22 Şubat 2010 Pazartesi

Sömürgeci Molalar Rejimi; İran -3-

A-        Aile, Aşiret ve Mıntıkacı Politikalar: İnsan türünün toplumsallaşma tarihine paralel ve önceleri klan formu ona kaynaklık eden aile kurumu, tarihsel süreç içerisinde önemli fonksiyonel değişikliklere uğrayarak günümüze kadar gelebilmiş toplumsal en alt örgütlenme birimidir. Temel bireylerini kadın ve erkeğin oluşturup insan neslinin üreme fonksiyonunun da gerçekleştiği birim de olan aile bu açıdan çoğu zaman çocukları da içermekte ve değişik kültürlere ve dönemlere göre çok geniş veya dar olabilmektedir. Başlangıç aşamasında kadının daha etkin olduğu aile prototipi diyebileceğimiz geniş oluşum, sınıflı toplum ve özel mülkiyetin gelişimi ile başlayıp günümüze kadar süren bir evrim sürecini yaşamıştır. Bu evrim sürecinde değişik kültürler ve coğrafyalarda birçok farklılıklar gösterse de toplumsal üst yapıyı oluşturan devlet gibi burada da yoğun bir mücadele yaşanmıştır. Özellikle erkek egemenliğinin gelişmesi ile aile kurumu erkeğin mülküne dönüştüğünden hem kadının özgürlük arayışının en yoğun yaşandığı hem de egemen ideolojilerin kendilerini hakim kılma savaşımlarının en önemli alanı olmuştur. Bu tarihsel gelişim süreci içinde kadına dayalı kan bağının esas alındığı klasik aile yapısı öncesi oluşumdan erkeğe dayalı kan bağının esas alındığı aile yapılanmalarına geçiş gerçekleşmiştir. Ayrıca değişik toplumlarda kadının çok erkekle evlendiği yada tam tersine erkeğin çok kadınla evlendiği –(ki bugün hala toplumumuzda yer yer görülmektedir) aile yapılanmaları ile anne, baba, kardeşler, büyük anne, büyük baba vb akraba çevrelerinin de içinde yer aldığı geniş ailelerle çekirdek aile yapılanması dediğimin ve kadın-erkek ile çocuklardan oluşan aile şekilleri olmuştur. Bu aile şekillerinin hemen hemen hepsi günümüzde de değişik toplumlarda görülmekle birlikte en yaygın şekli çekirdek aile dediğimiz son örnek olmaktadır.      Aile yapılanması en küçük toplumsal birim olarak aslında bir nevi kök hücre rolünü oynamaktadır. Bu anlamıyla aile düzeyinde benimsetilmemiş hiçbir inanç, ideoloji ve düşüncenin uzun vadeli olması ve bir kültür yaratması mümkün olmadığından bütün ideolojiler aileye özel bir önem vermişlerdir. Burada önem derken aile kurumunun demokratikleştirilerek eşitlikçi bir yaşamın hedeflenmesi kastedilmemektedir. Belirtilmek istenen toplumun genetik yapısını barındıran hücresi rolündeki aile kurumuna kabul ettirilen ideolojinin daha üst toplumsal yapıları etkileyerek yeni ideolojinin hâkimiyetine hizmetidir. Bu nedenle tüm ideolojilerde aile kurumu özenle ele alınarak üzerinde durulmuş ve kutsanarak dokunulmaz kılınmıştır. Geçici darbeler ve gaspa dayalı iktidarları ele geçirme dışında ideolojik-felsefik kökene sahip bütün devletler adeta ailenin mega hali, ailelerde devletin mikro görüntüsüdür. Bireye yaklaşım, cinsler arası eşitlik düzeyi, karşılıklı saygı, çocuklara yaklaşım, hoşgörü, adalet gibi çok daha uzatabileceğimiz birçok husus devlet mekanizmaları ile aile yapılanmalarında paralellik göstermektedir. Hala çok kadınla evliliğin adeta kutsandığı, kadının eve hapsedildiği ve kadınla çocukların mülk gibi görüldüğü bazı toplumların oluşturduğu devletlerin demokratik ve özgürlükçü olması beklenemez. Aile yapısındaki mantık olduğu gibi devlet yönetimine de yansımaktadır. Erkek nasıl ki insanlar dahil ailenin tüm varlığının tek sahibi ise bu devletlerde devlet de kendisini insanlar da dahil bütün ülkenin tek ve mutlak sahibi görecek, hiçbir birey veya gruba karşı sorumlu davranmayacaktır ki bu uygulama günümüz Ortadoğu’daki gibi birçok devlet için geçerlidir. Feodal bir ağadan, bir aşiret reisinden, bir tarikat şeyhinden modern, demokratik, eşitlikçi ve özgürlükçü bir devleti yönetmek beklenemez. Olsa olsa önce akraba çevresini güç mevkilerine yerleştirecek ve iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra da evde aileyi yönettiği kurallarla devleti yönetmeye çalışan bir diktatöre dönüşecektir. Nispeten demokratik ve eşitlikçi olan bazı insanlar iktidara gelseler de eğer feodal ilişkilerin hüküm sürdüğü aile yapılanmasını değişime uğratmazlarsa uzun vadede ya kendileri giderek katılaşacak yada iktidarları devrilecektir. Bu iki örnek de Ortadoğu’da ve dünyanın değişik yerlerinde günümüzde yan yana yaşamaktadır.      Nispeten gelişmiş kapitalist toplumlar aile yapılanmalarını önemli ölçülerde değişime uğratarak ve bunları yasalarla da pekiştirerek aile-sistem değişimine paralel bir düzey kazandırarak sistemlerinin ömrünü uzatmışlardır. Yani sistemin kadrosu aile kurumundan başlanarak yetiştirilmektedir. Demek ki aile öyle basit yaklaşılacak ve es geçilecek bir kurum değildir. Nasıl ki yapı itibarı ile bir organizmanın en küçük, en basit yapısı olarak hücre aynı zamanda organizmanın bütün özelliklerini içinde barındırıyorsa aile kurumu da gelecekteki toplumun genlerini kendi içerisinde barındırmaktadır.     Aile kurumu insanın tür olarak insanlaşma özellikleri ile buluştuğu insani özellikler kazandığı, tertemiz hafızasına bilgilerin, duyguların, alışkanlıkların nakşedildiği en büyük okuldur aynı zamanda. Birçok filme de konu edilen “insanın doğuştan hemen sonra hayvanlar tarafından büyütülmesi” senaryoları aslında bir gerçeği yansıtmaktadır. Bu gerçek; aile içinde büyümeyen bir insan yavrusunun hiçbir insani duygu ve bilinç belirtisi göstermediğidir. Belki insan türüne ayıp olmasın diye filmlerde hayvanlar gibi yaşamasına rağmen ona hayvanlar içerisinde liderlik rolü veriliyor, fakat hayvanlarda birçok duyu sisteminin insanlardan çok daha iyi geliştiği düşünüldüğünde “genetik olmayan bilgi birikimi” insana aktarılmadan insanın vahşi hayatın lideri değil ancak kötü bir artçısı olabileceği gerçeğidir.     Aile insan zihniyetinin şekillendiği en temel kurum olmaktadır. Hiçbir şeyin yazılmadığı bir beyaz defter gibi kaydetmeye hazır duran çocuk zekâsı tarafından ilk çizimler, ilk taslaklar, ilk sesler, görüntüler, yaklaşımlar, kavgalar, sorunlar, çözümler, korkular, sevgiler gibi uzadıkça uzayan soru ve cevapları çok güçlü bir biçimde algılanır. Nasıl ki yetişkin bir insanın hayatındaki ilk işe girişi, ilk aşkı, ilk uçağa binmesi, ilk yurt dışına çıkması ilk aileden ayrılışı vb ilkler hep hafızada durmasına rağmen sonraki tekrarları unutuluyorsa, çocuğun ailede öğrendikleri, gördükleri ve hissettiklerinin hepsi de hayatındaki ilkler olarak kişiliği üzerinde güçlü etkide bulunmaktadır. Belki bunların çoğunu hatırlamayabilir fakat bilinçaltında bu ilkler çok büyük bir yer işgal etmekte ve ileriki yaşamının üzerinde de etkili olmaktadır. Sorunların tartışılarak çözüldüğünü, bireylerin birbirine karşı hoşgörülü ve saygılı davrandıklarını, işlerin ortaklaşa yürütüldüğünü gören ve böyle bir ailede büyüyen bir çocuk ile her görüş ayrılığında kavgaların yaşandığı ve şiddetin uygulandığı, bazı bireylerin ağa bazılarının da köle gibi olduğu hoşgörüsüz bir ailede yetişen çocukların büyüyünce sorunlara yaklaşımları çok farklı olacaktır. Belki ilerde çevre ve eğitim düzeyleri kişilik şekillenmelerine belli etkilerde bulunacaktır fakat hiçbirisi ailede edindiği kültür ve şekillenme kadar etkili olmayacaktır. Zira çocuk okurken de evine dönünce aynı ilişkilere maruz kalmaktadır. Ailenin birey üzerindeki etkisi çok detaylı incelenebilir, biz kısaca aile-birey- devlet üçgeninde ailenin karakterinin devlete nasıl hizmette bulunduğunu ve bireyi nasıl devlet kadrosu olarak yetiştirdiğine değinmeye çalıştık. Feodal-despotik ilişkinin hakim olduğu aile bireyi büyüyünce güçsüzü ezecek, güçlüye ise boyun eğecektir. Demokratik bir aile bireyi ise demokratik ilişkileri sürdürmeye meyilli davranacaktır.     Aile kurumu daha çok etik değerlerle hareket ettiği için bir toplumdaki bütün aileleri aynı kabul etmek yanlıştır. Sorun teşkil eden, kurumun etik kuralları dışında olan hukuksal kanunlarıdır. Çünkü etik kurallar sürekli bir mücadele ve devinim içerisinde bir değişime tabi tutulabilirken, yasalar ancak egemen hükümetler tarafından değiştirilebilmektedir. Demek ki aile kurumunu değişime zorlayarak daha çağdaş, demokratik, paylaşımcı hale getirmek öyle tek taraflı ve kolay bir şey olmadığı gibi, değişime uğratıldığında da çok köklü ve uzun vadeli kazanımları içermektedir. Bu anlamıyla birbiri ile bağlantılı ve birbirini etkileyen aile-devlet-yasalar ve etik kurallar bir bütünen ele alınıp her birisi ile kendi alanında güçlü mücadeleler verilmeden köklü gelişmeler kaydedilemez. Ebetteki bunların içinde aile kurumunun kendisinden değişimi başlatmak en etkili olanıdır. Zira aile ve toplum dönüşüme uğratılmadan tek başına devleti demokratikleştirmek bir hayaldir. Bireyleri demokratik olmayan bir toplumun bireylerinin hükümet ettiği bir devletin demokratik olması düşünülemez. Egemen despot sistemlere karşı en etkili mücadele onların zihniyetlerini aldıkları, kadrolarının kaynağını oluşturdukları ve aynı zamanda üzerinde egemenlik sürdürdükleri bu yapıyı değişime uğratarak zeminlerini kurutmaktır. Bu anlamıyla bu tür rejimlere karşı doğru mücadele sadece onları devirip yerine geçmek değil -ki bu durumda şah rejimi ve mollalar gibi zalimler sadece yer değiştirmiş olacaktır- toplumu en alt hücresinden değişime tabi tutarak dönüştürmektir. Bu gerçekleşirilmeden hiçbir devrim ve iktidar değişikliği anlamlı olmayacak, sadece zaman kaybı ve yeni hayal kırıklıkları yaratacaktır.      Aile kurumunu değerlendirirken hedeflediğimiz şey ailenin ortadan kaldırılması değil değişime uğratılmasıdır. Hedeflenen aile, bazı Avrupa toplumlarındaki gibi ailenin darmadağın edilerek aşırı maddiyatçı kapitalist mantıkla çıkar ilişkilerine kurban edilmesi ve dağıtılması da değildir. Bu sistemlerde maneviyat, sevgi sorumluluk diye bir şey kalmamış ve ilişkiler tümüyle maddiyata dayandırılmıştır. Bu nedenle bu toplumlarda aileler dağılmakta sistem mantığı çerçevesindeki aşırı bireycilik ve maddiyatçı yaklaşım yaşlı insanları sevgiden yoksun bakım evlerine doldurmaktadır. Hedeflenen aile aynı şekilde bugün toplumumuzda yaşanan feodal nitelikli, erkeğin her şeye hakim olduğu ve her şeyin sahibi olduğu, adeta devlet gibi istediği zaman söven, istediği zaman döven, istediğini satan veya alan tanrısal güçteki aile yapılanması da değildir. Hedeflememiz gereken aile gönüllü birlikteliğe dayalı oluşmuş, karşılıklı sevgi, saygı ve hoşgörünün hakim olduğu, eşlerin birbirlerinin iradelerine karşı saygılı oldukları, maddi-manevi tüm değerleri paylaşarak yaşayabilecekleri bir aile olmalıdır. Böyle bir ailede karşılıklı güven çok önemlidir. Yardımlaşma, paylaşım, saygı, sevgi, hoşgörü, farklı alternatifler ve görüşler, rahat irade beyanı olan aile ortamında dünyaya gelen ve büyüyen çocuklar da aynı değerleri sahiplenecektir. Böyle bir nesil yaratmak ise devletin bütün karşı duruşlarına rağmen toplum ve birey olarak bizim görevimizdir. O halde bu rejim veya rejimlerden muzdarip her birimiz bir yandan fiilen rejim ve rejimin resmi kurumlarına karşı mücadele ederken diğer yandan kendimizi değiştirerek, kendimize yüklenerek, “zihniyetimizdeki rejimi yıkarak” mücadeleyi asıl kendimizden ve ailemizden başlatmalıyız. Aksi halde her birimizin kişilik özellikleri ve yaşadığımız aile kurumlarının mevcut hali bu rejimlere kadro yetiştiren merkezler durumundan kurtulamayacaktır. Kendimizden başlatarak ailemiz içerisinde gerçekleştirdiğimiz her olumlu değişim yeni nesiller nezdinde çok ciddi zihniyet devrimleri biçiminde yansıma bulacaktır. Yeter ki bugünün nesli olarak en yakın ve en rahat olmasına rağmen aynı zamanda en zor –çünkü insanın kendi alışkanlıklarını kendi rızası ile değiştirmesi büyük ikna gücü ve bilinç gerektirmektedir- ve en sonuç alıcı olan bu değişime inanalım ve kendimizi ikna ederek başlayalım.       Kürdistan coğrafyası ve Kürt halkı insanın toplumsal evrim süreçlerinin hemen hemen tümüne ya kaynaklık etmiş yada çok yakın coğrafyalarda olması itibarıyla aile kurumunda da değişik bazı süreçlerden geçmiştir. Tarım ve köy devrimlerinin kadının öncülüğünde ilk yaşandığı coğrafya olan Kürdistan’da aslında aile yapılanması İslamiyet’e kadar da çevresindeki halklara nazaran oldukça olumludur. Her ne kadar sınıflı topluma geçişle birlikte kadın cins olarak köleleştirildiyse de Kürdistan’ın güçlü neolitik kültürü ve kolay hâkimiyet kurulmayan dağlık coğrafyası, aile yapılanmasını özgün tutmayı kolaylaştırmıştır. İyi bir tarihsel bilgiye sahip ve doğru gözlem yapabilen bir insan günümüzde dahi Kürt kadınının geçmişte aile ve toplum içinde sahip olduğu gücü çözebilmektedir. Tarihsel süreçteki Kürt ailesinin asıl kaynağı neolitik ana kültür iken ondan esinlenen Zerdüştlük dinide bu yapıyı destekleyen ve pekiştiren bir karakterdedir. Yani toplumumuzun özgürlükçü yaşam felsefesi, zapt- u rapt altına alınamaması, katı kurallara uyum gösterememesi, kadının otoriter ve etkin oluşu gibi birçok özgünlüğü onun geçmişteki aile yapılanması ve onun yarattığı kültür ve kişilik özelliklerinden kaynağını almaktadır. Bu nedenledir ki İslamiyet’in yayılması ile birlikte Kürdistan’a taşırılan Arap aile yapısı ve kültürü binlerce yıllık eski tarihinin tüm dönemlerini kat be kat aşan düzeyde bir kültürel çöküntü ve yozlaşma yaratmıştır. İslamiyet adına egemen kılınmak istenen Arap kültür emperyalizmi olmuştur. Kendi icatları olan bu kültür kendi toplumlarını ne kadar geliştirmişse bizim toplumumuzu da o denli yozlaştırmış, geriletmiş ve kendinin olanlara yabancılaştırarak ihanet ettirmiştir. Her halk İslamiyet’i kendi çıkarları çerçevesinde toplumuna ve aile kurumuna uyarlamaya çalışırken Kürt toplumuna en gerici bir biçimde yedirilmesi günümüzde halkımızın yaşadığı trajedinin özünü oluşturmaktadır. Toplumumuzda aile kurumu bu kadar düşürülmemiş olsaydı tarihinden beri gerçekleştirdiği yüzlerce isyandan en azından bazıları başarılı olurdu. Günümüzde eğer aile kurumumuz sadece köleler ve küçük itaatkâr ağalar yaratıyorsa, egemen rejimlerin bireyi bağlama ve terbiye etme rolünü oynuyorsa, bir avuç aile reisinin egemenliğinde ve eliyle halkımızın kadın-çocuk ve gençlikten oluşan çok büyük bir kesimini zindanlardaki mahkûmlara uygulanan yöntemlerle denetliyorsa ve mevcut yaşadığımız trajedilerin her birisinin bir kadermiş gibi zihnimize ve yüreğimize kazıyorsa, egemen rejimlerin en büyük dayanakları rolünü oynayan bu kaleler varsın yıkılsınlar. Yaşadığımız mevcut toplumsal ve ulusal sorunlarda hali hazırdaki aile kurumlaşmasının rolünün çok önemli olduğunu bilerek Kürt ailesini demokratikleştirmek suretiyle demokratik- özgürlükçü bireyi ve kültürü yaratarak özgürlük mücadelesini yürütecek konuma getirmek acil bir görevdir.       Kürt ailesinde erkek adeta mikro devletin diktatörüdür. Dışarıda egemen devletin polis- asker- jandarmasından başlayarak aşiret reisine, oradan köy ağasına kadar katmerleşen bir baskı silsilesine maruz kalan,  ezilen, haksızlığa uğrayan, emeği gasp edilen, dövülen erkek imparatorluğunun başına döndü mü yaşadığı bu acıları çoğu zaman aile bireylerine yöneltmektedir. Antidemokratik aile yapılanması gereği dışarıdaki güç odaklarının baskısına maruz kalan erkek genelde tüm aile bireylerine özelde de kadına yönelerek kendisini psikolojik olarak rahatlatmaya çalışmaktadır. Mevcut hali ile Kürt toplumu ve aile yapılanmasındaki bu uygulamalar bir kısır döngü oluşturarak sürüp gitmektedir. Devlet ve feodalite erkeği, erkek aileyi ezerek antidemokratik, keyfiyete ve şiddete meyilli nesiller ve toplum oluşmaktadır. Mevcut gelenekler ve aile yapılanmasının aşılması için başta erkek olmak üzere tüm toplum bireylerine önemli görevler düşmektedir. Yiğitlik güçlü ve zalimlere karşı mazlumları korumak, haksızlıklara karşı durmaktır. Güçlüye kölece boyun eğerek güçsüzlere eziyet etmek yiğitlik değil zalimliktir. Şimdiye kadar olumsuz anlamda aileye reislik yapan erkeğin bundan sonra sevgi, hoşgörü, eşitlik ve bilinçlenme konularında öncülük yapması kendisini tarihsel sorumluluktan kurtaracaktır. Erkek ailesinden itaat değil sevgi beklemelidir. Çünkü itaatin istendiği yerde zulüm vardır ve zulmün olduğu yerde de kutsallıktan bahsedilemez. Eğer aile içi zorunlu itaat gönüllü sevgiye dönüşürse ve ilişkiler sevgi, hoşgörü üzerine kurulursa biz o zaman aile kurumunun kutsallığından ve erdemlilikten bahsedebiliriz. Kutsiyet insanlığa katkı ve evrensel ile buluşmakla mümkündür. Aile kurumunu oluşturan bireyler arasındaki hiyerarşi aşılıp paylaşım ilişkileri gelişirse aile ilerici fonksiyonuna kavuşabilir.     İran rejimi Kürt toplumu içerisinde feodal ilişki tarzını ayakta tutarak mevcut hastalıklı aile şekillenmesini sürdürmenin uğraşı içindedir. Rejim kendisine başkaldıran bireylerin ailelerini devreye koyarak onları teslim alma politikasını çok sinsice uygulamaktadır. Bütün manevi değerlerini ayaklar altına aldığı, maddi olarak da yarı tok yarı aç duruma getirdiği Kürt halkının sözde aile mahremiyetini koruduğunu iddia etse de istediği zaman haneye tecavüz ederek Kürt ailesinin içine girmekte ve bu mahremiyeti de çiğneyebilmektedir. Toplumsal özgürlük sağlanmadan aile mahremiyetinin bir safsata olduğu bilinmesine rağmen aile ilişkileri mantıktan koparılarak salt duygusallığa ve sahte gözyaşlarına mahkûm edilmek istenmektedir. İran rejiminin ulusal mücadeleden bireysel isyanlara kadar kendisine baş kaldıran herkese karşı öncelikli koz olarak ailesini kullanması rejimin aile politikasının özünü yansıtmaktadır. Rejim ailenin demokratik dönüşümünü istemediği gibi sınırlarını aile ve aile ilişkilerinin çizdiği bir dünya yaratarak bireyi adeta evrenden kopararak bir atom içerisine hapsetmektedir. Rejim mevcut aile düzeni ve ilişkilerinden rahatsız olmadığı gibi desteklemektedir. Çünkü bu dar ilişkiler aşıldığında ulusal ölçekte geniş perspektifli yeni düşünceler ve ilişki sistemleri öne çıkacaktır. Demokratikleşmiş özgürlükçü ailenin oluşturacağı toplumun kendi rejimi için güçlü bir alternatif ve tehlike olacağını iyi bilen İran rejimi toplumu duyarsız, büyük amaçlardan yoksun ve kendisini güçsüz hissetmesi için kendisini hücreler düzeyinde yaşamaya mahkûm eden bugünkü aile şekillenmesini ve ilişki biçimini ayakta tutmakta, televizyon dizilerinde, filmlerde, gazete yazıları ve radyo programlarında ailenin daha da içe büzülmesi, salt duygusallığa mahkûm olmasının siyasetini gütmektedir. İran rejiminin bekar insanlara hor yaklaşması, gençleri en kısa zamanda evlenmeye teşvik etmesi, evli olmayan insanların sosyal bazı mekânlardan (sinema, park, kafeterya, restorant vb), ekonomik imkânlardan (kredi alma, iş sahası açma, işe alınma vb) yararlanmada zorluklar çıkarması gençlerin hızla evlenerek aile kurumu içine hapsedilip sisteme tabi tutma siyasetinden kaynaklanmaktadır. Yine okullarda ailenin kutsiyetinin işlenmesi, aile içerisinde de özellikle babanın her şeye hakim gösterilmesi, babanın çocuklarına istediği gibi davranabilme, onları evden kovma, mirastan mahrum bırakma, tek taraflı kadını boşama hakkına sahip kılınması ve bunun rejim tarafından da yasalarla desteklenmesi rejimin aileyi siyasal amaçları için nasılda gerici yönleri ile desteklediğini göstermektedir. Rejim okul çocuklarına ha bile ailenin kutsallığını aşılamakta anne babaya itaati ve aileye bağlılığı Müslüman’ın kıbleye bağlılığına eşdeğer göstermeye çalışmaktadır. Bu nedenle rejimin bütün bu uygulamaları bir siyaset ve kutsal hedef olarak gösterdiği hâlihazırdaki aile kurumu da özgürleşme önündeki bir tuzaktır.      Aşiret yapılanması, insanlığın gelişim tarihi içerisinde bir döneme damgasını vuran feodalitenin kan bağına dayalı toplumsal anlayışının hem nedeni hem de ürünü olarak bizim toplumumuzda hala önemli bir yer işgal ederken gelişmiş tüm toplumlarda aşılmış bir anlayış ve bu anlayıştan kaynaklı sosyal ilişki modelidir. Özünde çağdaş aile kurumlaşması ile ters olan aşiretçilik günümüz Kürdistan’daki aile modeli ile birbirlerini destekleyen ve besleyen bir uyum içerisindedir. Bu oluşum aile ile devlet arasındaki boşlukta çok ciddi ve aileyi tamamlayıcı bir rol oynamaktadır. Aşiret organizasyonuna liderlik yapan ve aristokrat dediğimiz elit feodal kesim, tarihimiz boyunca erkeğin aile içerisinde oynadığı rolden çok daha tehlikeli bir rol oynaya gelmiştir. Bu aristokrat kesim toplum ile devlet arasında işgal ettiği konumu gereği sürekli ikili oynamayı, hem devletle hem de halkla geçinmeyi ve ikisi arasında arabulucu rol oynayarak menfaatlerini sürdürmeyi esas almışlardır. Aristokratlar her zaman sıradan halkı hor görmüş, çoğu zaman halkı ve bütün toprağı kendi ailesi üzerinde kamulaştırarak adeta halka köle muamelesi yapmışlardır. Halk tarafından sıkıştırılınca devlete sığınan ve devletin desteği ile tekrar belirlenen halk kitleleri üzerinde hâkimiyetlerini kuran bu yapılanma kendi ailesel çıkarlarını bütün değerlerin üzerinde tuta gelmiştir. Kürdistan’da bu feodal aşiretçi yapının dağılmaması Kürt halkının uluslaşması ve ulusal bağımsızlık kazanmasının önündeki en önemli engel olmuştur. Aşiretçiliğin çok derin tarihsel kökenlere sahip olduğu Kürdistan’da bu yapının ayakta kalması için Kürdistan’ı işgal eden yabancı egemenler de büyük çaba harcamışlardır. Bir halkı yönetmenin en rahat yolu o halkı kendi içerisinde parçalamak ve rahatlıkla kontrol edilebilecek bu parçaların başına birer işbirlikçi atayarak o halkı kendisinden olanların eli ile dizginlemektir. Kürt toplumunun aşiret geleneği bu uygulama için adeta biçilmiş kaftan olmuştur. Birinci dünya savaşı sonrasında Arap ulusunun büyük bir devlete dönüşmesini engellemek için emperyalist ülkelerin Arap topraklarını yirmiden fazla devlete ayırıp aşiret reislerini ve şeyhleri iktidara getirmeleri dışında günümüzdeki hiçbir ülke bir aşiret reisi veya aşiret gücü tarafından kurulmamıştır. Aşiret reisleri ve şeyhlere teslim edilen bu ülkelerin çoğu da günümüzde başta kendi halkları olmak üzere dünyanın da başına bela olmuşlardır. Çok bariz olan dünyanın çağdaş devletleri ve halkları tarihindeki bu gerçek de aşiret belasının bertaraf edilmesi ve hızla halkımızın bünyesinden atılmasını zorunlu kılmaktadır.      Kürdistan’da aşiretler kendilerini egemen kıldıkları halkımıza adeta ulusal statüde benimsetmiş, çoğu Kürt bireyi için aşirete ve aşiret geleneklerine bağlılık Kürtlükten önce gelmiştir. Bu anlayış tam bir cehalet ürünü olsa da dar bir coğrafya ile sınırlı kalarak dünyayı gezmemiş, okumamış insanların büyümeyen zihniyetlerinin sonucudur. Nasıl ki aile kurumunu çok sahiplenme gelişiyorsa aşiret içinde adeta “küçük olsun ama benim olsun” mantığı hakimdir. Kürtlüğü kendi aşireti, kendi reisini de Kürt önderliği olarak gören bir yaklaşım hem halkta hem de aşiret reislerinde görüldüğü için birbirlerini çekememe, aşiretler arası çatışma ve talanlar eksik olmamıştır. Aşiretler arası bu çelişki ve çatışmalar yabancı egemenler tarafından sürekli kışkırtılmıştır. Bu vesile ile hem Kürt halkı birbirine kırdırılmış hem iç barış ve ulusal birliğin gelişebilme zemini parçalanmış hem de zayıflatılan aşiretler kendilerine muhtaç duruma getirilmiştir. Bazı aşiretler etkilerini genişletip muhtemelen ulusal bir harekete doğru gelişince de çevre aşiretleri desteklenerek ve kendi güçlerini de devreye koyarak bu hareketler bastırılmıştır.      Aşiretçiliğe bağlı olan bir birey için aşiret bir güvenlik, bir aidiyet, bir güçlenme olarak algılanır. Çünkü o birey üstesinden gelemediği sorunlarını reisine havale eder, diğer aşiretlerin şiddetinden reisleri sayesinde korunur, onlar sayesinde malı ve canı güvende olur, onlar sayesinde üst devlet kurumlarına işi düştü mü yada bir sorun yaşadı mı işleri yoluna koyuluverir ve kendisi kurtarılır. Orman kanunlarının geçerli olduğu çağlarda bu mantık doğru olabilir ama günümüz dünyasında eğer aşiretçilik kurumunu ayakta tutmak için sahte orman kanunları ile yönetim usulleri devreye konulmazsa bu mantığın hiçbir geçerliliği yoktur ve olamazda.     Aşiret reisi ve ailesi için ise aşiret bir varlık-yokluk gerekçesidir. Çünkü o tüm gücünü bu kurumdan almaktadır. Çoğu yerde aşiret reisi ve ailesi aşiretinin yaşadığı bütün toprakların sahibidir. Aşiret üyeleri sadece kendi toprağında çalışan hizmetkârlardır. Aristokrat istediğini topraklarında kovar, istediğini öldürebilir, hatta bazı uygulamalarda Kürt erkeğinin çok kutsadığı eşini bile elinden alabilir. Demek ki birey bütün aile bireyleri ile birlikte onun hizmetkârı ve kölesidir. Hakim kılınan mantıkta aşiretsiz olmak soysuz olmakla eşdeğer görülerek Kürt bireyinin soylu olmak için kendisini mutlaka bir aşirete dahil etmesi gerektiği zihniyeti yaratılmıştır.  Aristokrat kesim aşiretler içerisinde kendi aşiretinin en kahraman, en namuslu en güçlü, en misafirperver, en soylu ve enlerle uzayıp giden tüm sıfatların sahibi olduğunu, kendisinin de bu aşiretin reisi sıfatı ile doğal olarak bu en’lerin en üstünde olduğunu vurgulayarak aşiret birliğini; aşiret milliyetçiliği temeline dayandırarak korumak istemiştir. Aşiret reisi aşiret halkını kendi topraklarını işlemek için, başka yerlerden talan getirmek için, egemen devlete hizmet için, devlet politikaları gereği yada kendi çıkarları gereği çevre aşiretlerle savaştırmak için, çok sıkıştığı zaman da kendi çıkarlarını korumak amacıyla egemen devlete başkaldırarak daha fazla tavizler koparmak için ve en önemlisi de aile menfaatleri tehlikeye girdiğinde onları satmak için kullanmaktadır. Tarihimizde hiçbir aşiretin kendisine liderlik etmiş reislerini terk ederek sattığı görülmezken, önce bütün ulusal değerlerini, onlar yetmeyince de aşiret halkını da satarak sadece kendi ailesini kurtarmak için devletlere teslim olarak ihanet etmiş yüzlerce aşiret lideri mevcuttur ve maalesef günümüzde de bu durum çokça yaşanmaktadır. Sözde Kürtlük adına hareket ederek ayaklanmış fakat başaramayınca da halkımızı yüzüstü bırakarak düşmana teslim olmuş bu örnekler daha sonra çoğu yerde düşman siyasetinin açıktan savunucusu ve silahşoru olarak görev yapmıştır. Aşiret liderleri düşmanla çatışırken diğer aşiretlerin desteğini almak yada en azından onları tarafsız kılmak için ulusal kimliğe sığınırken düşmana teslim olup düşman tarafına geçince yeniden aşiretsel kimliğini öne çıkararak eski statülerinin peşine düşmüşlerdir. Demek ki aşiret reisliğinin ne ulusal nede toplumsal anlamda hiçbir olumlu fonksiyonu yok iken egemen devletlerin ülkemiz üzerindeki hâkimiyetlerinin de baş aktörüdürler.      Kürdistan’da egemen devletler için ise aşiret sistemi egemenliğin devamı için bir zorunluluktur. Aşiretler egemen devletin hizmetinde gerektiğinde sınırları koruyan, gerektiğinde Kürt ulusal hareketlerine karşı cahşlaştırılan, gerektiğinde kiralık katil gibi kirli işlerde kullanılan bir yapıdır. Yine çok sorunlu ve geniş bir kitlenin bir aile tarafından denetlenmesi vesilesi ile hiç baş ağrıtmayan, reislik yapan aile memnun edildiğinde, satın alındığında yada ruhen esir alındığında hiçbir sorun yaratmadığı gibi birçok alanda kullanılan bulunmaz bir nimet gibidir. Bu yönü ile egemen devletin toplumumuz içindeki kalesi, karakolu, göz ve kulağıdır bu sistem. Bu yapı egemen devletin halkımız üzerindeki zulmünün en güçlü iç ihanet kurumlaşmasıdır.    Kürt ulusu için ise aşiretçilik bir türlü iyileşmeyen yara ve yüz karasıdır. Ulusal değerlerin aşiret ağasının çıkarlarına kurban edildiği, uluslaşma ve kutsal ulusal değerlerin önündeki en büyük engeldir aşiretçilik. Halkımızın içine atıldığı bir kuyu, yoluna örülen bir duvardır. Halkımızın gelişme, çağdaşlaşma, yücelme, demokratikleşme ve özgürleşme taleplerine indirilen darbedir. Aşiretçilik tarihsel Kürt ihanetinin kaynağı, yabancılaşmanın en aktif oyuncusu, parçalanmışlığın temel taşıdır. Bu kurum, Kürt halkının çıkarlarının grup çıkarlarına, aile çıkarlarına kurban edildiği zihniyetin kaynağıdır.     Çok kısaca ve temel başlıklar halinde aşiret kurumlaşmasını; kendisini bir aşirete bağlı hisseden birey, genel Kürt halkı, aşiret reisleri ve egemen sömürgeci devletler için taşıdığı anlamları vermeye çalıştık. Buna bakıldığı zaman kurumsal olarak aşiretçilik ve aşiret reisliği tümüyle gereksiz, gerici, adeta asalak gibi halkımızın kutsal değerleri ile ulusal çıkarları üzerinde yaşayan, halkımızın geleceğini günlük çıkarlar için pazarlayan bir kurum olarak ortaya çıkmaktadır. Aşiret liderliği ve aristokratik yapılanma bir kurum olarak var olmasını aşiret yapılanmasına bağlı olduğundan; ağalık, beylik, diğer toplumdan üstünlük taslayarak toplumu küçük, cahil, zavallı ve sadece kendi çıkarlarının bekçisi olarak gören, tek taraflı yararcılığa dayalıdır. Yani aşiret içerisinde yer alan halk aşiret reisi ve ailesinin varlık gerekçesidir. Aynı şekilde Kürdistan’da egemen olan devletler için de aşiret kurumu egemenliklerinin devamının en önemli dayanaklarının başında yer almaktadır. Demek ki hem aşiret reisliği kurumu hem de egemen devletlerin çıkarları ortak bir zeminde buluşmaktadır ki bu zeminde aşiret yapılanmasının topluma hakim kılınmasıdır. Ulus olarak genel Kürt halkı ile bu ulusun birer parçası olan aşiret gurupları içerisinde yer alan halkımız için ise aşiretçilik bırakalım anlamsızlığı ve gereksizliği tam bir beladır. Nasıl ki eşkıya dünyaya hükümdar olmayacaksa aşiret reisinin de ulusa lider olması mümkün değildir.     Burada iki cephe oluşmaktadır. Birincisi egemen sistemi oluşturan sömürgeci işgalci devletler ile aşiret liderliğidir. Bunlar varlıklarını aşiret kurumuna bağlıdırlar ve bu kurumu ayakta tutmak istemektedirler. Ancak işin püf noktası bu kurumun ayakta kalması veya kalmaması onların elinde değildir. Yani kurumun devamı için devlet ve aşiret liderliği mutlak irade değildirler ve halkımız istediği zaman bunların bu kirli politikalarını boşa çıkarma gücünü elinde bulundurmaktadır. İkincisi ezilen halkımızdır. Aşiret kurumu kendisine hiçbir şey kazandırmadığı gibi en büyük değeri olan zamanını çalarak onu çağdaş halkların yüzlerce yıl gerisine düşürmüş ve maddi-manevi tüm değerlerini ayaklar altına almıştır. Aşiret kurumu halkımızın zihniyetini tersyüz ederek onu gerçekleri göremez, geleceğini doğru planlayamaz, çağdaş dünya halkları içerisinde gülünç bir duruma düşürmüştür. Bu kurum nasıl ki egemenler için varlık gerekçesi ise, halkımız için de kölelik esaret, sefalet ve yok olma nedenidir. Halkımız bu kurumu zayıflatıp kendi bünyesinden attıkça daha sağlıklı bir bedene kavuşacak, kökünü kurutup tarihsel geçmişinin belgesellerine gömdükçe çağdaşlaşıp özgürleşecektir.      Dört devlet arasında parçalanmış olan ülkemiz bazıları doğal zenginliklerimiz olan bazıları da zamanını doldurmasına rağmen bilinçli olarak ayakta tutulan faklılıklara dayandırılarak, her Kürdistan parçasında yaşayan halkımız kendi içerisinde onlarca hatta yüzlerce parçaya bölünmektedir. Mesela halkımızın konuştuğu lehçeler kültürel bir zenginliğimizdir. Her ne kadar binlerce yıldır yabancı egemenlikler altında olan, birbirinden tecrit edilerek ortak eğitim ve yönetim kurumlarına sahip olmaması nedeni ile güçlü bir dil birliği yaratmamışsa da konuşulan bu lehçeler birbirlerine çok yakındırlar. Aşiret olgusunda olduğu gibi egemen devletlerin bu zenginliğimizi ayrılık zemini olarak kullanma gayretleri vardır. Elbette ki coğrafik olarak farklı adlandırmalar ve lehçeler aşiretçilikten farklıdırlar. Bunlar özünde kültürel zenginliğimizin simgeleri, geçmişimizle bağımız ve geleceğe taşımamız gereken özgünlüklerimizdir. Fakat egemenlerin çıkar amaçlı politik yaklaşımları eğer toplumumuz içerisinde kendisine işbirlikçi bir kesim yaratırsa yada cehaletten kaynaklı olarak zemin bulabilirse ulusal bütünlüğümüze karşı kullanılan bir silaha dönüşme rolü de oynayabilir. Şimdiye kadar ortaya çıkan hemen hemen bütün Kürt siyasal hareketlerin ülkemizi bölen devletlerin çizdiği sınırları esas alarak kendilerini bir tek parça ile sınırlandırmaları, çoğu zaman aşiretlerde olduğu gibi diğer parçalardaki hareketlere karşı savaştırılmaları bu zihniyetin ürünüdür. Egemen devletlerin ülkemiz üzerinde çizdiği ve bizim zihniyetimize de hakim kılmak istedikleri bu bakış açısını aşarak mücadelesinde bütün Kürdistan’ı ve Kürtleri kapsayıcı olan sadece APO’cu hareket olmuştur. Bu nedenledir ki APO’cu hareket; Kürdistan’da egemen olan tüm devletler ile beraber Ortadoğu ve Kürdistan’da emperyal çıkarları olan büyük devletlerin yine parça siyasetine dayalı mücadele stratejisine göre hareket eden Kürt partilerinin şimşeklerini üzerine çekmiştir. Bu güçlerin tümü çoğu zaman güç birliği yaparak APO’cu harekete saldırmalarına ve Réber APO’yu esaret altına almalarına rağmen halkımızın Kürdistan’ın dört parçasında bu hareketi sahiplenerek, onunla bütünleşmesine ve hareketin daha da büyümesine engel olamamışlardır. Bu örneği şunun için veriyorum; Kürdistan dört ülke arasında bölünmüş uluslararası bir sömürgedir. Kürdistan’da Kürt halkına karşı uygulanan politikalar da uluslararasıdır. Bu nedenle sadece parça düzeyinde başarı kazanmak mümkün değildir. Bir parça tek başına özgürlüğe yaklaştığında komşu devletler de egemen ülke ile anlaşarak o parça hareketini tasfiye ederler. Bunun birçok örneği geçmiş tarihimizde mevcuttur. Parça siyaseti ile hareket eden örgütlerde de aşiret ağasında olduğu gibi o parçayı kendi malı ve kendisini de oranın sahibi görme, oradaki potansiyeli kimseyle paylaşmama eğilimi doğar. Yani duyarlı bir yaklaşım ve siyasete hâkimiyet olmazsa parça örgütlerimiz birer aşiret egemeni aileye dönerek egemen devletlerin politika aracı olmaktan kurtulamazlar. Güney Kürdistan’daki önemli hareketlerin geçmişte hem diğer parçalardaki hareketlere karşı kullanılmaları, savaştırılmaları ve hem de kendi içlerinde çok uzun zaman savaşarak ülkemizin o parçasını da adeta Soran ve Kurmanc(Behdini) olarak ikiye parçalamaları hafızamızda tazeliğini korumaktadır. Yakın zamanlardaki Soran­­-Behdinan birleşmesi de bu örgütlerimizin stratejilerinin bir sonucu değil Irak’ı işgal eden uluslararası güçlerin çıkarları ve telkinlerinin sonucudur.      Demek ki halkımız üzerinde yürütülen siyasetler çok ciddi ve derinliklidir. Çoktan zamanı geçmiş aşiretçi mantık aşiretler yoluyla olmasa da parça, lehçe, mıntıka yani coğrafik ve kültürel çeşitliliğimizi kullanarak egemen devletlerin siyasetlerinin hizmetine girebilmekte, halkımızı bölüp parçalayarak birbirine düşürebilmektedir. Parçacı partilerin içerisinde yer alan insanlarımızın çok geniş bir kesimi aslında egemen devletlerin hizmetindeki siyasetin bilinçsiz kurbanları durumunda olan dürüst ve yurtsever insanlardır. Ancak sadece iyi niyet ve dürüstlük sorunlarımızı halletmeye yetmiyor. Sorunları hal etmek uzmanlık ve hâkimiyet gerektirir. Doğru tespit, doğru plan, doğru eylem gerektirir. Aksi halde bilinçsizce içerisinde yer aldığımız veya desteklediğimiz bir örgüt, elimize verilen ve tanımadığımız bir silaha dönüşerek kendimizi veya bir yakınımızı vuran tuzağa dönüşebilir. Maalesef çoğu sözde siyasal olan Kürdistani örgüt bu tuzağa düşerek başlangıçta halkımızı parçalamakta sonrada küçülerek marjinalleşmekten kurtulamamaktadır. Dar bölgeci ve aşiret zihniyetli bu hareketler marjinalleşmelerinin nedeni olarak kendi gerilikleri, beceriksizlikleri ve egemenlerin zihniyetini aşmayan hatalı strateji ve felsefeleri olduğunu görememektedirler. Bu nedenle egemen rejimlerin de telkinleri ve kışkırtmaları ile bu hareketler diğer Kürt hareketlerini hedefleyen bir sapmaya yönelebilmekte ve doğal sonuç olarak egemen rejimlerin hizmetine girmektedirler. Hiçbir Kürt siyasal hareketin bu alan benimdir, bu kitle benimdir diğer örgütler içine girmesin demeye hakkı yoktur. Ne Kürt halkı nede Kürdistan hiçbir siyasal örgütün aşireti değildir ki bu partiler de aşiret reisleri gibi üzerinde hak iddia etsinler. Siyasal Kürt örgütleri uygun platformlarda birbirlerini eleştirebilmeli fakat egemen rejimin ekmeğine yağ süren, onun dili ile onun mantığı ile yapılan saldırılar eleştiri olamaz. Gerileten, çatıştıran, parçalayan, hakaret eden, iftira atan dil olsa olsa halkımızın düşmanlarının dilidir.      Ne zaman ki hem halk olarak hem de parti ve örgütler olarak aşiretçi, bölgeci, lehçeci, parçacı zihniyeti aşar ve tüm Kürdistan’ı vatanımız, tüm Kürt halkını ulusumuz olarak sahiplenir, her Kürdün, her örgütün istediği parçada, istediği bölgede siyasal çalışma yapmasına hoşgörülü yaklaşıp, benim lehçemin, benim parçamın, benim aşiretimin partisi ayırımı yapmadan ideolojik-felsefik çizgisi ve mücadele stratejisinden hareketle tercihimizi kullanma zihniyetine ulaşırsak emin olalım ki o gün Sünni sınırlar dursa da ruhta ve zihniyette Kürt halkı ve Kürdistan özgürleşmişlerdir. Amed’deki acının Kırmanşan’da, Urmiye’deki acının Duhok’ta, Qamışlo’daki acının Mahabad’da hissedildiği yine Süleymaniyeli gencin Dersim’de, Afrin’li gencin Sıne’de, Urfalı gencin Hewler’de, Batmanlı gencin Merivan’da mücadele ederek şehit düştüğü gün hiçbir kuvvet bu halkın özgürlük özlemlerini durdurma kudretinde olmayacaktır.      Genel hatları ile yukarıda değindiğimiz egemen devletlerin siyasetleri ve toplumumuzun bazı geriliklerinden kaynağını alan uygulamalar geçmiş tarihimizde Doğu Kürdistan’da da yoğunca uygulanmışlardır. Yerini, adını ve tarihini değiştirdiğimizde birçok uygulamanın bütün Kürdistan parçalarında aynı karakterde olduğunu görmek mümkündür. Bu nedenle geçmişten örnekler vermekten ziyade egemen molla rejiminin yakın geçmişte ve günümüzde uyguladığı politikalarla muhtemelen ilerde uygulayacağı politikalara kısaca dikkat çekmek yararlı olur. Doğu Kürdistan Zazaca lehçesi dışında Kürt dilinin bütün lehçelerinin konuşulduğu bir alandır. Yine Kürdistan’ın bu coğrafyası Şıkak, Mukriyan, Erdelan, Hewreman, Kırmanşan, İlam gibi adlandırmalara da tabi tutulmaktadır. Bu coğrafik isimlendirmeler bazı yerlerde konuşulan lehçe veya alt şivelerle de örtüşmektedir. Mesela Mukriyan ve Erdelan’da Soranca lehçesi kullanılmasına rağmen şivelerde bir farklılık mevcuttur. Ayrıca rejimin eyalet sistemi de çoğu yerde lehçe veya şive sınırlarını esas alarak geliştirilmiştir. İnsanoğlunun kendisini bağlı hissettiği aidiyetlerinin olması doğaldır. Fakat politik amaçlara araca dönüştürülen, toplumu güçsüzleştiren, bir kesimi rencide eden veya mağdur eden yaklaşım ve tutumlar üzerinden aidiyetini yüceltmek olsa olsa cehalet yada zalimlik olur. İşte İran rejimi bizim bu farklılıklarımızı kullanarak toplumumuzu parçalamakta ve güçsüz bırakmaktadır. Parça siyasetini yine farklı örgütleri birbirine karşı ve halkımıza karşı kullanma siyasetini de İran rejimi uygulama gayretindedir. Rejim Doğu Kürdistan’ı kendi malı ve Kürt halkını da kendi hizmetkârı gördüğü, için halkımızın özgürlüğü için mücadele eden Kürdistan’ın diğer parçalarından olan devrimcilere çok büyük öfke duymaktadır. Çoğu zaman halkımıza da “onlar Türkiyelidir, Suriyelidir, Iraklıdır bizim huzurumuzu bozmak için dışarıdan gelmişler, onlara itibar etmeyin” demekte ve en geniş devrimci kesimi oluşturan Doğu Kürdistanlı devrimcilerden hiç söz etmemektedir. Eğer bir Kürt Avrupa’dan gelmiş, İstanbul’dan gelmiş, Lübnan’dan, Horasandan gelmiş, Muştan, Derik, Zaxo’dan gelmiş benim özgürlüğüm için canını feda ediyor, birçok zorluğa katlanarak mücadele ediyorsa bu durum değil eleştirilmek ancak kutsanabilir. Yine rejim geçmişte de Kurmanc mıntıkasındaki halkımıza “soranlar gidip kendi mıntıkalarında mücadele etsinler onların içinizde ne işleri var” fikrini yayarak mücadele bütünlüğünü bozma siyasetini yürütmüştür. Aynı şeyi Soran mıntıkasında ve diğer farklılık alanlarında da işliyor. Farklılıklarımızın bir zenginliğimiz olduğunu anlayıp onları kültürümüzün bir unsuruna dönüştürüp ruhsal bütünlüğümüzü bozan unsurlar olmaktan çıkardığımız oranda molla rejimi azgınlaşacak ve daha farklı, daha ince politikalarla ulusal bütünlüğümüzü bozma siyasetleri güdecektir. Bundan sonra bazı mıntıkalara daha yumuşak davranarak bazı mıntıkaları da daha fazla şiddetin hedefine oturtması, bazı sözde yatırım politikaları ile bir kesimi memnun etme girişimleri yine kültürel bazı kurumlara imkân tanıyarak, aynı şekilde çok cüzi sivil örgütlenmelere göz yumarak, yerel yönetimlere bazı görevler vererek, basın-yayın-eğitim alanlarında bazı adımlar atarak kısa, orta ve uzun vadeli yeni politikalar üretmek isteyebilir. Tabi ki bunlar muhtemel olasılıklardır. Tam tersine rejimin katılaşarak gözdağı vermek amacıyla bazı katliamlara girişmesi de mümkündür. Burada bizim için önemli olan kendi yaptıklarımızdır. Yani rejimden tarafa bir beklentide olmadan doğru strateji ve taktiklerle ulusal bilinçlenme ve bütünleşmeyi güçlendirmek asıl çabamız olmalıdır. Zira rejimden tarafa fazla beklentili ruh halleri rejimin her ettiği adımdan sonra rehavete kapılmakta ve bu adımlar yeni bölünmelere gerekçe olabilmekte yada zemin olabilmektedir. Yukarıda bahsettiğimiz muhtemel bazı adımlar eğer atılırsa dahi bir lütuf veya bir minnet değil gasp edilen hakların geri alınmasıdır ve polemik konusu yapılamazlar. Rejimin attığı her geri adım ulusal bütünlüğün güçlendirilmesinde ve özgürlüğün kazanılmasında içine yerleşilip mücadele edilecek bir mevzi olarak kullanılmalıdır. Aksi halde rejimin her küçük adımı bazılarının ağzını sulandırırsa rejim bundan istifade edecektir.     Önümüzdeki dönemde yine en çok istismar edilerek ulusal bütünleşme ve özgürlük mücadelemize karşı kullanılabilecek kurumların başında aşiretçilik gelmektedir. Geçmişte birçok mıntıkada ulusal mücadeleye karşı çok aktif olarak kullanılan bu kurum, halkımızın bilinçlenmesi sayesinde son yıllarda önemli oranda güç kaybına uğramışsa da molla rejimi o kurumu ayakta tutmak ve yeniden canlandırarak özgürlük eğilimine karşı kullanmak için her yolu denemektedir. Halkımız birçok aşiret reisinin ulusal davayı satarak rejim saflarına geçişini ve binlerce şehidin emeğine ve kanına ihanet ederek aile çıkarlarını esas aldığını kendi deneyimleri ile geçmişte yaşamıştı. Şimdi yeniden hassas bir dönemin başlangıcındayız. Molla rejimi aşiret reislerini Tahrana çağırarak kendileri ile görüşmeler yaparak halk nezdinde onlara “büyük adam” imajını yaratmak istemektedir. Halkın ulusal önderlerine terörist diyen, halkın kendi iradesi ile seçmek istediği insanları seçimlere sokmayarak dıştalayan rejim nasıl oluyor da halkımız üzerinde hiçbir meşruiyeti olmayan halkın onayını almamış bu insanlara böyle liderlik muamelesi yapıyor. Bu insanlar da uçağa bindirilip Tahrandaki egemenlerin ayağına götürülmeyi bir büyüklük payesi olarak görerek şişinirler. Bu sahte senaryolar daha öncede yazıldı ve bu traji-komik tiyatro çokça sahnelendi. Rejim sahte senaryolarla birçok insanımızı tutuklayarak işkencelerden geçirirken bu aşiret reislerinin devreye girmesi ile tutuklular bırakılmak sureti ile bunlara karşı minnet duygusunun geliştirilmesi hedeflenmekte ve bu insanlar öne çıkarılmaktadır. Rejim ile aşiret reisleri arasındaki bu danışıklı dövüş hep halkımızın değerlerinin pazarlanması üzerinden sürüp gitmektedir. Geçmişte iyi kötü aşiret liderliği yapmış bu zatlar lütfen onurlu bir Kürt neferi olarak halkımızın sinesine dönsün ve emeği ile geçinip namusu ile yaşama yolunu seçsinler. Ne kanları halkımızın kanından daha kırmızı, ne emekleri halkımızın emeğinden daha değerli ne de akılları halkımızın aklından daha üstün değildir.  Halkımızın bu aşiret liderlerine çağrısı şudur; lütfen sözde bu kurumsal liderlikten artık vazgeçin ve ulusumuzun geleceğinin parçalanma aracı olma konumundan kendinizi çıkartın. Birçok dürüst ve resmen ihanete bulaşmamış aşiret reisi olduğunu da halkımız iyi bilmektedir. Fakat kurumsal olarak aşiretçilik aşılmadan sürekli olarak istismara açık bir kapı rolünü oynayacaktır. Yurtsever ve ihanete bulaşmamış olanlar aşiretçi anlayışın terk edilmesinde daha aktif rol oynayarak bu konuda öncülük edebilirler. Geçmişte ihanete bulaşanlar da halkımızın çektiği uzun tarihsel acılar ve yaşadığı trajedilerde kendi paylarını görerek bu yanlış yoldan geri dönsünler. Günümüzdeki teknoloji çağında eskisi gibi insanları kandırıp kendi çıkarları için kullanmaları mümkün değildir. Çok geç olmadan ihanet yolunu terk ederek halklaşmaları kendilerini halkımıza bağışlatacak tek yoldur. Bunların tarihsel bir gelenek olarak devraldıkları bu kurum artık geçerliliğini yitirmiştir. Bunların geçmişte ısrar etmeleri olsa olsa bugüne layık olmadıklarının kanıtı olacak ve geçmişte ısrar etmeleri halinde yarın onlar için çok geç olacaktır.
Halkımız için söylenecek fazla bir şey yoktur. Yukarıda belirtilen olumsuzlukların düzelmesinde asıl güç halkımızın elindedir. Halkımız hem egemen rejimin öne çıkardığı hem de kendilerini doğal lider olarak gören ağaları bertaraf etmelidir. Kendisini bilinçlendirip örgütledikçe politikleşip irade sahibi oldukça ve kendi liderlerini kendi tercihi ile kendi içerisinden çıkardıkça kendisi üzerinden yürütülen bütün bu politikalar kendiliğinden boşa çıkacaktır.

Hiç yorum yok: