22 Şubat 2010 Pazartesi

Sömürgeci Molalar Rejimi; İran -2-

A- Rejim Seçimleri Ve Seçime Yaklaşım Politikaları

Tercih hakkı aslında düşünebilme, mukayese edebilme yeteneği olan ve onu diğer canlılardan ayıran en temel özgünlüklerinden biridir. Tercihin yapılabilmesi için öncelikle farkılıkların olması, bu farklılıkların tercih sahibi tarafından algılanıp yorumlamaya tabi tutulması ve nihayetinde ihtiyacına veya çıkarına uygun olanda karar kılması gerekiyor. O halde ortaya çıkan şu oluyor ki; insanın uygarlaşma tarihi kadar eski ve aslında bir nevi insan olma türünün önemli ayrıcalıklarından biri olan tercih etme hakkı tarihin değişik dönemlerinde kısa, orta ve uzun vadeli ihtiyaçlar düşünülerek farklı uygulama alanlarında kullanılmıştır. İnsan olmanın bir özgünlüğü aynı zamanda özgürlüğünün de önemli bir parçasını oluşturmaktadır. Özellikle insanın uygarlaşarak kalabalık şehirler ve devletler gibi karmaşık ve büyük sosyal ve idari yapıları idare etmeleri geçmişin bireysel tercihin sınırsız özgürlüklerini bazı yönleri ile sınırlandırırken bazı yönleri ile çeşitlendirmiştir. Birey eskisi gibi yaşama, hareket etme, konumlanma ve benzerlerini gerçekleştiremez ancak daha farklı ürünler, eşyalar, işler ile sosyal, eğitsel ve düşünsel çeşitlilik içinde de tercih etme alanı genişlemektedir.
İnsanın tercih hakları içerisinde en önemli olanı ve dolayısıyla günümüzde insan özgürlüğünün adeta temelini oluşturan seçme-seçilme hakkı olmaktadır. İnsanoğlu tarihin erken dönemlerinden beri kendisini yöneten insanları seçme hakkını değişik yöntemlerle gerçekleştirmiştir. Bu uygulamanın gerçekleşmediği insan uygarlığının orta dönemi, nerede ise insan tarihinin kayıp bir dönemi gibidir. Bir avuç kral-imparator ve diktatörün doyumsuz iktidar hırsları bu ara dönemde insanlığa kan kusturmuş, krallar tanrılaştırılmıştır. Klan-aşiret döneminde ve daha sonra da bilindiği gibi sınıfsal ve cinsel ayrımcılık temelinde olsa gerçekleşen Atina demokrasisinde yönetici kişi ve kurum için halkın onayı-tercihi alınmaktadır. Bu nedenle de nispeten özgürlük ve insanın tercih inisiyatifi ile kendi çıkarını savunma imkânı vardır. Bundan sonra insanlık yaşadığı korkunç kanlı ve zalimce ara dönemden sonra nihayet eskinin daha modern ve günün ihtiyaçlarına uyarlanmış günümüz seçim sistemlerinde karar kılmak zorunda kaldı. Bu hakkın kazanılması elbette öyle kolay olmadı. Bir anlamda insan toplumunun yada birey olarak kişinin kendi kaderini kendi eline almasıdır seçimler. Her ne kadar doğrudan olmazsa da dolaylı olarak bu gerçekleşmektedir. Günümüz teknolojisi ve uluslararası ilişki ve bağımlılıkların küçülttüğü dünyamızda seçme-seçilme ve oy kullanımı çok önemli hale gelmiştir. Çünkü seçilen kişi yada hükümet uluslararası ilişkilerden ülke içine kadar çok geniş bir alanda ve hiç de kısa sayılmayacak dönemler için bütün toplumun ve devletin gücünü elinde toplamaktadır. Bu kadar büyük gücün liyakate sahip olmayan insanların eline verilmesi çoğu toplum ve devlet için büyük felaketlerle sonuçlanmıştır. Demek ki oy sadece kaba anlamıyla bir insanın seçilmesi değildir. Oy, kişinin olay ve olgulara yaklaşımı, tercih özgürlüğü, ekonomik, kültürel, sosyal vb bir ülkenin bütün çalışma alanları ile sorunlarına karşı sorumluluğudur. Hem toplumsal hemde bireysel çıkar ve ihtiyaçlarını koruma hakkıdır. Günümüz sorunlarını çözme, sonraki nesillere güzel, yaşanılabilir, barışçıl bir toplum, doğa ve dünya bırakma katkısıdır. Yani oy hakkı ve bunun takibi kişinin tarihe, doğaya, insana karşı sorumluluğu ve vicdanıdır. Kısaca da olsa insanın tercih hakkı olan oy kullanımı ve seçim yapmasının önemi bu şekilde izah edilirken bunun tamamlayıcısı niteliğinde olan seçilme hakkına da biraz değinmek gerekir. Aslında modern toplumlarda seçme ve seçilme hakkı birlikte anılırlar. İnsanlar ağırlıklı olarak seçme hakkını seçilme hakkından daha önce elde etmişlerdir. Seçilme hem herhangi bir husuta seçilmek isteyen birey için hemde seçme hakkını kullanacak olan seçmenin daha çok alternatifli ve daha geniş tercih alanı bulması açısından son derece önemlidir. Şimdi karşımıza birbiriyle bağlantılı ve birbirini tamamlayan bir komple paket olarak çıkıyor seçme ve seçilme hakkı. Seçme ve seçilme haklarından birisine müdahale bütün sistemi anlamsız hale getirmektedir. O halde hem seçmen hemde seçilen için ancak genel toplumun vicdanını yaralayıcı suçların işlenmiş olması ve bunun toplumun ortak mutabakatı ile onaylanması durumunda seçme ve seçilme hakkı insanların elinden alınabilmelidir. Ebetteki bu suçlar da bir hukuksal prosedürle önceden belirlenmelidir. Aksi halde az tercihli ve keyfiyete açık seçimler, başlangıç aşamasında bir komedi sonuç itibarı ile de bir trajedi olmanın ötesine geçemezler.
Seçimler günümüz demokratik yönetimlerinin vazgeçilmezleridir. Günümüz bilinçli toplumları insan olmanın yurttaş olmanın hem en öncelikli görevi hemde hakkı olan seçimler çeşitli rejimler tarafından suiistimal edilmektedir. Diktatörlerin ya tek aday olarak katıldıkları yada sözde birkaç tane rakip yaratarak katıldıkları şekli seçimlerin seçim namına hiçbir ciddiyeti yoktur. Yine bunun gibi oligarşik rejimlerde de durum benzerdir. Özellikle İran gibi teokrat oligarkların devletin bütün siyasal, ekonomik, hukuksal kurumlarını güncel çıkarlarına göre yönlendirdikleri, bütün resmi medya kurumlarını ellerinde tuttukları, alternatif medyayı yasakladıkları bir rejimdeki seçimlerden bir medet ummak hayal olmaktadır. Bir defa seçme ve seçilme hakkı insanın özgür tercihi ile kamusal alana katkısı ve katılımı olduğuna göre; hem seçerken hem de seçilmek isterken hukuk kuralları ile belirlenmiş ve ırk, din, düşünce, cinsiyet ayırımı yapılmadan her vatandaş için eşitlik temelinde belirlenmiş seçme ve seçilebilme kurallarının işletilmesi gerekmektedir. İran rejiminin uygulamalarında belirtilen gerekliliklerin hiçbirisinden bahsedilemez. Rejim için seçim, vatandaşın özgür tercihi ile devlet yönetimine katılımı değil, zulüm ve adaletsizlik üzerine inşa edilmiş teokratik rejimine meşruiyet cilası çekme siyasetidir. Molla rejiminin seçim siyasetinin özü vatandaşın seçilme başvurusuna ilişkin hukuk dışı kurumlarının keyfi tutumlarından kaynaklanmaktadır. Rejim, Şuraye Nigehban(din muhafızları konseyi) denen bir kurum aracılığıyla halkın gerçek adaylarını eleyerek halkı alternatifsiz bırakmaktadır. Eğer bir ülke seçimlerinde farklı görüşte insanlar yarışmazsa o ülkede gerçek bir muhalefet de oluşmayacağından yönetenler istedikleri gibi davranma keyfiyetini elde edecekler. İran rejiminin keyfi davranışlarının ardındaki gerçeklik budur. Halkın çıkarlarını savunan, reform talep eden, oluşturulmuş denge ve kalıpları zorlayarak statik duruştan dinamik bir devinime ülkeyi götürmek isteyen adaylar elenmekte, rejimi olduğu gibi kabul eden, kendileri de ya pastadan pay alan ya kırıntılar ile yetinmek isteyen yada pasif, çekingen, kendi halinde olan adaylar seçime sokulmaktadır. Bu uygulamada adaylar, halkın onayına sunulmadan önce rejimin seçiminden geçmektedir. Yani rejim seçimi zaten halk seçmeden önce gerçekleştirmiştir. Seçimlere hem uluslararası hemde sözde ulusal meşruiyet kazandırmak için halka kötünün iyisini tercih etme hakkı verilmektedir. Böylece halk da ülkenin geleceği için çok önemli bir görevi yerine getirdiğine, ülke yönetiminde söz sahibi olduğuna inandırılmaya çalışılmaktadır. Rejim uyguladığı bu seçim sistemiyle böylece birkaç kuşu beraber vurmak istemektedir.
Rejimin bütün tedbirlerine rağmen yine de birkaç rejim muhalifi adayın meclise girmesi yada meclisin çoğunluğunun reformcu olması bile rejim için baş ağrısının ötesinde bir tehlike oluşturmamaktadır. Zira halkın seçimi ile iş başına gelen meclis ve cumhurbaşkanının çalışmaları da hukuk üstü kurullar veya Velayet-i Fakih tarafından denetlenmektedir. Yani bütün ön elemelerden geçen halkın rejim tarafından onaylı seçilmiş temsilcileri yinede çalışmalarında atanmış mollalardan oluşturulmuş kurumların onayını almak zorundadırlar. Eğer İslami cumhuriyet olan, seçim sistemine sahip bir ülkede halkın iradesi ile seçilmiş halk temsilcileri yaptıklarından dolayı halka ve genel hukuka karşı sorumlu değil de oligarklara karşı sorumlu ise bu meclisin de bu meclisi iş başına getiren seçimin de hiçbir anlamı ve meşruiyeti olamaz. Krallıkla yönetilen birçok ülkede bile artık krallık kurumu bir simgeye dönüştürülerek devlet yönetimi yasama-yürürtme-yargıdan oluşan ve her birisinin birbirini hukuksal bir prosedürle denetlediği ve dengelediği güçler tarafından ve halkın onayı çerçevesinde gerçekleşirken sözde cumhuriyet olduğunu iddia eden İran İslam cumhuriyetinde Velayet-i Fakih ve diğer mollalar hiçbir birey ve zümrenin sahip olamadığı bütün bu güçleri, halka rağmen ele geçirip istedikleri gibi kullanmaktadırlar. Bu üç asıl gücün yanında rejim oligarkları bu güçlerin dışında bir işleve sahip olan, ülke yönetimi ile alakası olmayan tüm güvenlik güçlerini de adeta dördüncü ve diğer üç meşru kuvvetin daha üstünde bir güç olarak denetlemekte, zorlandıklarında da bu güçleri kullanarak yetkileri elinden alınmış asıl üç meşru kuvveti ve rahatsızlıkları her gün biraz daha artan halkı dizginlemeye çalışmaktadır. Buradan anlaşılacağı gibi “modern dünyada hukukun gücü geçerli iken İran’da gücün hukuku geçerli olmaktadır, seçilmişler atanmışların denetiminde, hukuk ise gücün hizmetinde olmaktadır.”
Hem genel İran halkları hem de Kürt halkı rejimin bu ikiyüzlü politikalarından artık bezmiş durumdadır. Bu nedenle halkın seçilmelere katılımı her dönem bir öncekine göre bir gerilmeye işaret etmektedir. Rejimin kimliklere mühür vurarak seçimlere katılmayanları ekonomik çıkarlarla tehdit etmesi de artık fazla işe yaramamaktadır. Ekonomik, kültürel ve inançları nedeni ile çok büyük baskılara, ayrımcılığa tabii tutulan Kürt toplumu için kullanacağı oy diğer tüm halklardan çok daha farklı anlamlar taşımaktadır. Kürt halkı ulusal dıştalanmışlığın yanında mezhepsel açıdan da hakim rejim tarafından ayrımcılığa tabii tutulmaktadır. Ulusal kurtuluş amacıyla geçmişten beri süregelen hakim rejimlerle çatışma durumu derin bir güven sarsılmasına neden olsa da asıl sorun hakim rejimlerin Kürt halkına olan dıştalayıcı ve asimilasyoncu yaklaşımıdır. Şimdiki rejimin anayasasının 12. maddesine koyduğu devletin resmi mezhebinin Şii olması, büyük çoğunluğu Sünni olan Kürt toplumunu devletin “gayrı resmi” vatandaşı yaparak çok büyük bir ayrımcılık yapmakta ve toplumumuzu dıştalamaktadır.
Bu rejimin uyguladığı seçimlerde oy kullanmak demek rejimin politikalarını ana hatları ile kabul etmek anlamına geliyor. Halkımızın hiçbir kesiminin hoşnut olmadığı ve bu haliyle olamayacağı bu rejim ve günümüz uygulamalarına; sadece bireysel kaygılardan yada siyasal bilinç yetersizliğinden kaynaklı olarak oy vermesi kadar tehlikeli birşey yoktur. Seçimler bu rejimin elinde kendisini meşrulaştırma aracıdır. Demek ki bilinçsizce sandık başına gidip oy vermek, rejimin halkımıza doğrulttuğu silaha mermi taşımakla eş anlamlı oluyor. En tehlikeli şeyin ehil olmayanların eline tehlikeli silahlar vermek olduğu düşünüldüğünde kendimizi hızla bilinçlendirip rejimin seçim siyasetini iyi takip ederek kendimizi onun kötü bir aracı konumundan çıkartmamız gerekiyor. Dar milliyetçi duyguların kabarması ile de hareket etmek aynı şekilde halkımız için olumsuz, rejim için ise olumlu sonuçlar doğurur. İşte “İran meclisinde birkaç tane de Kürt olsun” mantığı, siyasal değil, duygusal bir yaklaşımdır. Eğer o Kürt senin çıkarını, onurunu, toplumsal değerlerini, manevi değerlerini ve ekonomik çıkarlarını savunamayacak da sadece hakim iktidar erkinin huzurunda el pençe durup senin sırtından kesesini dolduracaksa bunun Kürt olmasının ne faydası var. Bırak seni toplum olarak dıştalayan, birey olarak da ezen sistemin içinde hiç olmazsa senin halkından ve senin oyun ile gitmiş birileri olmasın. Bu en azından seni vicdan azabından kurtarır. Ayrıca egemen güçler sömürdükleri halklardan bazı bireyleri seçtirerek uluslararası siyasette ve diplomaside kendilerine meşruiyet kazandırmak istiyorlar. İran rejimi de uluslararası kamuoyunu ve Kürt halkının örgütlü siyasal güçlerinin diplomatik çalışmalarına karşı güvence olarak bazı Kürt kökenlilerin kendi meclisinde yer almasının zorunluluğunu gördüğü için meclise Kürtlerden mutlaka birilerinin girmesini sağlamaya çalışacaktır. Şimdi sorun şu; biz fazla oy vererek rejim seçimlerine uluslararası meşruiyet mi kazandıracağız yoksa rejimin siyasetini boşa mı çıkarmaya çalışacağız? İşte halkımızın duyarlılık göstermesi gereken husus burasıdır. Bundan halkımızın hiçbir seçime katılmayacağı anlamı çıkmaz. Elbette yerel yönetim seçimlerine halkımız güçlü katılımını gerçekleştirmelidir. Yine halkımız adına gerçek anlamda siyasal çalışmaları yürüten ve bu nedenle rejim tarafından yasaklanmış siyasal partilerimizin uygun gördüğü ve seçimlere katılım çağrısı yaptığı durumlarda da seçimlere çok aktif katılmalıdır. Ancak bu örgütlerimiz tarafından seçimlere yönelik boykot çağrılarının yapıldığı durumlarda da mutlaka boykotun gerçekleştirilmesinin gereği vardır. Çünkü seçimler en alta indirgendiğinde nihayetinde bireysel tercih olsa da özünde geniş toplulukların ortak çıkarları ve talepleri ile anlam kazanır ve sonuç alıcı olur. Yani bir kişinin bankadaki hesabı yada kredi kartı gibi bire bir oya karşılığın alındığı bir uygulama değildir. Bu nedenle büyük toplumsal çıkar gruplarının birleşen oyları ancak sonuç alıcı olur. O halde halkımızın bireysel küçük hesaplardan ziyade ulusal, toplumsal hissiyatlarla hareket etmesinin rejim üzerindeki etkilerinin büyük olması nedeni ile rejimin sahte seçin sistemine duyarlı yaklaşımının çok büyük önemi vardır. Şu unutulmamalıdır ki rejimin bütün çabası toplumsal mutabakat ve görüş ortaklıklarını dağıtıp her insanı sadece kendisi ile sınırlı bir dünyaya hapsetmek ve burada adeta hücre hapsine alınan bir tutuklu gibi gerekli gördüğü şekilde yönetip yönlendirmektir.
Sonuç olarak günümüz dünyasında birçok demokratik ve özgürlükçü toplumun olmazsa olmaz kabilinde tüm yurttaşlarına kamusal alanda yer alma, yöneticisini seçme ve denetleyerek hesap sorma yetkisi olarak verdiği bir hak olan seçme ve seçilme hakkı diktatörlükler ve oligarşik antidemokratik rejimlerin sahte uygulamalarında ise halkın gözünü boyama ve uluslararası meşruiyet kazanma gerekçeleri ile kullanılmaktadır. Eğer toplumlar yeterince örgütlü ve bilinçli olur duyarlı hareket ederlerse kötü niyetli bu rejimlerin siyasetleri boşa çıkarılır ve seçim sistemleri değişime zorlanabilir. Aksi halde her seçimde kullanılan oy baskıcı rejimlere güç verecek, kişinin kendisine de katmerleşmiş ekonomik külfet ve zulüm olarak geri dönecektir.

B- Rejimin Uyguladığı Ekonomik Politikalar

Günümüzde ekonomik kalkınmışlık bir ülkenin sadece kişi başına tüketilen mal, satın alma gücü ve nisbeten kullanılan malzemelerin çokluğu değildir. Çünkü ekonomik güç ve kalkınmışlık ne geçmişteki gibi yeraltı-yer üstü zenginliklere dayanmakta ne de sadece fazla üretimle sınırlı olmaktadır. Bu anlamda birçok ülke çok fazla mal üretmesine rağmen gelişmiş değildirler. Yani ekonomik kalkınmışlık üretim öncesi, üretim kalitesi ve pazarlama ile tüketim gibi birçok hususu içermektedir. Üretim öncesi süreç de bilgi toplumu, kalifiye iş gücü, teknik ve teknolojik yaratım benzeri birçok gelişmeyi gerektirmektedir. Geçmiş ekonomiler kendi kendine yeterlilik anlamında çok fazla eğitimli beyin gücüne ihtiyaç göstermiyordu. Ağırlıklı fiziksel güç ve ülkenin yeraltı- yerüstü zenginlikleri yeterlilik arz ediyordu. Fakat günümüzde doğal zenginlikler hemen hemen etkinliklerini tümü ile yitirmişlerdir. İyi eğitilmiş beyin gücü doğru bir siyaset ve ekonomi politikası ile birleşirse coğrafik konumu, doğal zenginlikleri ve nüfus yoğunluğu ne olursa olsun çok güçlü bir ekonomik gelişme sağlayabilmektedir. Üretim öncesi gerekli olan bu faktörler; toplumun sadece teknik ve teknolojik ithalatla montaj sanayi gibi üretim yerine, özgün yaratım ve kendi markasını- patentini yaratması yine daha özgür hareket alanı ile rekabet imkânları sunması açısından çok önemlidir. Aksi halde dışarıdaki teknik-teknolojik desteğin kesilmesi durumunda montaj sanayileri çöker. Kısaca değindiğimiz bu hususlar günümüz ekonomik gücünün asıl dayanak noktalarını ana hatları ile vermektedir. Bu kriterlerden hareketle baktığımızda petrol ve doğal gaz gibi çok önemli ve büyük ekonomik kaynaklara, geniş topraklara sahip olmalarına rağmen İran benzeri birçok ülke bırakalım ekonomik anlamda kalkınmışlığı çok geri bir durumda iken, sömürgeci geçmişinden elde ettiği gelirlerden dolayı Avrupa ülkelerini bir kenara bırakırsak dahi Japonya, G. Kore gibi diğer birçok ülkenin nüfus yoğunluğuna göre hem yetersiz toprağı hemde doğal zenginlikleri olmadığı halde kaydettikleri gelişmeler dikkat çekicidir. Yine Almanya’da her iki dünya savaşından da yenilgi ile çıkarken çok büyük insan kaybına rağmen eğitilmiş toplumsal güç ve doğru ekonomik politikalarla hızla dünyanın sayılı ekonomileri arasına girebilmiştir. Asıl konumuz dünya ekonomilerini incelemek olmadığı için bu birkaç örnekten hareketle İran’a baktığımızda büyük bir tüketim toplumu olmanın ötesinde bir ekonomiden bahsetmek mümkün değildir.
Modern toplumlar ellerindeki kaynakların en önemli bölümünü bilimsel araştırma ve toplumun hem eğitim hemde ekonomik anlamda geliştirilmesi için kullanırlar. Her ülke yönetimi ve hükümet, vatandaşlarına iş sahası açmak, işsiz sayısını azaltmak yeni istihdam alanları açmakla mükelleftir. Uygulanan ekonomik politikalara göre iş sahaları ya direkt devlet tarafından gerçekleştirilen yatırımlarla sağlanır yada özel sektöre arazi, enerji ve vergi gibi konularda kolaylıklar sağlanarak, yatırım yapmaya teşvik edilerek yeni iş sahaları yaratılır. Çünkü bir coğrafyayı kontrol ederek egemenlik taslayan her rejim ve hükümetin o ülkede yaşayan halka can ve mal güvenliğini sağlayacak bir güvenlikle, geçimini sağlayacak iş imkânı sağlama zorunluluğu vardır.
İran rejimi ise ne devlet olarak Kürdistan’a bir yatırım yapmakta ne de özel sektörün yatırım yapma koşullarını yaratmamaktadır. Zaten çok fazla gelişme izni verilmeyen özel sektör, askeri kışlaya dönüştürülen Kürdistan gibi riskli alanlara yatırım yapmaya cesaret edememektedir. Çünkü burada kanunlar ve hukuk işletilmediği için yatırım büyük riskler taşımaktadır. Böylece rejim, ülkemizdeki politikalarının ekonomik bölümünü de alternatifsiz olarak yürürlüğe koymaktadır. Bu politika, devletin ekonomik gücünün, zora dayalı ayakta tutulan rejimin kendisini korumasına yöneliktir. İnsanın en zorunlu doğal ihtiyaçları olan beslenme ve can güvenliği oluşursa daha rahat düşünme imkanını bulacağı ve çağdaş insanlığın haklarını talep edeceği ve bunlar için mücadele edeceğini iyi hesaplayan rejim, halkımızın tüm enerjisini karnını doyurma ve yaşamını idame ettirmesine harcayacak politikalar gütmektedir. Devletlerin kendi vatandaşlarına karşı en önemli görevleri olan doğru ve yeterli bir ekonomik politika ile maddi kaynakların adil paylaşımı ve can ve mal güvenliğinin sağlanması İran sisteminde tam tersine uygulanmaktadır. Rejim genel İran halklarına karşı kullandığı açlıkla terbiye etme politikasını çok daha katmerli bir biçimde Kürdistan’da yürütmektedir. Bu hususların hepsinde de adeta vatandaşına büyüklüğünü ve gücünü gösterircesine bir politika güdülmektedir.
Kürdistan ve Kürt halkı, İran rejiminin kendisinden görmediği için hiçbir yatırım gerçekleştirmediği ve olağanüstü yöntemler ve güçler ile idare etmeye çalıştığı, adeta kendisini geçici bir misafir gibi gördüğü bir alan görüntüsü sergilemektedir. Nasıl ki eski sömürgeci devletler sömürdükleri topraklara bir yatırım yapmamış ve halklarına kendilerine hizmet ve zenginliklerini talan etmede çalıştırma dışında bir rol biçmemişlerse bugünkü rejimin Kürdistan’a yaklaşımı da böyledir. Bütün sistem, halkı daha fazla kendisine muhtaç ettirme üzerine kurulmuştur. Halkımızın tüm toprakları elinden alınarak bin yıllardır kendi toprağında hayvan besleyerek geçimini sürdürmeye çalışan halkımız otlak vergisine tabii tutulmakta, zozanlara gönderilecek hayvanlara birçok yerde hem sayısal hemde zaman olarak sınırlandırmalar getirmektedir. Bin yıllardır ülkemizi sömüre sömüre çoraklaştıran öncüleri gibi molla rejimi de aynı geleneğini sürdürmektedir. Rejim, halkımızın önemli bir kesiminin geçimini sağladığı hayvancılığı modern ıslah çalışmaları ve yöntemlerle destekleyerek hem daha karlı hemde doğaya az zarar verecek projeler geliştireceğine tam tersi uygulamalarla halkımızın boğazını daha da sıkmaktadır. Aynı şekilde tarıma yönelikte rejimin hiçbir desteği yoktur. Günümüzde Kürdistan’da uygulanan geleneksel tarım yaklaşık 8-9 bin yıllık bir geçmişle dünyamızda ilk defa bu coğrafyada bazı tohumların ıslahı ile başlamıştır. İlk başlarda sınırlı alanlarda ve teknik yetersizliklerden dolayı sınırlı olan tarım, Toros- Zağros yayından tüm dünyaya yayılmıştır. Çok uzun geçmişe dayanan tarım da aynı şekilde çok uzun bir geçmişi olan hayvancılık gibi eğer modern teknoloji ve yöntemlerle desteklenmez, toprak güçlendirilmezse ihtiyaca cevap verememektedir. Devlet bu alanda da halkı bilgilendirerek ve merkezi bazı sulamalarla tohum ıslah çalışmaları yaparak geliri arttırıp halkın refah düzeyini arttıracağına tam tersi bir politika ile dağıttığı asalaklık kuponları aracılığıyla halkımızı toprağını işletmekten, toprağına bağlanmaktan vazgeçirme politikası gütmektedir. Kürdistan’da çok zengin olan su kaynakları başka alanlara kanalize edilmekte, çok çeşitlilik gösteren iklime uygun ürünler ve alternatifler halka sunulmamaktadır. Çok yetersiz de olsa tarım ve hayvancılık halkımızın bin yıllardır en azından istikrarlı bir geçim kaynağına sahip oldukları bu nedenle kendi ülkelerine bağlı kalarak emekleri ile yaşadıkları geçim kaynakları iken, rejim bunları yok ederek günübirlik kendisine muhtaç bir toplum yaratarak halkımız üzerindeki emellerini gerçekleştirme çabasındadır.
İran rejimi devlet siyaseti olarak halkımızın içinde yaygınlaştırdığı halıcılık günümüzdeki uygulama şekli ile bazı alanlarda adeta toplumumuzda cahil ve sakat yeni bir nesil ortaya çıkarmaktadır. Halıcılık bir meslek olarak profesyonelce yapılırsa belki uygulanabilir bir meslek olabilir. Çünkü üretimi mesleki bir faaliyet olarak gerçekleştiren insanlar, onun daha iyi pazarlama bağlantılarını da kuracaktır. Fakat Kürdistan’da uygulanan yöntemde iki hususta çok ciddi hatalar yapılmaktadır.
Birincisi; halıcılık bir meslek olarak ele alınmamakta, bu işte neredeyse tümü ile küçük çocuklar çalıştırılmaktadır. Bazı yerlerde 5-6 yaşından başlanarak günde 15-17 çalışma saatine varan inanılmaz bir uygulama gerçekleşmektedir. Çocuklar okuldan, oyundan, temiz hava ve güneş ışığından koparılarak adeta köle gibi çalıştırılmaktadır. Çoğu yerde ebeveyenler çocuğun kendi istemi ile halı dokuduğunu söylemektedirler. Böyle birşey ne mümkün nede mantıklıdır. Yaşamı boyunca ebeveynlerinden fazla hoş görü görmemiş, onlar tarafından onaylanıp ödüllendirilmemiş çocuk, ebeveyinin takdirini kazanmak ve her halı tezgahtan çıktığında aferinini alıp küçük bir ödül almakla halı yapmaya özendirilmekte ve teşvik ettirilmektedir. Okuldaki başarısı için ödül alamayan çocuk, okuma kültürünün çok yaygın olmadığı toplumumuzda destek görmedikçe okuyamaz. Bu nedenle çoğu çocuk okulunu terk etmektedir. Yine güneş ışığından faydalanamayan çocuklarda fiziksel birçok bozukluk gelişmekte vücut gelişimi yetersiz kalmakta, bacak ve ellerde şekil bozuklukları, belde farklı rahatsızlıklar, eklem bozuklukları ile göz bozuklukları oluşmaktadır. Adeta yaşayan bir mumyaya dönen çocuklar bütün bu fiziksel bozukluk ve hastalıkların yanında toplumsal alış-veriş ve dünyadaki gelişmelerden habersiz bir şekilde bütün gelişme çağını geçirince büyüdüğünde cahil ve kayıp bir nesil olarak ortada durmaktadır. Çoğu ebeveyn için çocuğunun emeğinin hiçbir değeri yoktur. Bundan dolayı da çoğu çocuk, günde bin tümen yada daha altında bir para ile adeta kölelik gibi dayak da dahil her türlü uygulamaya tabii tutulan halı dokumacılığına gönderilmektedir. Toplumumuz buna sessiz kalmakta, devlet ise siyaseti gereği bu durumu teşvik etmektedir. Çoğu ebeveynin sığındığı “geçim sıkıntısı” bu duruma gerekçe olamaz. Zira o ebeveynler mademki o çocukları dünyaya getiriyorlar, onları günün gerektirdiği ihtiyaçlar temelinde büyütmekten de sorumludurlar. Bırakalım çocukları okutarak aydın ve bilinçli bir nesil geliştirmeyi kimi ebeveynler kendilerine köle gibi çalıştırmak için çocuk yapmaktadır. Bu tür bir yaklaşımın ne dinen ne ahlaken kabul edilecek hiçbir yönü yoktur. Bütün felsefeler ve hukuk sistemleri ebeveylere, çocukları reşit olana kadar onlara bakma ve günün koşullarına göre eğitme yükümlülüğünü getirirler.
Gerçekten oluşturduğu toplumsal tahribatla kıyaslandığında çok kısaca değindiğimiz bu hususlar hızla bilince çıkarılıp çocukların halı yapımından uzaklaştırılması gerekiyor. Burada her aile, köy ve mıntıka kendi koşullarına uygun yeni gelir kaynakları geliştirme konusunda bir arayışa yönelerek çocuk emeğinin, fiziğinin, geleceğinin sömürülmesine karşı kampanya tarzında çalışmalar başlatılmalıdır. Bunun ardında gizli olan rejimin politikaları boşa çıkarılırken, çocuklarını bu şekilde çalıştıranlar teşhir ve tecrit edilmelidir. Hiç bir anne-baba çocuğunun bütün bir geleceğini bu şekilde karartmamalıdır. Geleceği bu şekilde karartılıp sakat bırakılan her kız ve erkek çocuğun halk olarak geleceğimiz için çok büyük kayıp olduğunu bilerek onları eğitmeli ve korumalıyız. İleride her birisi iyi bir meslek icra ederek, toplumumuza büyük yararlar sağlayacak çocuklarımızın yarınları bugünden karartılmamalıdır. Çok verimsiz ve çöllük alanlar olan bazı ülkeler dışında günümüzde kimse açlıktan ölmemektedir. Hele hele bu ülke Kürdistan ise bu hiç mümkün değildir. Yeterki anne-babalar çalışıp emekleri ile yaşamayı hedef edinsinler.
İkincisi; halıcılıktan asıl kazancı üreten Kürtler değil rejim ve rejim uzantıları sağlamaktadır. Gerçek piyasa değeri 7-8 milyon tümen olan bir halıdan üreten halkımız bir milyon tümenden daha az bir para almaktadır. Bu ise bırakalım kazanç olmayı harcanan iş gücü emeğinin çeyreğini bile karşılamazken önemli ihracat malları arasında yer alan halıcılık, günücümüzdeki uygulama şekli ile hem çocuklarımızı sakatlayarak geleceğimizi karartmakta hemde rejimin halkımızın sırtından geçim kaynağına dönüşmektedir. Ekonomik olarak yoksullaştırılan halkımızın önüne yeni bir gelir kapısıymış gibi dikilen halıcılık sektörü topluma bir şey kazandırmadığı gibi geleceğini de tehdit ederken rejime her yıl büyük servetler kazandırmaktadır. Ne kadar yoksul olursak olalım, hiçbir gerekçe ve rejim uygulaması geleceğimizin garantisi olan çocuklarımızı bu şekli ile heba etmemize gerekçe olamaz. O halde öncelikle halkımız geleceğinin garantisi olan çocuklarımızı rejimin bu kirli siyasetinden kurtararak geleceğimizi garantiye almalı, ikinci aşama olarak da eğer bazıları meslek olarak bu işi yürütecekse aralarında kooperatifleşerek ürettikleri mal ile Pazar arasından tefecileri çıkartarak bu ürünlerinin gelirlerini kendi hesaplarına kaydırmaları gerekiyor. Bunların sonucu olarak da rejimin her birisi toplumsal bir yara olan ekonomik, sosyal ve ahlaki yönden toplumumuzu içten çökerten politikalarına karşı halkımız duyarlı olmalıdır.
Doğu Kürdistan’ın genel İran coğrafyasının batısında kuzey- güney hattında Nahçıvan, Türkiye, Irak sınırları boyunca uzaması ve bu coğrafyanın uzunluğuna nazaran nisbeten dar bir şerit oluşturması aslında ekonomik anlamda bir avantaj sağlamasına rağmen, İran rejimi Kürdistan’ı İran’ın en geri kalmış yeri, Kürtleri de ekonomik anlamda en zayıf halkı durumuna getirmiştir. Bütün ülkelerde ticaretin en yoğun olduğu hem iç Pazar hemde dış pazarlara açılım imkânlarının olduğu sınır boyları, Kürtler için adeta bir tecrit alanına dönüştürülmüştür. Sınır boyunca mevzilendirilen askeri güçlerin dış ablukasını içeriden de rejimin yatırımlar ve kalkınma programlarının dışında bırakarak tamamlaması söz konusudur. Bu geniş coğrafyada devletin hiçbir önemli yatırımı yoktur. Halkımızın elinde de büyük yatırımlara dönüştürülebilecek ne maddi imkânlar mevcuttur ne de olan kısmi sermayeye de rejim yatırım izni vermektedir. Bu politika sonucu, halkımız işsiz, güçsüz yığınlara dönmektedir. Böylece rejim halkımızı; dağıttığı kuponlarla kendisine ve siyasetine bağlı kılmaya zorlamaktadır. Ülkenin muazzam petrol gelirinden halkın payı diye yutturulmaya çalışılan kupon karşılığı erzak, rejimin siyasetine bağımlılaştırma amaçlıdır. Çünkü üretim giderleri ve iç tüketim hariç, sadece ihraç edilen petrolden bile her İranlının payına yıllık ortalama 450 dolar servet düşmektedir. Bu ortalama 5 nüfuslu bir aile için yılda 2250 dolar yapıyor ki buda azımsanmayacak bir gelirdir. Fakat rejim hem nakit olarak halka ödeme yapmamakta, hem yatırım ile iş alanı sağlayarak halkın ekonomik anlamda nispeten bağımsızlaşmasına yanaşmamakta hemde çok cüzi bir erzak ile halkı “size petrol gelirlerinden pay veriyorum” diye kandırarak, sürekli kendisine muhtaç ve bağımlı kılmaya çalışmaktadır. Günlük 100 milyon dolarlık petrol gelirlerinin doğru yatırımlara dönüştürülmesi halinde her ay on binlerce kişiye yeni iş sahaları açılabilecekken bu gelirler yatırım amaçlı kullanılmamaktadır. Hiç petrol ve doğal zenginlik kaynağı bulunmayan ve bütün bu ihtiyaçlarını da dışarıya döviz vererek temin etmek durumunda olan birçok ülke, ekonomi ve sosyal adalet alanlarında büyük gelişme göstermiş, işsizliği azaltarak kalkınmada bir istikrara kavuşmuşken molla rejimi enerji kaynakları gibi çok önemli maddeler için dışa bağımlı olmadığı ve çok muazzam kazançlar sağladığı halde bu zenginliklerin üzerinde adeta tepinerek harcamakta ve İran halkının bütün bir geleceğini yoksulluğa mahkûm etmektedir. İran ve İran gibi büyük petrol gelirine sahip birçok ülkedeki asalak rejimler bedava mal bulmuş hırsızlar yada babasından bir miktar para koparan haylaz çocuklar gibi bu gelirleri hoyratça kullanırlarken sağa-sola saldırmaktan da geri durmamaktadır. Siyasetin tümü ile çıkara dayalı olduğu dünyada, başka ülkelerin kendileri hakkındaki siyasetlerini, kendilerinin içinde bulundukları rezil rejimlere ve halkarını maruz bıraktıkları antidemokratik zalim uygulamalara gerekçe olarak göstermek kadar büyük sahtekârlık olamaz. Bu yaklaşım; bizi yutmak isteyen sözde dış tehditler ve tehlikelere halkın dikkatini çekerek kendi uygulamalarına vatanın bekaası için halkın katlanmasını sağlamaya yönelik bir siyasettir. Diyelim ki bu düşmanlar bu ülkeyi bölmek istiyorlar. O zaman senin buna karşı çözümün nedir? Sen, halkına güven vererek, onu ikna ederek ve ülkenin hem değerleri ve imkânlarını hem de sorunlarını onunla paylaşarak ortak bir irade mi yaratarak bu planları boşa çıkaracaksın yoksa bütün özgürlüklerini kısıtlayarak, ağzındaki lokmayı da alarak onu açlığa, yoksulluğa, sefalete ve cehalete mahkûm ederek, düşüncelerini ifade imkânını kısarak mı boşa çıkaracaksın? Eğer söylediğin dış tehdit ve tehlike senaryoları doğru olsa ve sen de ikinci seçeneği uygularsan kendi ayağına baltayı kendin vurmuş olacaksın. O zaman doğru olan şu oluyor; eğer dış tehdit ve tehlike varsa vatandaşınla barışık ve gönüllülük temelinde ancak buna karşı sağlam bir duruş sergileyebilirsin. Zira günümüzde, ne savaşlar sadece cephelerle sınırlı nede savaşanlar sadece üniformalılardır. Halklarının düşüncelerine saygılı olan ve ekonomik olarak halkları ile ülkenin yaratılan servetini paylaşan hiçbir ülkenin bölünme-parçalanma senaryoları olmazken İran gibi ülkenin doğal gelirlerinin egemen elitlerce harcandığı tüm ülkelerde parçalanma senaryolarının olması, bu elit kesimlerin hakkını yedikleri ve zora dayalı siyasetlerle sömürdükleri halklarının, egemenliklerini ve gelirlerini ellerinden alma veya kendileri ile paylaşma korkusundan kaynaklanmaktadır. Demek ki zora dayalı bu rejimlerin korkularının aslı, yetki ve ekonomik tüm güçlerini gasp ettikleri halktan bunları saklama çabası ve halk ile paylaşma korkusundan kaynaklanmaktadır. Devletlerin başka devletlerden faydalanma istemeleri yine çeşitli alanlarda birbirinden tavizler koparmak istemeleri doğaldır. Bizim değindiğimiz husus, zorla iktidarı ele geçirince bedavaya gelen muazzam petrol gelirlerini ülke ve halk için harcamayıp sadece kendi çıkarları için harcamak isteyen baskıcı rejimlerin bu bedava gelir kaynaklarını kaybetme psikozundan kaynaklı sahte komplo teorileri ve senaryolarıdır. Kendi gözündeki merteği görmek yerine karşısındakinin gözündeki iğneyi abartarak hakimiyetlerini sürdürmek isteyen bu rejimler, asıl büyük zararı sözde emperyal çıkarlarını engellediklerini iddia ettikleri dış güçler değil, bugününü işkenceye geleceğini de karanlığa mahkum ettikleri halklarına vermektedirler.
Geçmişte Osmanlı-Safavi, yakın zamanımızda da İran-Irak savaşları tümüyle sınırın her iki yakasında da Kürt halkının yaşadığı Kürdistan coğrafyasında yürütülmüş ve ülkemiz hem bu savaşlar hemde kendi başkaldırılarından dolayı adeta askeri bir garnizona dönüştürülmüştür. Aslında İran yönetimlerinin tarihsel olan Kürdistan coğrafyasını askeri tampon bölge, Kürt halkını da kalkan olarak kullanma siyasetleri günümüzdeki molla rejimince de yürütülmektedir Rejimin Kürdistan’a olan işgal edilmiş bir coğrafya, Kürt halkına karşıda güvensizliği ve ayrımcı politikası doğal olarak halkımızı da her konuda rejimin uygulamalarına alternatif arayışlara sürüklemektedir. İran rejiminin gönülsüz vatandaşları olan Kürt halkı her tür baskı ve ayrımcılığa rağmen açlıkla terbiye edilen hayvan muamelesini kabul etmeyerek coğrafyasının da kendisine sağladığı olanakları kullanmaktadır. Halkımızın yaşadığı bu uzun devlet sınırları boyunca sınırların karşı tarafında yaşayan insanlarımız da aynı dili konuşan, aynı inançta ve çok benzer zulümlere maruz kalmış aynı ırktan ve aynı umutlarla yaşayan fakat farklı devletlerin vatandaşı olan halkımız olmaktadır. Sınırların her iki yanında bulunan halkımız karşılıklı olarak birbirine sahip çıkma gayreti içerisindedir. Zorla çizilen ve her iki ülkenin askeri güçlerinin birbiri ile diyalog ve ortak çıkarlar çerçevesinde konumlandıkları bu sınırları aşarak, yaşam ve geçim mücadelesi veren halkımızın çektiği çileler ve acılar birçok filme konu olmuş, birçok şiir ve bilimsel araştırmaya kaynaklık etmiştir. Ünlü şairimiz Ahmed Arifin “33 Kurşunu” bu trajediyi destansı bir ustalıkla işlemektedir. Ayrı bir hukukun geçerli olduğu, ayrı bir rejimin iş başında olduğu, ayrı bir yaşamın hüküm sürdüğü zindanlardaki gibi insanlara karşı en doğal ihtiyaçlarının bile kullanılarak insanın terbiye edilmek istendiği bir coğrafyada onuru ile yaşamak elbetteki büyük özveri gerektirmektedir. Bu nedenle halkımızın çoğu geçimini sağlamak için sınırlarda kaçakçılık yapmaktadır. Birçok alanda halıcılıktaki gibi erkek çocuklar erken yaşlardan itibaren okuldan alınıp kaçakçılık işinde çalıştırılmaktadır. Mayınlanmış arazilerde, her iki devletin pusularında ve ayrıca kaçakçılığın gerekçe yapıldığı keyfi infazlarla çoğu çocuk yaşta ve genç, her yıl yüzlerce insanımız katledilmekte, binlercesi tutuklanarak zindanlara doldurulmakta ve ellerindeki tüm servetleri devletçe ellerinden alınmaktadır. Bu sektörde de canını veren, çoğu zaman malını veren ve en büyük çileyi çeken Kürt halkı olurken yine bundan yarar sağlayan devletin uzantıları olmaktadır. Hem gazol gibi Kuzey Kürdistan ve Türkiye’ye aktarılan malzemelerde hemde dışarıdan getirilen parça, içki, sigara ve lüks tüketim mallarında da durum aynıdır. Sınırları aşan halkımız çoğu yerde sadece bir kiralık taşıyıcı konumundadır. Yani canını tehlikeye atan, yakalanma riskini alan taşıyıcı, çok cüzi bir kazanç elde ederken hiçbir tehlike ile yüz yüze gelmeyen ve çok büyük paralar kazanan çoğu devlet bağlantılı, asıl kazancı elde etmektedir. Stratejik kaçakçılık hatlarına kurulan karakollardaki devlet görevlilerinin çoğu her gün milyon tümenlik pay alarak birkaç ay içinde köşeyi dönmektedir. Rejim, yoz sistemini değiştirme yerine çareyi bir kaç ayda bir bu karakol komutanlarını değiştirmekte aramaktadır. Bu karakollar haraçlarını almak için çekinmeden insanlarımızı öldürerek kendilerine pay vermeden geçişleri engelleyerek adeta alanda tanrılaşmaktadır. Bu şekilde öldürülen binlerce insanımız vardır ve hiçbirisinde de katillerden hesap sorulmadığı gibi çoğu zaman katilleri ödüllendirilip sadece başka yerlere nakledilmektedir. Devlet kaçakçılığın önlenmesi için rahatlıkla çözüm bulabilir. Fakat bu kendisinin işine gelmiyor. Kaçakçılık durursa siyaseti yürümeyecek. Çünkü kaçakçılık, halkımızın boynunda bekletilen idam ipi gibi kullanılmaktadır. Rejim istediği zaman ve alanda sıkı tedbirler alarak bu ipi sıkmakta ve halkımız tam can çekişmeye başladığı anda yine gevşetmektedir. Bu uygulama ile “ayağınızı denk alın yoksa istediğim zaman sizi açlık ve yokluğa mahkûm ederim” mesajı verilmektedir. Halkımızın çoğu rejimin bu planlı siyasetini, sanki o bölgede görevli komutanın tutumuymuş gibi algılamaktadır. Durum öyle değil, çok planlı ve genelin bir parçasıdır. Eğer çok sıkarsa halk farklı alternatiflere yönelebilir yada rejime baş kaldırabilir, çok rahat da bırakırsa halk zenginleşerek ekonomik olarak kendisini nispeten bağımsızlaştırabilir diye rejim yürürlükteki politikayı uygulamaktadır. Yani yarı aç yarı tok bir düzeyde tutarak ve yediği bir lokma ekmeğin de rejimin iyi niyetli yaklaşımları sonucu olduğunu hissettirerek, halkımızı günlük geçimini sürdürme derdiyle devamlı uğraştırmaktadır. Rejim kaçakçılığa çok yönlü bir siyaset gereği izin vermektedir. Bunlar ana başlıklarla yukarıda da değindiğimiz; ekonomik olarak halkımızı sürekli bir basınç altında tutmak, devletin gücünü her gün hissettirmek, halkımızı sürekli karın tokluğu peşinden koşturarak eğitsel ve siyasal çalışmalardan uzaklaştırmak, bu yolla halkımızdan bir kesimini ajanlaştırıp hem iç hemde dış istihbarat çalışmalarında kullanmak ve kişilik anlamında güvenilmez, para için her şeyi yapabilen, bireyci ve hayalperest bir kültür şekillenmesi yaratarak toplumumuzu dejenere etmeyi hedeflemektedir. Yine halkımızı hep devletten kaçan, devleti de kovalayan pozisyonda tutarak, buraya askeri yükümlülükleri için uzak coğrafyalardan ve değişik halklardan gelen insanlara halkımızın hep devlete karşı olduğu, gayrı kanuni yollara başvuran cahil ve asi insanlar olduğu imajı verilmektedir. Yeterli bir bilince sahip olan insanlar rejimin bu safsatalarının sahte olduğunu bilince çıkarsa da cahil ve siyasetle ilgili olmayanlar da rejime inanmaktadır. Böylece rejim, tüm halkımızı kanun dışı işlerle uğraşan, yabancı ülkelere hizmet eden asiler olarak lanse etmektedir. Aslında detaylara inilerek bu hususlar daha ayrıntılı araştırmalara da tabi tutulabilinir. Şimdilik biz bu konunun bundan sonraki kısmını sosyoloji araştırmalarına bırakarak kısaca olması gerekenin ne olduğuna bakalım. Rejim sınır boylarınca halkımız için uygun aralıklarla gümrüksüz serbest ticaret kapıları veya alanları oluşturarak halkımızın daha güven içinde ticaret yapmasını sağlayarak hem gönlünü kazanabilir hem genel ülke içi ticarete bir canlılık getirebilirdi fakat bunun olabilmesi için de rejimin kendisini çok köklü olarak ele alıp değiştirmesi yada tümden değiştirilmesi gerekiyor. Zira zaten zora dayalı sistem bu sahte ve güvensizlik yaratan politikalar üzerine kurulmuş bulunmaktadır.

Hiç yorum yok: