22 Şubat 2010 Pazartesi

Toplumsal Düzeni Sağlamada Kadının Rolü -2

Analitik düşünce, simgesel dile geçişle birlikte insan zihnine yerleşmeye başlayan kelimelerle gelişim kazanmıştır. Kelimeleri zihne yerleştirmek, nesneler ve olaylar olmadan da



Analitik düşünce, simgesel dile geçişle birlikte insan zihnine yerleşmeye başlayan kelimelerle gelişim kazanmıştır. Kelimeleri zihne yerleştirmek, nesneler ve olaylar olmadan da haklarında düşünmeyi mümkün kılar. Böylece insan bu zekâ sayesinde kurgulama ve teorik-soyut düşünme yeteneği edinir. Beynin sol ön lobunda gelişen zekâ türünün, en az insana faydası kadar hayli çok tehlikeli zararları vardır. Çünkü bu zekânın temel özelliği, duygulardan kopuk çalışmasıdır. Yani ahlaki ilkeyi oluşturan duygusal zekâ özelliklerinden yoksundur.
Analitik düşünce, yaşamı bütünlüklü olarak tanıma ve öğrenme yerine daha çok yaşamda karşılaşacağı sorunları tanıma ve öğrenmeye çabalar. Kişi çözmek durumunda olduğu bu sorunlardan, ancak analiz yoluyla (parçalara ve ayrıntılara boğarak, tüme varım yöntemiyle) kurtulabilir. Yani doğayı bir bütün olarak algılayan duygusal zekaya karşın, son derece parçalayıcıdır. Analitik düşünce, burada kendisini her şeyin öznesi yaparak, yaşam dahil kendisi dışındaki her şeyi parçalamayı ve nesnel görmeyi kendisine hak görür. Oysa Kuantum bilimi, atom altı parçacıklarla, hakikatin bir bütün olduğunu ve evrendeki her şeyin bu bütünlük içerisinde öznel bir gerçekliği olduğunu kanıtlamıştır. Bu bakımdan doğanın, yaşamın ve toplumun biricik zekâsı olarak duygusal zekâ karşısında, analitik zekâ, tam bir körlük ve yıkım zekâsıdır.
“Analitik zekânın en önemli avantajı, kendini fazla yormadan, gerektiğinde tüm evren hakkında düşünmesidir. Sınırsız hayal kurma yeteneği vardır. Müthiş bir imgeler dünyası oluşturur. Plan, tuzak, komplo kurma yeteneği çok gelişkindir. Doğayı taklit ederek her tür icadı geliştirebilir. Ancak bu planlı tuzak ve her çeşit komployla istediğine ulaşabilme yeteneği, toplum içinde ve dışında sorunların temel kaynağı olmasına neden olur. Nitekim o büyük toplumsal felakete (sınıflı toplum = devlet) yol açan sermaye ve iktidar birikimini de, insanoğlu bu yetenek sayesinde gerçekleştirebilmiştir.
Bunun içindir ki toplum, büyük oranda duygusal zeka kaynaklı olan AHLAK’ı temel örgütlenme ilkesi olarak esas almıştır. Çünkü toplumsal ahlak olmadan, analitik zekâyla baş edilemez. Örneğin kızgınlık hissine kapılan biri, biraz analitik zekâsını çalıştırarak, istemediği, karşı olduğu her canlıyı yok edebilir. Hatta insan topluluğunu dahi imha edebilir. Toplum işte bu tehlikeye karşı ahlakı olmazsa olmaz bir toplum ilkesi haline getirerek baş etmek istemiştir. Her topluluk üyelerini müthiş ahlaklı yetiştirmeyi ilk görevi bellemiştir. Ahlaktaki temel ikili olan ‘iyi ve kötü’ bu analitik zekânın işleviyle ilgilidir. Faydalı çalışırsa iyilik ahlakı tarafından ödüllendirilir. Zararlı olmaya çalışırsa kötülük ahlakı olarak mahkûm edilir.”
Dolayısıyla hem analitik zekânın faydalı özelliklerinin toplumsal yararlılığa dönüştürülebilmesi için, hem de analitiğin zararlı özelliklerinin kontrol altına alınabilmesi için öncelikle çocuğun bir duygusal eğitimden geçmesi gerekir. Duygusal eğitim; hisleri tanıyıp onları tanımlayacak bir sözcük oluşturma anlamında özbilinci-kendini bilmeyi; düşünceler, duygular ve tepkiler arasındaki bağlantıları sezmeyi; bir karara duyguların mı yoksa düşüncelerin mi hükmettiğini bilmeyi; farklı seçimlerin sonuçlarını öngörmeyi ve bütün bu içgörüleri kararlara uygulamayı içerir. Güven, merak etme, amaç gütme, özdenetim, yaratıcılık, iletişim kurabilme, ilişki geliştirebilme ve işbirliği yapabilme gibi yetenekleri kazandıran bu duygusal öğrenmeyi, çocuk, anneden öğrenmektedir.
 Bu duygusal öğrenme olmadan çocuk için tam bir mesleki edinimden de bahsedilemez. Çünkü meslek edinimi yaratıcılık ister. Yaratıcılık ise somutlukla mümkündür. Bu nedenle teori pratiği belirlerken, pratik de teoriyi oluşturmaktadır. Ancak analitik düşünceye dayalı eğitim alanları bu noktayı fazlaca göz ardı ederler. Örneğin üniversitelerdeki mühendislik bölümlerini ele alalım; Matematik ve fizik öğretilmekte ama insanlara eşya veya makina yapma öğretmemektedir. Kişi tek bir torna ya da freze tezgahı kullanmadan, okuldan makine mühendisi olarak çıkabilmektedir. Dolayısıyla burada duygusal eğitmenci olarak kadının, eğitim alanının gerçek sahibi olduğu bir kez daha karşımıza çıkmaktadır.
Yine toplumsal düzeni sağlamada belirleyiciliği olan bir diğer alan olarak ekonomik alanda da başat güç kadındır. Ekonomos’tan (ev yasası) türeyen ekonominin, yasa olarak anlam kazanması, toplumsal üretimin zorunluluğundan kaynaklanmaktadır. Çünkü toplumsal yaşamın sürdürülmesi, toplumsalın maddi ve manevi üretim ihtiyacının karşılanmasıyla mümkündür. Bu zorunluluk, toplumsal düzenin de temelidir. Zira toplumsal düzen dediğimiz olgu, üretim sürecinin geliştirdiği toplumsal ilişki ve işbölümünün nasılıyla ilgilidir. Yani üretim, toplumsal bir aradalığı, toplumsal kaynaşmayı, toplumsal alış-verişi açığa çıkarır ki, buda toplumsal düzen dediğimiz şeyi doğurur. Bu anlamda üretim, insanları adalet ve paylaşım ilkeleri etrafında bir arada yaşamaya iten toplumsal bir faaliyettir.
Ekonominin, “ev yasası”ndan türemiş olmasının bir diğer nedeni ise; üretimin bizzat ana-kadın etrafında oluşan bir faaliyet olmasıdır. Çocuk yapma ve beslenme gibi yaşamsal ihtiyaçların giderilmesi olarak ekonomi, tabiatıyla kadının alanıdır. Kadının öz toplumsal eylemi olarak gerçekleşmektedir. Bu açıdan ekonominin, “ev yasası” yahut “ev işleri” olarak anlamlaşması, “ev”in kadının yeri (zira evi çekip çeviren kadındır), ekonominin ise “kadının yasası” yahut “kadının işi” olması dolayısıyladır.
Bugün için ekonomik alan, kadından çalınıp, toplumsal üretim alanı olmaktan çıkarılmasına ve kapitalistlerin (tüccar, tefeci, patron vb) gasp, ganimet, hırsızlık alanına dönüştürülmüş olmasına rağmen, bu böyledir. Bu açıdan yaşamsal ihtiyaçların giderilmesi için, kapitalizmin ‘ekmek parası’ sınırına vardırdığı utanç verici bir toplumsal mücadeleye dönüştürülen sahte ekonomiden kurtulmak ve toplumu toplum yapan üretim yeteneğine yeniden kavuşturmak, ancak kadından çalınan ekonomik alanın, yeniden kadına devredilmesiyle mümkündür.
Ayrıca toplumsal düzen açısından bugün birliği ve uyumu ifade eden “barış”ın da, bugün esas sağlayıcı gücü yine kadın olarak karşımıza çıkmaktadır. Doğu halklarının kabile, aşiret geleneğinde kadının bu rolü çok belirgindir. Bu halklarda barış, kadının politik kimliği olarak anlam kazanır.
Kadının bu kimliği, doğu felsefesinin temeli sayılan Zerdüşt felsefesinde de şöyle dile getirilir; kadın, çocukların annesi olarak onları yetiştirirken onlara iyiliği, yurtseverliği ve insan severliği aşılayarak, toplumsal barışın yaratılmasında etkin bir rol oynar.
Bir sebebi bu iken, bir diğer sebebi de; gerek biyolojik ve gerek ruhi yapısıyla üretken, örgütleyen ve seven kadının, daha doğuştan barıştan yana olan bir kişilikte seyretmesidir.
Ancak bugün dünya genelinde kadınların birincil siyasal talebini barışın oluşturmasının esas nedeni, savaş gerçekliğinin kadına çok pahalıya patlayan maliyetidir. Zira savaş gerçekliği, en fazla kadını ve çocuklarını vurmakta ve mağdur etmektedir. Savaşlarda çocuğunu, eşini, kardeşini yitirmekte, çocuğunu besleme koşulları ortadan kalkmakta, savaş durumlarında ise bedeni "tecavüz"e konu edilmektedir. Savaşın bu ağır sonuçlarıyla karşı karşıya kalan kadın, bu nedenle savaşı istemez. Bunun için dünyanın birçok yerinde kadınlar, “Barış için oluşturulan kadın platformları” ve “barış anneleri” gibi, savaş karşıtı örgütlenmelere gitmişlerdir.
Bu bakımdan 21. yüzyılda en çok tartışılan bir sorunun kadın sorunu olması tesadüfî değildir. Çünkü savaş ve şiddet karakterli eril iktidar, gelinen aşamada dünya barışı, çevrenin yaşamsal var oluşu ve gezegenin varlığını sürdürmesi açısından en büyük tehdidi oluşturmaktadır. Bu nedenle her geçen gün artan bir biçimde kadın gerçeği tartışılmakta ve çözüm kadında aranmaktadır. Zira kadın gerçeğinin aynı zamanda bir toplumsal özgürlük gerçeği olduğu, yine kadın gerçeğinin çözümlenmesinin savaş sorununun çözümlenmesinden barış sorununun çözümlenmesine ve yeni bir ahlâk çözümlenmesine kadar birçok gelişmeyi beraberinde zorladığı, artık çok bariz görülmektedir.
                 Sonuç olarak “Kadının etkili olduğu bir dünyada savaş olmaz”. Zira kadın için
 “BARIŞ”, salt çatışma ya da savaşın mevcut olmadığı koşullar olarak değil, çatışmacı, ayrımcı ve düşmanlık söylemlerinin ve militarizmin etkin bir şekilde önlendiği ve koşullarının ortadan kaldırıldığı; temel insan hakları ve özgürlüklerin tesis edildiği, siyasal ve hukuksal düzenlemelerin insanın ve hayatın değeri temelinde kurulduğu bir düzeni tanımlar.
                Bu bölümde gerek tarihsel, gerek güncel boyutlarıyla, kadının toplumsal düzen açısından önemini serimlemeye çalıştık. Dolayısıyla günümüz toplumunun yaşadığı en büyük yanılgı, toplumsal düzenin devlet eliyle gerçekleştiği yanılgısıdır. Zira temel toplumsal değerlerin, ilkelerin ve erdemlerin kaynağı olarak kadın olmaksızın, bir toplumsal düzenden bahsedilemeyeceği, hem tarihsel, felsefi, bilimsel hem de sosyolojik olarak ortaya konuldu. Keza eğitim, sağlık, ekonomi, adalet, orman-çevre, tarım ve köy işleri, kadın ve aileden sorumlu sosyal hizmetler vs. gibi bakanlıklarıyla ve parlamentosuyla toplumsal düzeni sağlayıcı güç olarak kendisini sunan devlet, tersine toplumsal düzenin değil, zor ve baskı mekanizmalarıyla toplumsal kaosun sağlayıcısıdır. Nitekim kurumsallaştırarak kendisine mal ettiği bu alanlar da, gerçekte kadının toplumsal ahlakından süzülmüş alanlar olarak, aslında toplumun ahlaki ve politik alanlarının devletin (iktidar tekelinin) denetimine alınarak iktidarın hizmetine koşturulması ve böylece toplumdan koparılmasıdır.

EKİN GEVER

Hiç yorum yok: