lerde algılamışlardı. Türk devletinin, sayıca bu kadar büyük ve coğrafi anlamda homojen bir topluluğu askeri kontrol ve propaganda yoluyla ilelebet elde tutmaya yetecek maddi güce ve basirete sahip olduğu şüphelidir. Kaldı ki Sovyetler örneği, öyle bir güç ve basiret olsa bile, günümüz dünyasında bunun ulusal toplulukları yönetmeye yetmediğini kanıtladı.

Zaman Kürtlerden yana işlemiştir. Türkiye’nin Doğu bölgesinde Cumhuriyet’ten önce varolan sosyal ve etnik denge Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana Kürtler lehine radikal bir şekilde değişti. Türk yönetici, Ermeni köylü ve esnaf, Arap tüccar ve din adamı ile Kürt aşiretten oluşan eski çokuluslu yapı, Ermenilerin tasfiyesiyle dengesini kaybetti. Eskiden Diyarbakır, Van, Bitlis gibi kentlerde kent nüfusunun önemli bir unsurunu oluşturan Türk yönetici sınıfı 1925-60 yılları arasında bölgeyi terkederek yerel egemenliği Kürtlere bıraktı. Bölgede bugün devlet memurları ile aileleri dışında yerleşik Türk unsuru kalmamış gibidir.

1960-70’lerde Kürt gençliğinin lise ve üniversite eğitimine katılmasıyla birlikte eski sosyal hiyerarşi altüst oldu. Eğitilmiş kuşağın, kendi ülkesinde aşağılanan bir “ikinci sınıf” vatandaşlığa razı olmayacağı ve yönetim pozisyonlarını talep edeceği aşikardı. Nitekim 1970’lerdeki ilk Kürt milliyetçi hareketlerinin hemen tümüyle üniversite gençliği arasında ortaya çıkmış olması anlamlıdır.

1990’larda boşaltılan köylerden kentlere akan nüfus, bölgede Kürt kültürel egemenliğinin pekişmesine zemin hazırladı. Bölgede önemli bir nüfus oluşturan Zazalar (Siverek gibi birkaç örnek hariç) ya Kürtlüğe asimile edildi, ya da siyasi bakımdan Kürt hareketi içinde yer aldılar. Yakın tarihe kadar Arap çoğunluğun bulunduğu Mardin ve Urfa kentleri ile kısmen Siirt’te bugün Kürtler egemen unsurdur.

Ayrıca nüfus artış hızı bakımından Kürtler, Türklere karşı bariz bir üstünlüğe sahiptir. Bu koşullarda Türkiye’nin, “üniter ve milli devlet” retoriğine ve askeri üstünlüğe dayanarak Fırat’ın doğusunda egemenliği uzun süre elde tutabileceğini farzetmek hayaldir.

Sanırım bu durum görülünce, baskı ve şiddetle sorun çözüm değil de adeta ortadan kaldırılmaya çalışıldı?
Belirginleşen Kürt “tehlikesine” karşı Türk devleti, 1980 yılından bu yana sistemli bir askeri baskı ve yıldırma politikası izledi. Rasyonel görünmeyen bu politikanın ısrarla sürdürülmesi;

* ideolojik körlük, * basiretsizlik,
* belki süregiden çatışmanın doğurduğu birtakım kurumsal ve ekonomik çıkarlarla izah edilebilir.

Öte yandan baskı politikasının ters teptiği ve Kürt ulusal bilinçliliğini körüklemekten başka sonuç doğurmadığı ortadadır. Günümüzde Kürtler arasında 1980’ler ile kıyaslanmayacak boyutta bir ulusal irade ve kararlılık görülüyor. “Zulme uğrama” duygusu, yalnız Kürtlerde değil tüm insanlarda ve her çağda, eyleme geçme kararlılığının en önemli itici gücünü teşkil eder. Türk devletinin görünürdeki irrasyonel baskı politikasının yanısıra, Kürt hareketini bölmek veya birtakım marjinal örgütler yoluyla asli çizgisinden saptırmak veya kamuoyu nezdinde itibarını zedelemek yolunda birtakım çalışmaları da olmuş olabilir. Ancak böyle çalışmalar eğer varsa bunlar da ters tepmiştir. PKK hareketi, kamuoyu nezdindeki tüm sorunlarına rağmen, Kürt ulusal iradesini güçlendirmek yönünde etkili olmuştur.

Türk basın ve resmi ideolojisi sorunu sürekli dış güçlere bağlayarak, adeta çözümsüzlükteki rolünü de gizleyip, bir güvenlik sorunu olarak işledi... Sizce bu durum artık iflas etti mi?
Yabancı devletler Kürt mücadelesinin oluşumuna katkıda bulundular mı? Bunu bilemem. Ancak 29 yıldır süregelen propaganda çabasına rağmen Türk devletinin bu yönde inandırıcı bir delil ortaya koymamış olması, sanırım yeterince anlamlı bir olgudur. Her halükarda Batılı devletlerin, önemli bir NATO müttefiki olan Türkiye’yi bölmek ya da zayıflatmak veya istikrarsızlığa düşürmekte ne gibi bir çıkarı olabileceğini anlamaktan acizim. Belki Kürt hareketini teşvik etmekten ziyade, önüne geçilmesi imkansız görülen bir olguyu bir ölçüde denetim altında tutmaya yönelik müdahaleler olmuş olabilir. Öte yandan Rusya’nın olaylardaki muhtemel rolü üzerinde hiç durulmamış olması ilgi çekicidir. Acaba Rusya, Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik (ABD güdümlü) askeri potansiyelini baltalamak veya Türk hükümetlerinin Kafkasya’da giriştiği birtakım maceralara misilleme yapmak amacıyla Kürt hareketine destek sağlamış olabilir mi? Bu konuda da ele gelir bir bilgiye sahip değilim.

Her halde dış faktörlerin, eğer varsa, olaylarda marjinal bir rol oynadığı muhakkaktır. Kürt hareketinin sosyolojik nedenleri yeterince açık ve güçlüdür. Başka ülkeler hiçbir şey yapmasa da son 29 yılın olaylarının aşağı yukarı aynı şekilde gelişeceği öngörülebilirdi.

‘Türk sorunu çözülmeden Kürt sorunu çözülmez’ diye tespitlerinizi okudum... Bunu biraz açabilir miyiz?
Türk siyasi hayatındaki esas çıkmazın Kürt sorunu değil “Türk sorunu” olduğunu anlamak gerekiyor. Çözüme yönelik düşünmek için bence ilk ve en önemli adım budur. Türkiye Cumhuriyeti’ne kuruluşundan beri egemen olan ırkçı, hakaretemiz ve hayalperest bakış açısı, salim akılla kolayca çözülebilecek en basit sorunları bile çıkmaza sokmakta eşsiz bir rol oynamıştır. “Atalarımız” eğer Ortaasya’dan geldiyse, Türkiye’de yaşayan herkes eğer “Türk” olmak zorundaysa, “Türk” olmayan hiç kimsenin ve hiçbir şeyin (binlerce yıllık köy adları dahil) bu vatanda hakkı yoksa, en temel vatandaşlık hakları ulusal ideolojiye biat koşuluna bağlanmışsa, rasyonel bir çözüm doğal olarak yoktur, olamaz ve olmayacaktır. “Türk Sorunu” çözülmediği müddetçe, Kürt sorununun kanlı ve korkunç bir sona doğru ilerlemesi bana kaçınılmaz görünüyor. Türkiye’nin iç barışını ve toprak bütünlüğünü koruması, hatta belki komşu bazı ülke ve bölgeleri kapsayacak şekilde etkinlik alanını genişletmesi, bu ülkede yaşayan herkesin ortak çıkarıdır. Bu hedefe varmanın ilk adımı Kürt sorununu çözmek değildir. Bunun ilk adımı, Türk sorununu çözmektir. Türk yönetici sınıfı ve Türk kamuoyu, bu devletin „Türklere” veya onlar adına ahkam kesenlere değil bu ülkede yaşayan herkese ait olduğunu, herkesin insan ve vatandaş olmaktan ileri gelen doğal haklara sahip olduğunu, her vatandaşın etnik kökeninden, tercih ettiği yahut etmediği dinden ve savunduğu siyasi görüşten bağımsız olarak saygıya mazhar olduğunu kavradığı gün, Kürt sorunu dahil bu ülkeyi 80 küsur yıldan beri hasta eden pek çok sorun kendiliğinden çözülmüş olacaktır. O zaman oturup, Kürtler hangi yasal ve idari düzenlemelerle memnun olur, hangi haklar nasıl korunur, sağduyuyla tartışmak mümkün olur. Bask modeli mi, Kanada modeli mi, başka bir şey mi, konuşulabilir.

Nişanyan kimdir?Yazar Sevan Nişanyan, 1956 yılında İstanbul’da doğdu. Orta öğrenimini Işık lisesi ve Robert Kolej’in de tamamladı. 1974’te ABD’ye giderek Yale Üniversitesi ve Colombia Üniversitesi’nde tarih, felsefe ve Güney Amerika Siyasi Sistemleri üzerine eğitim gördü. Türkçenin etimolojisi üzerine ilk kapsamlı bilimsel çalışma olan Sözlerin Soyağacı: Çağdaş Türkçe’nin Etimolojik Sözlüğü adlı eserleri bulunan Nişanyan, Elif’in Öküzü, Sürprizler Kitabı’nın da yazarıdır. 2004’te İnsan Hakları Derneği tarafından verilen Ayşenur Zarakolu Özgür Düşünce Ödülü’ne layık görüldü. Kürt bölgelerine ilişkin resmi görüşün verilerini sorgulayan Ankara’nın Doğusu’ndaki Türkiye adlı gezi rehberi 2006’da yayımlandı. Nişanyan’ın Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş dönemine ilişkin eleştirel görüşlere yer veren Yanlış Cumhuriyet: Atatürk ve Kemalizm Üzerine 51 Soru adlı kitabı 2008’de basıldı. Sözlerin Soyağacı’nın geniş ölçüde gözden geçirilmiş ve genişletilmiş yeni versiyonu da aynı tarihte piyasaya sunuldu. Agos gazetesindeki köşe yazarlığına son verildikten sonra, 29 Ekim 2008’den beri Taraf gazetesinde „Kelimebaz“ adlı köşede yazmakta iken bu yazılarına 14 Aralık 2009’da son verdi.

ALİ ÖZŞERİK/ZÜRİH

Hiç yorum yok: