23 Şubat 2010 Salı

Türkiye’de Demokratikleşme Sorunu Hakkında Kısa Notlar… -2-

M. Can YÜCE  / Ermeni Soykırımı, resmi ideolojinin, başka bir ifadeyle TC’nin kuruluş felsefesi, hikâyesi ve kurumlaşması ile doğrudan ilişkilidir. Bu sorunla gerçek anlamda hesaplaşmadan demokratikleşme konusunda söylenecek her söz ve takınılacak her tutum koca bir yalandan öte bir anlam ifade etmez, etmiyor.


İki: TC’nin kuruluş felsefesi ile kuruluş hikâyesini daha derinlemesine ve doğru kavramak için “Milli Savaş” sürecini, bunun doğrudan Osmanlı Devleti ve politikalarıyla, kadrolarıyla doğrudan ilişkisine bakmak, bu konuda sonradan türetilen hurafeleri, yani resmi tarih yalanlarını bütün bilimselliği ile ortaya koymak, en azından bu konuda tutarlı bir resmi tarihle hesaplaşma sürecini başlatmak kaçınılmaz olmaktadır. Bu yapılmadan resmi çizgi ve bundaki ısrarı, bunun kurumsal ve egemenlik mekanizmalarını kavramak mümkün olmamaktadır. Milli Savaş olarak tanımlanan sürecin Osmanlı’nın 1. Emperyalist Paylaşım Savaşındaki yeri ve bu konudaki resmi politikası arasındaki doğrudan ilişki kavranmadan, bu sürecin devlete dayanan, devlet kurumları ve kadrosu eliyle yürütülen bir savaş olduğu kavranmadan, diğer ulusal hareketlerden özde farklı boyutları da kavranamaz. Dolaysıyla TC’nin kuruluş felsefesi ve hikâyesi de tarihsel derinliğiyle kavranamaz. Bu kavrayış eksikliği, kaçınılmaz olarak, en yumuşak yorumla, demokratikleşme istek ve duruşunda ciddi bir eksiklik ve samimiyetsizlik anlamına gelir. İttihat Terakki’nin ulus devlet programı, 1. Savaşta yer alışın bu programla bağlantıları, Ermeni Kırımı, Savaştaki yenilgi, Mondros Mütarekesi ile Misak-ı Milli arasındaki ilişki, Milli Savaş Sürecinde Yunan ve Ermeni düşmanlığının bu programla ve daha sonra kurulan TC ile özsel bağlantıları gibi temel tartışma noktaları resmi tarih ve resmi çizgiyle, yine askeri-bürokratik, özel savaş aygıtıyla hesaplaşmanın temel koşullarından biridir. 

Üç: Cumhuriyetin kuruluşu ve resmi çizginin kurumlaşması, yani inkârcı ve imhacı çizginin kurumlaşması, Tek Şef, Tek Parti diktatörlüğünün kurumlaşması ile Kürt direnişlerinin bastırılması, Kürdistan’ın yeniden ve ulusal inkâr ve imha programı ile sömürgeleştirilmesi arasındaki doğrudan, şaşmaz ve özsel ilişkinin kavranması ve bu kavrayışın Türkiye’nin demokratikleşme programındaki şaşmaz yerinin ortaya konulması, en sıradan demokrat olmanın, demokratlıkta samimi ve tutarlı olmanın olmazsa olmaz koşulu olmaktadır. Kısaca ortaya konulan bu bağlantılar kavranmadan demokrasi ve demokratikleşme konusunda samimi olmak mümkün değildir. 

1925 Şeyh Sait Direnişinin bastırılması için çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu, TC’nin tarihinde çok kritik, daha doğrusu çok belirleyici bir noktaya işaret etmektedir.  Bu Kanunla, sadece Kürdistan’da değil, Türkiye’de de tek bir farklı sesin çıkması ve herhangi bir yaprağın kıpırdanması nihai olarak yok edilmek ve susturulmak istenmiştir ve bu, “Ulusal bir program, değişmez bir hedef olarak konulmuştur. Bu, Cumhuriyetin özüdür! Sükûnetin egemenliği ile anlatılmak istenen budur. Burada Tek Şef, Tek Parti diktası ile Tek ulus yaratma hedefi iç içe geçmekte, bunlar ayrılmaz, birbiriyle dinamik bir etkileşim içinde olan “bölünmez” bir bütünlüğü anlatmaktadır. Kürt direnişlerinin bastırılması gerekçesi Türkiye halkı, işçileri ve emekçilerini ezmede de bir silah, bir gerekçe olarak kullanılmıştır. (Bugün de öyle: Tekel işçilerinin direnişini bastırmak için “Terör” bahanesinin uydurulması hiçbir biçimde rastlantı değildir; bu tarihsel çizgiye ve güncel gerekçeye dayanmaktadır.) Takrir-i Sükûn Kanunu bunun ilk ve en kapsamlı ve etkileri günümüze kadar süren uygulamasıdır. Dün “Şakileri Tedip ve Tenkil” için geliştirilen kurumsal, askeri ve idari tedbirler ile bugün “Terörle Mücadele” bahanesiyle geliştirilen kurumsal, askeri, politik ve idari “tedbirlerin” özünde aynı olması ve sürekli aynı gerekçelere dayandırılması bir rastlantı mı, yoksa bir saplantı mı? 

TC’nin askeri despotik bir cumhuriyet olarak kurumlaşması ve her tıkanma ve kriz noktasında bu gerekçelerin kullanılması bir rastlantı mı? Askeri despotik cumhuriyet ile Kürdistan’ın sömürge yapısı arasındaki doğrudan ve şaşmaz ilişki kavranmadan demokratikleşme konusunda söylenecek her söz koca bir demagojiden başka bir anlam ifade etmez… 

Burada “Başka bir ulusu ezen bir ulus, özgür olamaz” özdeyişi ile çok çarpıcı bir tarzda yüzleşmiş oluyoruz. Sadece dün değil, bugün de işçilerin, emekçilerin en sıradan hak istemleri ve mücadelelerinin bastırılmasında Kürdistan Direniş hareketlerinin, Şaki veya Terör olarak damgalanarak bahane gösterilmesi bir rastlantı mı? Yoksa devletin “duyarlılıklarına” ve onun üzerinden toplumun derin “hafızasına” yapılan şiddetli bir göndermeli müdahale mi? Yine bu “gönderme”, askeri-despotik, faşist, her açıdan tekçi, mutlak merkeziyetçi, özel savaşçı iktidarı ve her uygulamasını meşrulaştırma kaygısı değilse nedir?

Askeri-despotik, mutlak tekçi ve merkeziyetçi cumhuriyetin bu yapısının en temel nedeni Kürtlerin varlığı ve direnişleri, direniş potansiyeli gösterilmektedir. Peki, en genel anlamda dikta ile Kürdistan gerçekliği arasındaki bu ilişki kavranmadan ve buna net, açık ve dolaysız bağa tavır almadan, demokrat olmanın ve demokratikleşme sözünde samimi olmanın bir olanağı var mı?

Kısacası, devletin askeri-despotik yapısı ile Kürt sorunu arasındaki bu doğrudan bağı kavramak, buna açık ve net tavır almak demokrat olmanın olmazsa koşuludur! Bu yaklaşım ve tavır alış, hiç kuşkusuz sadece ilkesel bir zorunluluk değil, daha önemlisi pratik bir ihtiyaç ve kaçınılmazlık olmaktadır.
Cumhuriyetin askeri ve despotik bir yapı olarak örgütlenme süreci, aynı zamanda her türlü muhalefet ve farklı seçeneğin bastırılması tarihi ve bunu meşrulaştırma sürecidir de…
Devam edecek…

Hiç yorum yok: