22 Şubat 2010 Pazartesi

Uygar Toplumu Doğru Yorumlamak - 2

Uygarlık toplumlarında din, bilim, felsefe, sanat ve ahlak gibi kurumsal etkinliklerin rolünü görünür kılmak da çok önemlidir. İddia odur ki, uygarlıkla din, bilim, felsefe,

e- Uygarlık toplumlarında din, bilim, felsefe, sanat ve ahlak gibi kurumsal etkinliklerin rolünü görünür kılmak da çok önemlidir. İddia odur ki, uygarlıkla din, bilim, felsefe, sanat ve ahlakın gelişmesi arasında yakın bağ vardır. Yoruma en açık bir yargı da bu alanlara ilişkindir. Sümer rahip devletinde ilk muhteşem çıkışını yaşayan bu alanların nasıl ve hangi amaçla inşa edildiklerini somut olarak gözlemlediğimiz kanısındayım. Bu alanların asıl rüşeym halini Dicle-Fırat havzasında kurumlaşan neolitik kültürden sağladıklarını da gözlemlemiştik.



Kutsallık kavramının temelinde insanın beslenmesinde kullanılan gıdalara olağanüstü değer biçilmesi yatar. Bol ve çeşitli gıdalara kavuştuklarında, insanlar bunu toplumsal kimlikleriyle eş tuttukları tanrısallığın lütfu olarak değerlendirip şükretmişlerdir. Bugün de anlamına tam erişemediğimiz yaşam büyücülükle ve büyüleyicilikle anlamlandırılmaya çalışılırken, en çok başvurulan kavram, bir nevi oluşturucu ilke olarak tanrısallıktır. Tanrısallığı Allah’la karıştırmamak gerekir. Semitik kültür ortamında inşa edilen Allah, farklı ve özel gelişme anlamına sahiptir. İnsan toplumunun tümü için oluşturuculuk ilkesinde ifadesini bulan tanrısallık yorumlanmaya çok açık bir kavramdır. Halen de bu özelliğini korumaktadır. İnsan gibi kavrama yeteneği sınırlı bir varlığın tüm evreni yorumlayabileceğini iddia etmek, insana fazla büyüklük atfetmek olur. Çok sınırlı bilgiler ve bilgi kapasitesiyle kavranamayan her şeyi tanrısallık kavramına yüklemek, bu anlamıyla iyi bir metafiziktir. Bunun hiçbir sakıncasının olmadığı kanısındayım. Bunun aksi insanı tek tanrı kabul etmek olur ki, bu denli kendini abartmanın evrenin anlamı olamayacağı kanısındayım.



Sümer rahipleri tanrı imalciliğini gelişkin bir metafizikten ziyade, inşa ettikleri toplumları için bir açıklama kolaylığı ve moral etken olarak değerlendirmişlerdir. Rahipler belki de ilk defa tanrı kavramına ceza ve günah anlamını yükleyerek, itaat duygusunu geliştirmede kullanmışlardır. Tanrı yavaş yavaş DEVLETLEŞTİRİLİYOR. Reform buradadır. Oturma mekânını ve figür çizimlerini devlet yöneticilerini (dolayısıyla toplum yönetimini) güçlendirmeye göre geliştirdikleri birçok rölyefte açıktır. Kral, tanrısı adına savaşa giderken, kendi öz çıkarlarını çok iyi maskelemektedir. Tüm çizim ve yazılı anlatımlarda yönetici hep tanrısının sevgili oğlu, düşmanları da kahredilecek şeytanlardır. Yavaş yavaş bir tanrılar grubu şekillenmektedir. Bu, yeni yönetimin çok açık bir yansımasıdır.



Sümer toplumunda olduğu kadar başka hiçbir toplumda tanrı ve yönetici özdeşliği açıkça yansıtılmamıştır. Kim kimin maskesidir sorusu artık pek de önemli değildir. Tanrı devletleştirildiği kadar, yönetici sınıfın da şahsında toplumun yüce yaratıcı, yönetici, gözetleyici gücü olarak anlam kazanmaya devam edecektir. Yöneticilik ne kadar özellik kazanırsa, tanrısı da ondan aşağı kalmayacaktır. Toplum ne kadar erdemle yönetilirse, yöneticinin tanrısallık bağı o denli kanıtlanmış sayılır. Toplumun yönetilen kesimi için tanrı-yönetici ayrımını kestirmek gittikçe zorlaşacaktır. Kötü metafizik bu gelişmelerle bağlantılıdır. Kurulan tanrısallık kötü metafizik olmaya başlıyor. Bu aşamadan sonra tüm uygar toplumlar, yönetimin meşrulaştırılmasında din ve tanrının sihirli gücünü keşfederek hep kullanacaklardır. Eski kutsal ve doğurgan oluşturucu tanrı her ne kadar ezilenlerin, güdülenlerin düşünce ve duygu köşelerinde yer tutmuş olarak kalsa da, devletleşen tanrı ve din açıktan sevgili yönetici kulları vasıtasıyla rol ifade edecektir.



Tanrıların sayılarıyla toplum biçimi arasında dikkate değer bir ilişki vardır. Çok tanrıcılık, kabile eşitliğinin hüküm sürdüğü çağların tanrı anlayışıdır. Sayılarının azalması ve büyüklük sıralamalarına tabi tutulması yönetici protokolüyle yakından bağlantılıdır. Giderek baş tanrıya yükseliş, yöneticiler arasındaki sivrilmeye sadık bir gelişmedir. Görünmez, figürü yapılmaz tek tanrılı din anlayışıyla devletin şahıslara bağlı olmaktan çıkması ve kurumlaşması arasında oldukça anlamlı ve çözülmesi araştırma gerektiren ilginç bağlar vardır. Bu anlamda teolojik bir çalışma çok değerli aydınlatmalara yol açabilir.



Yönetici güçlerde tanrının giderek az yer tutması bir yandan maskelerinin düşmesiyken, diğer yandan devletin ne anlama geldiğinin, kimin çıkarını ifade ettiğinin de açıklık kazanmasıdır. Dinin yeterince güçlü bir meşrulaştırma rolünü yitirmesidir. Bu gelişmelere karşın, uygar toplum en az zorbalık kadar dinin meşruiyet sağlayıcı etkisini kullanmıştır. Dinin devletleştirilmesi, özelleştirilmesi uygar toplumla, özellikle onun yönetimsel gelişmesiyle at başı gider. Bu durum dinlerde mezhepleşmeyi ve çatışmaları da izah eder. Çatışan uygarlıklar, çatışan din ve mezheplerdir. Öncelikle çatışmalar din ve mezhepler adına yapılır ki, tüm toplum çatışmalara katılsın. Büyük ve uzun uygarlık savaşları hep büyük dinlerin çatışması kılıfı altında yürütülmüştür. İslamiyet, Hıristiyanlık ve Musevilik adına savaşların Ortadoğu uygarlığında başat güç olmayla bağı zaten örtünmeye gerek duymayacak kadar açıktır. Açıklık resmi devlet ideolojileri olarak ilan edilmeleriyle en üst aşamaya varmıştır. Her zirveden sonra görüldüğü gibi, önemleri de bu aşamadan sonra düşmeye başlamıştır. Muhalif mezhepçilik hep uygar toplum dışında kalmış marjinal toplumların isyancı tutumunun bayrağı olmuştur. Sınıf çelişkilerini de kısmen yansıtırlar. Günümüze doğru kapitalist ulus-devlet inşasında mezhepleşerek milliyetçiliğin bir türüne dönüşmüşlerdir. Bu sefer kanlı savaşlara, bu kisve altında maske görevlerine tekrar bürünmüşlerdir.



Uygarlık tarihinde felsefenin yeri dine göre sınırlı olmakla birlikte önemlidir. Anlambilimin gelişmesi, dinsel açıklamanın yetersizliği felsefeye ihtiyacı ortaya çıkarmıştır. Din kadar eski bir tarihi olan bilgelik, felsefenin de başlangıcı sayılabilir. Düşünen insanı temsil eden bilge, teolojiden farklı bir anlam kaynağıdır. Görüşlerine tanrı sözcüleri kadar başvurulur. Bilgeler devletle, uygarlıkla pek barışık sayılmazlar. Resmi toplumun dışındaki topluma daha çok bağlıdırlar. Ahlak ve bilimin gelişmesinde rolleri belirgindir. Yazılı kaynaklara yansımasa da, neolitik toplumda ana-tanrıça kadınlar ve hiyerarşinin yozlaşmamış kesimi bilgeliğe yakındır. Sümer toplumunda bunun güçlü izlerine rastlamaktayız. Peygambersel çıkışlar bilgeliklerle doludur. Ortadoğu’nun bilgelik-felsefe geleneği araştırmayı gerektirir. Yunan kültürü öncesinde felsefenin varlığı tartışılamaz. Yunan filozoflarının şansı, coğrafi mekânlarıyla uygarlığın üst aşama şansını birlikte yaşamalarıdır. Nasıl ki Sümer rahipleri din ve tanrı inşasıyla yeni devlet ve toplum inşasını birlikte yürütmüşlerse, Yunan filozofları da daha üst aşamada yeni uygar toplumu yarı din, yarı felsefeyle iç içe inşa etmede ve sürdürmede rol oynamışlardır. Yapılan iş aynıdır: Kavram sanatını kullanmak. İlki din inşasıyla rol oynarken, diğeri felsefi kavramlarla aynı rolü oynuyor. Maskeli tanrılar yerlerini maskesiz tanrılar ve çıplak krallara bırakmaya başlayacaklardır. Bunda felsefeyle insan düşüncesinin kaydettiği gelişme arasında ilişki vardır.



Yunan ve Roma toplumunda sınırlı rol oynayan felsefi düşünce, Avrupa kapitalist toplumunda büyük bir devrim yaşayacaktır. Burada dinler kargaşasına benzer bir gelişmeyi felsefi kargaşada da yaşayacağız. Bu kargaşada uygarlığın yeni aşamasında ulusal ve sınıfsal çıkarların sistem gereği öne çıkarılmasının payı büyüktür. Din savaşlarıyla çelişkiler çözülmeyince, felsefeye daha çok iş düştü. 1618-1649 yılları arasındaki savaşlar son din savaşlarıdır. Aynı 17. yüzyıl felsefi devrimin yüzyılıdır. Yunan ve Roma toplumunda sorumlu rol oynayan felsefe, yeni uygarlık toplumunda başat ideoloji biçimidir. Büyük felsefi ekoller doğar. Bir yandan ‘Tanrının öldüğü’ ilan edilirken, diğer yandan örtük kralların başları uçurulur. Bizzat tanrılaşan ulus-devletle birer çıplak kraldan başka bir şey olmayan kapitalist devletler devri başlar.



Neolitik devrim sanatta da devrime yol açar. Basit mağara çizimlerinden sonra, dönem ana-tanrıçanın figürleriyle doludur. İlk sanat nesneleri bu figürlerdir. Heykelciliğin atası sayılır. Uygar toplumla birlikte tanrı ve yönetici figürleri iç içe çizilir. Artan sınıflaşma ve yönetim erki sanatın da din kadar devletleşmesine yol açar. Özellikle Mısır, Çin ve Hint sanatında tanrı, kral ve rahipler güç gösterisinde yarışırlar. Muazzam heykel ve kabartmalar bu güçlerin tanıtımı gibidir. Mimarlık aynı rotayı izler. Din ve yönetici evleri mimarlığın uygulama alanlarıdır. Dev boyutlu tapınaklar ve saraylar inşa edilir. Büyük mezarlar inşa edilir. Bunların hepsi uygar toplumda insan istismarının baskıyla birlikte hangi boyutlara tırmandığının korkunç göstergesidir. Yalnız bir piramit, bir tapınak için yüz binlerce insan harcanır. Güçlenen ticaretle birlikte, sanatta yansıyan önemli bir figür de tüccarlardır. Tüccarların krallar kadar güçlü olanlarını sanat eserlerinde izlemek mümkündür.



Yunan ve Roma uygarlık aşamasıyla birlikte şehir mimarisinde devrim yaşanır. Daha önceki iç ve dış kale çevresinden ibaret olan şehirler, bugün bile hayranlık uyandıran yapısal dönüşümler geçirir. Bunun altında yatan emek bedeli ise, toplumun büyük ölçülerde köleleştirilmesidir. Köle emeğinin büyük kısmı şehir mimarisinde tüketilir. Köleliğin göstergesi büyük mezarlar, tapınaklar, kaleler ve şehirlerdir. Bu göstergeler aynı zamanda uygar toplumun hangi kan ter içerisinde inşa edildiğinin de göstergesidir. Yunan ve Roma toplumu heykelcilikte de uygarlığın yeni bir aşamasıdır. Büyüklük ve güzellik heykelde sonsuzlaştırılmak istenir.



Rönesans’la dirilen Roma ve Yunan sanat ve kültürü, Avrupa uygarlığının esin gücüdür. Dinin hükmettiği feodal Avrupa, ancak özgür düşünceye kısmen açık bu Rönesans kültürüyle yeni bir zihinsel pencereye kavuşacaktır. Sanat yeni uygar sınıf olan burjuvaziyle ancak sayısal bir etkinlik kazanacaktır. Eski görkemini bir daha yakalayamayacaktır. Tüm kent mimarisi, müziği, resmi ve heykelciliğiyle sanat kapitalizmin hizmetinde hızla yozlaşacak, kutsallığını yitirecek ve sanat endüstrisi adı altında kimliksizleşerek tüketim metası halinde bir anlamda tükenişini ilan edecektir.



Edebiyat ve müziğin ana kaynağı da neolitik kurumlaşmaya dayandırılabilir. Otantik müzik bu dönemi seslendirir gibidir. Çoban kavalı, davul, zurna bu dönemin hüzün, coşku dolu havasını bugün bile yaşatır. Müziğin atası gibidirler. Sümer toplumunda biçim ve içerik daha da geliştirilir. Kralların sarayında ve tapınaklarda müzisyen ve çalgıcılar vazgeçilmez bir yere sahiptirler.



Sözlü destanlar ilk aşiret kimliğinin kutsallığını, özlemini büyük belagatle dile getirirler. Yazılı destanların ana kaynaklarıdır. Gılgameş Destanı tarihin ilk yazılı metnidir. Belki de edebiyatın ve hatta kutsal metinlerin ana kaynağıdır. Birçok Sümer edebi ve dini metni, Yunan edebiyatının ve teolojik anlatımlarının sadece esin kaynağı değildir. Yunan destanları, başta tüm mitolojik kurguları, Sümer destanlarının Anadolu üzerinde geçmiş ve dönüşmüş versiyonları durumundadır. Burada belli bir dönüşümü yaşayan edebiyat ve müzik kültürü, Avrupa burjuva toplumunda romanla son revizyondan geçirilip poplaştırılarak ve kültür endüstrisine dönüştürülerek, başlangıçtaki kutsallığını ve büyüleyiciliğini yitirerek, basit tüketim metası halinde diğer sanatlarda olduğu gibi tükenmeyle yüz yüze gelecektir.



Ahlaktaki ‘iyi’-‘kötü’ ayrımı uygar toplumdaki temel sosyal bölünmeyle bağlantılıdır. Çıkar grupları arasındaki mesafeyi bir yönüyle açıklar. Genelde ise, iyi ve kötü toplum ayrımını ifade eder. Özü toplumculuktur. Topluma bağlılık iyi ahlakı ifade ederken, toplumdan uzaklık, onun değerleriyle çelişme kötülüğü ifade eder. Toplumsal kuruluş başlangıçtan itibaren ahlaki karakterlidir. Yani düzenleniş kurallarına gönüllü ve kutsallık temelinde bağlanır. Toplumun ‘ilk anayasası’ ahlak kurallarıdır. Toplumun özünde ahlak vardır. Ahlaki temelini yitiren toplum dağılmaktan kurtulamaz. Toplumsal kurallar ise, özünde toplumun kimliğine, tanrısal varlığına ve diline bağlı olmak, diğer üyelerine sanki tek bir canmışçasına bağlılık ve gerektiğinde onlar için ölümü göze almaktır. Zaten toplumun dışına atılmak ölümle eştir.



Hukuk uygar toplumun önemli icatlarından biridir. Kesinlikle toplumsal bölünme, sınıflaşma ve devletleşmeyle birlikte gündeme girer. Temeli ahlaktır. Fakat tıpkı dini kutsallıkların devletleştirilmesi nasıl devlet dinine yol açmışsa, ahlakın devletleştirilmesi de hukuka yol açmıştır. Hukuk, ahlak kurallarının yeni devletli toplumun düzenleniş esaslarını ve yönetici sınıfın çıkarlarını, mal mülkünü ve güvenliğini ifade eder ki, bu da yeni toplumun ‘anayasası’ demektir.



Hukukun ilk örneğine Hammurabi yasalarından çok önce Sümer toplumuna ait yazılı metinlerde rastlamaktayız. Dolayısıyla hukukun doğuşu Roma ve Atina’da değil, Sümer şehir-site devletindedir. Atina ve Roma döneminde hukukun cumhuriyet ve demokrasiyle bağı vurgulanır. Daha resmi ve yazılı düzenlenişi söz konusudur. Cumhuriyet ve demokrasinin doğuşu ise, krallık ve despotik (kişilerin keyfi yönetimi) diktatörlüklere set çekmek amacıyla aristokrasinin (köleci toplum efendileri, seçkinleri) kolektif yönetim arayışını ifade eder. Her ne kadar Sümer toplumunda da izlerine rastlamaktaysak da, ilk yazılı ve resmi ifadesini Atina ve Roma toplumunda gerçekleşen uygarlık aşamasında bulur. Cumhuriyet ve demokrasinin doğuşu yönetimdeki zorlukları ve kargaşayı, kaos’u aşma ve düzenlemeyle bağlantılıdır. Avrupa burjuva damgalı uygarlıkta anayasacılık, cumhuriyetçilik ve demokrasicilik hukukta en çok tartışılan konuların başında gelecektir. En son icat ‘insan haklarına’ ilişkin olacaktır; toplumsal düzeyde genişleyen temsilin ve gelişen bireyselliğin damgalarını taşır.



Bilimsel gelişmeyi bu ana kategorilerin bir parçası olarak görmek gerekir. Bilincin bir biçimidir. Tek ayrıcalığı, deneyle herkes tarafından doğrulanan bilgi kısmını ifade etmesidir. Tüm bilgileri değil, özel anlamı (deneyle doğrulanma) olan bilgileri ihtiva etmektedir. Geniş anlamda deneysel olmayan bilgi yoktur. Deneye dayanan ve dayanmayan, pozitif ve metafizik, teorik ve pratik bilgi ayrımları uygar toplumda gelişir. Bu durum bilgi-iktidar ilişkisiyle bağlantılıdır. Tarih bilimsel bilgi anlamında üç büyük devrimi tanımaktadır. Neolitik kurumlaşma (M.Ö. 6000-4000 Tel Halaf dönemi) ve bununla bağlantılı olarak Sümer toplumunun katkıları birinci dönemi, Batı Anadolu ve Atina toplumu dönemi ikinci dönemi (M.Ö. 600-300), Batı Avrupa dönemi ise (M.S. 1600 ve sonrası) üçüncü dönemi oluşturur. Bilimsel bilginin uygarlık aşamalarıyla bağlantıları açıktır. Her tarihsel aşama kendi bilimsel devrimiyle gelişmektedir. Fakat bilimi din, felsefe, edebiyat, sanat ve hukukla yakın bağ içinde görmek gerekir. Bilimle felsefe arasındaki ayrımı fark etmek zordur. Aynı olayın teorik ve pratik yanları olarak da düşünülebilirler.



Bir bütün olarak uygar toplumla bu anlam kategorileri arasında kurulacak bağ, anlam-iktidar ikileminde ifade edilebilir. İnsan toplumunun pratiğinden ve ona yol açan zihniyetinden doğan bu büyük anlam kategorileri ve pratik ifadeleri, uygar toplumun devletleşmiş kesiminin gaspına ve çarpıtılmasına uğramaktadır. Bunları kendi toplumsal paradigma ve pratik güç kaynakları halinde düzenlemek, devletleşmiş kesimin el attığı ilk işlerinden olmaktadır. Her uygarlık aşaması yeni temel bir paradigma (dünyaya köklü bakış açısı, sistemi) temelinde düzenlenmektedir. Bu düzenlemeler kendileri açısından son derece pozitif (görünür olgular) iken, yönetilenler durumunda olanlar için muazzam karartma, perdeleme ve ZİNCİRLEME anlamına gelmektedir. Açık zorba yönetimlere nazaran yeni paradigmaların sağladığı meşruiyet yönetimler için hep esas olmuştur. Tüm ağırlıklarını, çıkarlarını tüm toplumun çıkarlarıymış, hatta kaderiymiş gibi sunmak yönetimlerin temel uğraşlarıdır. Bunda başarılı oldukları nispette uygar addedilen toplumlarının ömrünü uzatabilmektedirler. Temelde meşruiyetini (ikna ediciliğini) yitiren her uygarlık, bir zamanlar dev bir cihan uygarlığı da olsa yıkılmaktan kurtulamaz. Örneğin Roma uygarlığının asıl çöküş nedenleri içte Hıristiyanlık, dışta kavimler göçü tarafından darbelenip saygınlığını ve çekiciliğini yitirmesiyle bağlantılıdır. İnsan toplulukları yeni dini topluluklarla kavimsel topluluklar halinde birleştiğinde, müthiş Roma gücü meşruiyetini kaybeder ve dağılır.



Bir anlamda metafiziksel kategoriler diye de tanımlayabileceğimiz bu toplumsal kurumları kendi başlarına araştırmak anlam çarpıtmalarına yol açar. Şüphesiz materyalistlerce çok kaba ve sert eleştirilen metafizik gerçeklikler, kendi başlarına iyi ve kötü diye ayrımlanamazlar. İnsan zihniyeti ve toplumu metafiziksiz edemeyeceğine göre, birbirleriyle ve toplumla son derece bağlantılı iyi ve kötü metafizikler biçiminde yöntemsel değerlendirmeler daha anlamlıdır.

Büyük uygarlıklar genellikle din uygarlıklarıdır. Ne zamanki din meşruiyet sağlama niteliğini (bu felsefe, bilim veya yeni bir dinle olur) yitirirse, çoğunlukla bu uygarlıkların sonu da gelir. Tüm bu gerçekler büyük anlam kategorilerinin (din, felsefe, sanat, hukuk, bilim, ahlak) uygar (sınıflı, kentli ve devletli) toplum açısından hayati önemini gösterir. Yapısal Sosyoloji uygar toplumda bu kategorileri aydınlatma görevindeyken, Özgürlük Sosyolojisi bu kategorilerin eleştirisi temelinde özgür ve demokratik toplumsal yaşamla nasıl bütünleştirileceğini yorumlar. Bu konu ilgili bölümde kapsamlı değerlendirilecektir.



f- Uygar toplumda ekonomik yorumlar tarihi hem çok karmaşık kılmaya, hem de çarpıtmaya en elverişli konulardandır. Ekonominin teorik ve pratik araştırma konusu olması kapitalist uygarlığın marifetlerindendir. Toplumsal gerçekliğin ‘materyalini’ incelemektedir. Kendini maddi uygarlık (Fernand Braudel’in doğru, haklı yorumu) olarak tarihleştiren kapitalist uygarlık sistemine ekonomik sistem de diyebiliriz. Daha önceki tüm uygarlık sistemlerine ‘metafizik sistemler’ demek pek sakınca ifade etmediği gibi, kapitalizme ‘materyalist sistem’ demek de aydınlatıcı olabilir.



Gerek neolitik toplum (ilk insan türü toplulukları dahil), gerekse tüm uygar toplumlar (kapitalizm öncesi) sıkı sıkıya kutsallığa, anlam’a, büyüleyiciliğe, bir bütün olarak metafiziğe büyük değer biçerken, yaşamı başka türlü yorumlamazken, kapitalist uygarlığın kendisini adeta ‘maskesiz tanrı ve çıplak krallar’ rejimi biçiminde sunması çok dikkate değer bir gelişmedir. Anlam derinliği, kapsamlılığı gelişkin yorumlar gerektirir. Çarpıtma, yanıltma ve içinde eritme (asimilasyon) gücü en yüksek toplumdur.



Şahsi kanıma göre, ‘ekonomi’ adı altında örgütlediği faaliyetlerin içindeki gasp ve hırsızlık boyutunun en fazla olduğu toplum biçimi olması kapitalizmin esas özünü oluşturur. Ekonomi kelimesinin Yunanca anlamı ‘aile yasası’ demektir. Ailenin maddi geçim kurallarını, çevresini, malzeme ve diğer materyallerini ifade etmektedir. Uygar toplumda kavramı daha da genelleştirirsek, küçük toplulukların ‘geçim kuralları’ olarak ifade edilmesi mümkündür. En az devletleştirilmiş, özelleştirilmiş toplumsal gerçekliktir. Toplum kolektivizminin en temel dokusudur. Özelleştirilmesi, devletleştirilmesi düşünülemez bile. Ekonomiyi özelleştirmek, devletleştirmek, temel toplumsal dokuyu tahrip etmek demektir. Toplumu en hayati yaşam kurallarından yoksun bırakmaktır. Hiçbir toplum kapitalizm kadar bu nedenle özelleştirme ve devletleştirmeyi toplumun baş özelliği haline getirmeye ne cesaret etmiş, ne de düşünmüştür. Şüphesiz uygarlık toplumunda tüm toplumsal alanlar devletleştirildiği gibi, en temel dokusu olan ekonomisi de hem özel mülkiyetin hem devlet mülkiyetinin konusu olabilmiştir. Ama hiçbir toplum kapitalizm kadar resmen ve açıkça özel ve devlet mülkiyetini sistem olarak ilan etmemiştir.



Şu husus çok önemlidir: Ekonominin özelleştirilmesi ve devletleştirilmesi erkenden gasp ve hırsızlık olarak yorumlanmıştır. Karl Marks bu hususu daha ‘bilimsel’ bir ifadeyle ortaya koyup, emek-değerdeki artık-değerin hırsızlandığını (kâr olarak) söyler. Konu daha derinlikli bir yorumu gerektirir. Ekonominin özel ve devlet mülkiyetine konu olması, bana göre artık-değerin, daha önceleri artık-ürünün dışında bir gasp ve hırsızlık olarak değerlendirilebilir. Toplumun temel dokusu olarak ekonominin, özel ve devletsel dahil, tüm mülkiyetleşme biçimleri ahlaksızcadır. Gasp ve hırsızlık konusuna girer. Nasıl ki bir insanın kalbini veya başka bir organını özelleştirmek ve devletleştirmek anlamsızsa veya çok sakıncalıysa, ekonomi için de aynı şey geçerlidir. Kapitalizm bölümünde bu konuyu daha derinliğine işlemeyi umuyorum.



Uygar toplumda metalaşmanın çok önemli bir olgu olarak geliştiğini gözlemliyoruz. Yani metalaşmayla uygar toplum (özel mülkiyetli, sınıflı, kentli ve devletli) arasında çok sıkı bir ilişki vardır. Meta ve metalaşma toplumun, uygarlaşmanın baş kategorilerindendir. O halde metayı tanımlamak çok önemlidir. Basitçe insan ihtiyacını gideren bir nesnenin kullanımı dışında (bir fayda, bir ihtiyacı direkt gidermesi dışında) değişim (alışveriş, ticari değer) değeri kazanması halinde metalaştığından bahsedebiliriz. Toplum çok uzun süre değişim değerine yabancıdır. Bunu düşünmez bile; ayıp sayar. Değerli bir nesneyi değerli bulduğu topluluk veya bireylere armağan eder. Armağanın yerine ‘değişimin’ geçmesi, tam bir uygarlık icadı veya hilesidir. Uygarlık öncesi veya dışındaki toplum için değişim ayıptır ve çok zorunlu olmadıkça kaçınılması gerekir. Toplum derin tecrübesiyle biliyor ki, bir kullanım nesnesi en temel dokusu olarak ekonomik kurum dışına taşar ve değişim konusu olursa, başına her tür belayı getirebilir. Dolayısıyla değişime karşı çok hassastır.



Metanın değişim değeri haline gelmesiyle ticaret ve tüccar çok önemli bir uygarlık kategorisi haline gelmiştir. Kısaca belirteyim ki, ben metayı Karl Marks gibi yorumlamıyorum. Yani metanın değişim değerinin işçi emeğiyle ölçülebileceği iddiasını, önemli sakıncalar doğuran bir kavramlaşma sürecinin başlangıcı olarak değerlendiriyorum. Günümüzde nerdeyse metalaşmadık bir değeri kalmayan toplumun çözülüşünü göz önünde bulundurursak, ne demek istediğimi daha iyi açıklamış olurum. Toplumun metalaşmasını zihnen kabul etmek demek, insan olmaktan vazgeçmek demektir. Bu, barbarlıktan daha ötesi demektir. Bir benzetme yapacak olursak, mezbahada parça parça edilmiş hayvanın satılığa sunulmasının tüm insan toplumuna taşırılması demektir. Toplumsal kötülüğün temelinde faiz, faizin temelinde ticaret, ticaretin temelinde meta vardır. Ekolojinin yıkımıyla da ticaretin yakın bağı vardır. Toplumsal doku olmaktan çıkan ekonomi, doğadan köklü kopuşun da başlangıcıdır. Çünkü madde değerleriyle canlı değerlerin birliği köklü bir ayrıma tabi tutuluyor. Bir nevi kötü metafiziğin tohumu atılıyor. Madde ruhsuz, ruh maddesiz kılınarak düşünce tarihinin zihni en çok bulandıran ikilemine yol açılıyor. Maddecilik ve maneviyatçılık biçimindeki sahte ayrım ve tartışmalar, tüm uygarlık tarihi boyunca ekolojik ve özgür yaşamı ortadan kaldırıyor. Ölü madde ve evren anlayışıyla ne olduğu belirsiz bir ruhçuluk, adeta insan zihnini işgal ve istila edip sömürgeleştiriyor.



Bir noktada daha kuşkumu belirtmek istiyorum. Toplumsal değerlerin (bu arada metalar da dahil) ölçülebileceğinden kuşkuluyum. Yalnız canlı emeğin değil, sayılması olanaksız emeklerin ürünü olan bir maddeyi bir kişinin emeğinin değeri saymanın kendisi, yanlışlık ve değer gaspı ve hırsızlığının önünü açan bir yaklaşımdır. Nedeni açıktır. Sayılamayacak emeklerin karşılığı nasıl ölçülecek? Dahası, değeri hiç ölçüme girmeyen emekçiyi doğuran, büyüten ananın, ailenin emeği nasıl ölçülecek? Değer denen nesnenin içinde gerçekleştiği tüm toplumun hakkı nasıl ölçülecek? Tartışmayı uzatabiliriz. Dolayısıyla değişim-değeri, artık-değer, emek-değer, faiz, kâr, rant gibi kavramlar hırsızlıkla (resmi ve devlet gücü yoluyla) ortaktır. Değişim için başka ölçüler bulmak veya armağan tarzının yeni biçimlerini geliştirmek anlamlı olabilir. Daha sonra modernite ve özgür yaşam bölümünde bu hususları açmak isterim.



Yunan kültüründe bile ticaret en hor görülen meslekti. Yunanlılar ticaretin hırsızlıkla bağının farkındaydılar. Roma toplumunda da tüccarın pek onurlu bir yeri yoktu. Meta ise çok sınırlı nesnelerde geçerliydi. Toplumdaki metalaşma düzeyinin sürekli dar tutulmasına özen gösterilirdi. Neolitik toplum ahlakından bahsediyorum. Kapitalizmin hâkim sistem olmadan önce bazı odaklarda ortam bulsa da, serpilip gelişmesine uygar toplumlar bile izin vermezlerdi. Hep marjinal düzeyde tutarlardı. 16. yüzyılda bugünün Hollanda ve İngiltere’sinde ortam bulması çok özgül koşullar nedeniyledir. Belki de Hollanda ve İngiltere olmak için kapitalist sistem gerekliydi. Öyle de oldu. Dört yüz yıl içinde tüm dünya sistem yayılmasına uğradı. Uygarlığın bu dönemini modernite olarak ayrı bölüm halinde yorumlayacağız.



Uygarlık hakkında bu çok kaba ve kısa tanımlama kabilinden giriş, tarih ve sosyolojik bilgimizi sağlam bir temele oturtmak içindir. En değme filozof ve tarihçilerin bir ömür boyu içinden çıkamadıkları konuları bir çırpıda anlaşılır kılmak olağanüstü yetenek işidir. Bu iddiada değiliz. Ama özgür yaşama saygımızın gereği olarak, tarihsel-sosyolojik bir anlambilim ve yorum gücümüzün olması, kendine ciddi toplumsal ödevler biçen herkes için öncelikli koşul olmalıdır.



Yüz elli yıllık ‘reel sosyalizmin’ trajedileriyle, onlarca ulusal kurtuluş devrimi ve soysal-demokrat reçetelerin küresel finans sermayesinin buzdan hesapları içinde erimeleri; genelde uygarlık, özelde kapitalist uygarlık hakkında yetkin yorum gücümüzün, özgür yaşam konusundaki özgürlük sosyolojisiyle bütünleşmesi gerekir ki, büyük özgürlük davaları için aldanmayalım ve aldatmayalım.

Hiç yorum yok: