9 Şubat 2010 Salı

Prof. Mithat Sancar'la röportaj


Mithat Sancar, 1963 Nusaybin/Mardin doğumlu. İlk ve orta mektepleri Nusaybin’de, liseyi Diyarbakır’da okudu. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdi. Halen aynı fakültede profesör olarak görev yapıyor.
Akademik çalışmaları Devlet Teorisi, Anayasa Kuramı, İnsan Hakları ve Yargı Teorisi alanlarında yoğunlaşmıştır. Bu alanlarla ilgili çeşitli dergilerde yayınlanmış çok sayıda makalesi bulunmaktadır. Ayrıca edebiyat ve sinemayla da yakından ilgilenmektedir. BirGün gazetesinde başladığı köşe yazarlığını, 2009 yılı başından beri Taraf gazetesinde sürdürmektedir.
Yayınlanmış Kitapları:
“Devlet Aklı Kıskacında Hukuk Devleti”, (İletişim Yayınları)
Şehrin Zulası Ankara Kalesi (Ortak kitap, İletişim Yay.
“Mülteciler ve İltica Hakkı” (Bülent Peker’le birlikte) (İHD Yayını)
“Geçmişle Hesaplaşma – Unutma Kültüründen Hatırlama Kültürüne” (İletişim Yayınları)
“Adalet Biraz Es Geçiliyor!” – Demokratikleşme Sürecinde Hakimler ve Savcılar (TESEV Yayını)
“Biraz Adil Biraz Değil!” – Demokratikleşme Sürecinde Toplumun Yargı Algısı (TESEV Yayını)
Ayrıca Jürgen Habermas’ın Kamusallığın Yapısal Dönüşümü kitabını Tanıl Bora’yla birlikte Almanca’dan çevirdi (İletişim Yay.).
     Hülya Yetişen :Sayın Hocam, 85 yıllık devlet politikasında bir çok yönüyle ciddi bir takım değişikliklerin gerçekleşmekte olduğu gözlemleniyor. Biz daha çok sorularımızı "Kürt Açılımı" boyutu üzerinde yoğunlaştırmak istiyoruz. Kürt Açılımı’nı siz nasıl değerlendiriyorsunuz, sürecin ana momenti nedir ve bu süreç nasıl başladı?
Mithat Sancar: Türkiye’de 85 yıllık paradigmada ciddi bir sarsıntı yaşanıyor. Ben bu gelişmeyi, otoriter modernleşme sürecinin yol ayrımına gelmesi olarak nitelendiriyorum. 1999 yılı sonu, yani Türkiye’nin Avrupa Birliği tam üyelik sürecinin resmen başlaması bu açıdan çok önemlidir. Nitekim 2000 yılından itibaren o zamanki hükümet DSP-MHP-ANAP olmasına rağmen, 85 yıllık devlet politikasıyla, resmi ideoloji ve yerleşik sistemle çok da uyuşmayan, düzenlemeler yapmaya başladılar. Örneğin Kürtçe dil kurslarının açılması ve devlet televizyonunda sınırlı bir süre için bile olsa Kürtçe yayınların başlaması, bu hükümet zamanında çıkarılan bir uyum yasasıyla mümkün oldu.
Kürt açılımı da hem bununla bağlantılı hem de kendine özgü dinamikleri olan gelişmelerin ürünüdür. Kendine özgü dinamiklerin ilki, Türkiye’nin - düşük yoğunluklu savaş ya da nasıl nitelenirse nitelensin - bu sıcak çatışmayı artık kaldırabileceği noktanın sonuna gelmiş olmasıdır. Birinci faktör bu. İkinci olarak, Irak’ın işgalinden sonra yaşanan gelişmelerin burada çok önemli bir yeri ve rolü olduğunu düşünüyorum. Herkesin bildiği bir gerçeği burada tekrar etmekte bir sakınca yok. ABD, Irakta’ ki askerlerini çekeceğini açıkladı ve bununla, ilgili bir takvim de belirledi. 2010’da başlayıp 2011’de bitirmeyi hedefliyorlar. Şimdi bu dönemde ABD’nin sağlam bir dayanak noktasına ihtiyacı var Irak’ta. Sünni-Şii çatışması özellikle orta ve güney Irak’ta istikrar yaratma ihtimalini azaltıyor. ABD’nin Sünniler’e de Şiiler’e de dayanma konusunda açıkça bir güveninin olmadığı belli. Kendi politikası açısından bakıldığında Irak’ta dayanak noktasını ancak Irak Kürdistanı oluşturabilir. Bunun için de, Irak Kürdistanı’nda hem güvenliği hem de istikrarı sağlamaya acil ihtiyacı var. Büyük ölçüde askeri üslerini de oraya yerleştirecek. Irak’taki askeri kontrolü de Irak Kürdistanı’ndan sağlayacak. Irak Kürdistanı’nın Irak’ın diğer kesimleriyle ve Arap ülkeleriyle ciddi sorunları var. Türkiye, bu strateji de önemli bir yere sahip bu planın işleyebilmesi için, Irak Kürdistan Yönetimi ile Türkiye arasındaki ilişkilerin düzeltilmesi şart. Bunun önündeki en önemli engelin PKK olduğu biliniyor. PKK’nin dağdan indirilmesi ve silahlı mücadelenin sona erdirilmesi, Türkiye ve Irak Kürdistan yönetimi arasında ilişkilerin düzeltilmesi açısından hayati bir önem taşıyor. Bu durumda hem ABD hem Irak Kürdistan yönetimi tüm ağırlığı, PKK’nın silahsızlandırılmasına verdiler. Bunu çıplak gözle de görmek mümkün, bu bir komplo teorisi değil. PKK de, uzun süredir silahlı mücadeleyle bir yere
varılamayacağının söylüyor. Silahlı mücadelede uzatmalar, aslında 1999’dan beri yaşanıyor. Nesnel olarak Öcalan yakalandığında silahlı mücadelenin bitme şansı çok yüksekti. Öcalan ve PKK, bu yönde önemli adımlar da attılar. Ancak Türkiye devleti veya devlet içinde bazı güçler, bunu değerlendirmek istemediler veya değerlendiremediler. Bunlar Kürt cephesinden ve uluslararası cepheden görünenler. Üçüncü önemli faktör ise, Türkiye’de sistemin tıkanmış olmasıdır. Ordunun vesayeti, darbe planları özellikle AKP’nin hükümet olmasından bu yana, hep gündemde. Ordunun sistem içinde gücünü koruyabilmesi, büyük ölçüde sıcak çatışmanın, yani PKK’nin silahlı varlığının devam etmesine bağlıydı. Ama aynı zamanda bu ordu ve “derin devlet” dediğimiz yapı, AKP’yi de hazmedemiyor; onu da tasfiye etmek için elinden gelen her şeyi yapıyordu. AKP, kendi varlığını ve hükümet etme imkanını sürdürebilmek için, orduyla hesaplaşması gerektiğini anladı. Aslında AKP başlangıçta askeri vesayet odaklarıyla uzlaşmaya kapalı değildi; bunun için de epeyce manevra yaptı. Ancak ordu ve Kemalist yapılanma, her seferinde AKP’ye kapıları kapattı, onun manevra alanını daralttı. Ayışığı, Yakamoz gibi darbe planları, kapatma davası, cumhurbaşkanlığı seçimi, 27 Nisan muhtırası hep bu politikanın yansımalarıdır. AKP’ye açıkça çarpışmaktan başka bir yol bırakılmadı. 22 Temmuz seçimlerinde aldığı yüksek oy oranının da verdiği cesaretle, AKP bu güçlerle açık çarpışmaya girdi. Kılıçlar çekilince geri dönmek çok zordur. Eğer AKP bu yapılanmayı tasfiye etmezse kendisi tasfiye edilecektir. Bu hesaplaşmada en önemli mevzi, Kürt sorununda çatışmayı bitirmekti. Zira çatışma devam ettiği sürece, ordunun sistem içindeki gücünü tam denetim altına almak çok zordur. AKP, Kürt açılımını başlatmadan önce, olası direnç ve provokasyon odaklarını da etkisiz hale getirmek gerektiğini biliyordu. Bütün provokatif planların odağı olan yapı, Ergenekonla ortaya çıkarıldı ve etkisiz hale getirildi.

Aslında iç ve dış bütün şartlar, Türkiye’de PKK sorununu barışçıl, Kürt sorununu da demokratik yoldan çözmeyi dayatıyor. Hükümetin, bu işin öncülüğünü üstlenmesi, tarihi önemde bir gelişmedir. Şu anda atılan her adım, hükümetin öznel niyetinden bağımsız nesnel dinamikler yaratıyor ve Türkiye’de demokratik siyaset alanını hiçbir gücün tek başına kontrol edemeyeceği biçimde genişletiyor. Öyle bir genişleme yaşanıyor ki, hiçbir güç, ne AKP, ne Ordu, ne PKK, ne ABD ve ne de herhangi başka bir güç bu sivil dinamiklerin hepsini bir anda kontrol edebilecek imkana sahip olamaz. Bir kısmını kontrol edebilirler, çarpıtabilirler, ama öyle dinamik bir süreç başladı ki, bunun Türkiye’de sistemi gerçekten demokratik yönde değiştirme potansiyeli çok yüksektir.

Hülya Yetişen: Yani bunun geriye dönüşü yok.

Mithat Sancar: Bana göre geriye dönüş, çok daha ağır ve acılı olur. Bunu kimsenin göze alabileceğini sanmıyorum. Bu sürecin geriye dönüşü, Türkiye’de toplumsal parçalanma anlamına gelecektir; bu da ülkenin birkaç eksende fiilen bölünmesi ve iç çatışma hatlarının oluşması sonucunu doğuracaktır. Bana göre, toplumun büyük çoğunluğu bunun farkındadır. Süreci baltalamayı göze alabilecek “çılgın Türkler” dediğimiz bir tehlikeli yapı çıkabilir, ama onların da gücü buna yeter mi, emin değilim. Yetmeyeceği kanısındayım.


Hülya Yetişen: Ergenekon Davası, Devlet politikasındaki değişimin önünde engel olarak görülen "Ordu vesayetini" sınırlandırma olarak değerlendiriliyor. Ergenekon davasını ve bu dava ile birlikte başlayan süreci siz nasıl değerlendiriyorsunuz?


Mithat Sancar : Doğrudur. Bir defa bu süreci de çok ciddiye almak lazım. Hiç kuşku yok AKP’nin burada kendine göre hesapları vardır, ama bütün bunları bir kenara bırakıp şöyle bir objektif olarak baktığımızda göreceğimiz tablo şudur: Yıllardır gözümüzün önünde cereyan eden bütün olayların arkasındaki ve ortasındaki güçlerin bunlar oldukları biliniyordu, faili meçhullerin sorumluları oldukları biliniyordu, darbe tezgâhlayan güçlerin bunlar olduğu biliniyordu. Şimdi bunlar, soruşturuluyor, sorgulanıyor, yargılanıyor. Bir dönemin kuvvet komutanları bile sivil savcılara şüpheli sıfatıyla ifade vermek zorunda kalıyorlar. Bu gelişmelerden ulusalcı çevrelerin büyük rahatsızlık duyması anlaşılır bir şeydir; çünkü bu toplumda halk desteği olmadan iktidarda kalmalarını sağlayan sistem çöküyor. Fakat bunlar dışında kalan çevrelerin, Ergenekon sürecine mesafeli yaklaşmalarını onaylamak mümkün değildir. Türkiye’de sol eğer geniş kesimiyle bu sürece temkinli, kuşkucu ve mesafeli yaklaşıyorsa, kendi damarındaki Kemalist kandandır ve bu çözülmeyi bu tasfiyeyi içine sindirememesindendir.
Ordu, bu süreçte ciddi mevziler kaybetti. Ergenekon dışında, Dağlıca ve Aktütün olayları ile geçen yılki sınır ötesi operasyon fiyaskosu, ordunun gücünü, itibarını ve prestijini epeyce sarstı. Bu gelişmeler olmasa, Kürt açılımını başlatmak çok daha zor olacaktı. 
Hülya Yetişen : Turgut Özal'ın ‘İkinci Cumhuriyet’ dediği, Devletin yeniden yapılanması gibi bir süreç mi yaşanıyor? Bu sürecin aktörleri olarak görülen devlet organlarının "Yeniden yapılanma" ile ilgili stratejik düzeyde bir politikalarından söz edebilir miyiz?

Mithat Sancar: Turgut Özal dönemi, küçük bir yoklamaydı. Turgut Özal’ın devletin siyasi yapısında bir değişiklik yaptığını söylemek abartılıdır. Hatta şunu söyleyebiliriz: Özal ile ordu arasında, ekonomiyi istediğiniz gibi yapılandırın devletin siyasi yapısına dokunmayın gibi bir mutabakat vardı. Bu mutabakat dolayısıyla, Özal ekonomide bir liberalleşme, hatta neoliberal politikaların önünü açan ciddi bir dönüşüm yaptı. Ancak devletin otoriter sisteminde herhangi bir değişikliğe yol açacak bir girişime yanaşmadı. Kürt sorununa da, esas olarak ekonomi penceresinden baktı; Kürt sorunu çözülürse, Türkiye’nin ekonomik potansiyeli yükselir hesabı yaptı. Bana göre Özal’ın siyasi vizyonu, ciddi bir siyasi dönüşüm için yeterli değildi; belki şartlar da buna elverişli değildi. Özal’ın orduyla çatıştığı zamanlar oldu; ama hiçbir zaman bunu derin bir siyasi hesaplaşmanın başlangıcı yapacak bir siyasi harekette bulunmadı. Bana göre asıl çatlamalar Refah Yol döneminde başladı. Refah Partisi’nin iktidar ortağı olması paradigmanın ciddi olarak sarsıldığı ilk dönemdi ve arkasından 28 Şubat geldi zaten. 28 Şubat, bana göre sistemin son büyük kumarıydı ve rövanşını 2002’de AKP. O rövanşla birlikte 28 Şubatı sessizce geçiştirmenin mümkün olmadığı bir döneme girildi. Biraz başta saydığım faktörlerle birlikte gerçek siyasi yeniden yapılanma o dönemde hızlandı. Ama tekrar söylüyorum, bunda AB süreci çok kritik bir rol oynuyor. Yeniden yapılanmanın çok belirgin bir hal aldığını söylemek hâlâ mümkün değil. Çünkü Anayasaya dokunulmuş değil, yeni Anayasa yapma çabası var; fakat gerçekten kapsamlı bir değişim için, Kürt sorununun “normalleşeceği” bir duruma ihtiyaç var. Şiddet sona ermeden, demokratikleşme hamlelerini Türk kamuoyuna kabul ettirmek de çok zordur. O nedenle Kürt sorunu ve PKK sorunu sadece Kürt Sorunu ve PKK sorunu değildir. Türkiye’de sistemin bütün ayaklarıyla ilgilidir ve oradaki bir dönüşüm, sistemin tamamını etkileyecektir.

Hülya Yetişen : Çatışan taraflar dahil herkes silahların susmasından ve hatta bırakılmasından söz ediyor. Bu durum Kürt sorununun siyasallaştığı anlamına mı geliyor? Eldeki verilere göre sizce bu aşamadan sonra Kürt sorunu, daha çok hangi kulvarda akacak?

Mithat Sancar : Kürt sorunu iki anlamda siyasallaşıyor . Birincisi ilk defa sivil siyaset içinde ve sivil kamuoyunda bu kadar özgür ve serbest olarak bütün boyutlarıyla tartışılıyor. Devlet içinde bile artık o eski mahfuz alan politikası bitti. Devlet yöneticileriyle örneğin İçişleri Bakanı’yla diğer bakanlar ve müsteşarlarla en muhalif, devletin daha önce en duymak istemeyeceği görüşlerin dile getirildiği görüşmeler yapılabiliyor. İçişleri Bakanı toplumun bütün kesimleriyle görüşebiliyor.
PKK’nin silah bırakma süreci, siyasallaşma süreciyle paralel gidecektir. Başka türlü olmasını beklemek gerçekçi değil, doğru da değil, çünkü PKK siyasi iddiaları olan bir örgüttür. Silahı bıraktığı anda siyasi iddialarından vazgeçecek değildir. Ve zaten esasen sivil siyasette kendi kontrolünde ya da kendi tabanının içinde olduğu sivil oluşumlar hep olmuştur. HEP’ten beri bu alanda zaten vardır PKK. Şimdi bir yandan silahlar bırakılırken diğer yandan PKK’nin DTP’leşmesi süreci başlayacaktır, DTP’nin PKK’leşmesi değil ; yani PKK DTP haline gelecektir veya başka bir parti, ama bir sivil siyasal parti haline dönüşecektir; bu kaçınılmaz bir şeydir, bunu engellemenin de bir anlamı yoktur. Hatta bana göre PKK’nin silah bırakmaya ikna edilebilmesinin önemli şartlarından biri siyaset yapmasının önündeki engellerin kaldırılmasıdır. Bunlar sesizce veya açıkça sanırım önümüzdeki süreçte kaldırılacaktır ve o zaman siyasallaşmaya yumuşak geçiş yaşanabilecektir.

Hülya Yetişen : Taraf’daki bir yazınızda Turgut Uyar’ın ‘Herkes ne zaman ölür, elbet gülünün solduğu akşam’ dizesinden esinlenerek, ‘Bir toplum ne zaman çürür adaleti solduğu zaman’ diyerek Türkiye’deki yargıyı eleştirmiştiniz. Yargının Çürümesi ne anlama geliyor ve ne tür sonuçlar doğurabiliyor? Türkiye'de yargı bağımsızlığı nasıl sağlanabilir? Yasa koyucunun bu yönlü bir girişimi ve politikasından söz edebilir miyiz?

Mithat Sancar :Yargının bağımsızlığı başlı başına bir amaç değildir; yargının bağımsızlığının yöneldiği hedef yargıyı tarafsız yapmaktır. Bir defa hiç bir sistemde mutlak bir tarafsızlık söz konusu olamaz, ama yargının mevcut kuralları herkese eşit şekilde uygulaması, tarafsızlığın büyük ölçüde sağlanması için yeterlidir. Türkiye’de yargı aslında resmi ideolojiyle kurulan sistemin her zaman önemli bir ayağı olmuştur. Dört tane önemli sütunu vardır bu sistemin: - eski terimlerle söylersem - askeriye, adliye, hariciye, ilmiye; yani ordu, yargı, dışişleri ve üniversite. Şimdi yargı hiç bir zaman Türkiye’de batılı anlamda bir tarafsızlık içinde olmamıştır. Dönemin şartlarına göre düşman olarak kim belirlenmişse hep onu tasfiye etmek üzere harekete geçmiştir veya tüm imkânları onun için kullanmıştır. Solu ezmek için araçsallaştırılmıştır. Bir de İslamcıları ve özellikle de her dönem Kürtleri. Şimdi böyle baktığımızda ordu, sistemin silahlı dayanağı ise, yargı bu sistemi sivil alanda ayakta tutmak üzere hazırlanmış ya da buna göre ayarlanmış en önemli güçtür. O nedenle üst yargı organı temsilcilerinin dilleri hep resmi ideolojinin dili olmuştur. Şimdi bu kırılma süreciyle birlikte yargının bu yönü çok daha çıplak görünür hale geldi. Daha önce sessiz bir siyasi faktör iken, şimdi gürültücü bir siyasal aktöre dönüşme çabasına girdi. Ve her çabası kendisinin prestij kaybıyla sonuçlandı. 367 kararı öyleydi, türbanın serbest bırakılmasına yönelik Anayasa değişikliğiyle ilgili karar böyle oldu.
Adaletsizlik, sadece yargı süreçleriyle ilgili bir şey değil; olağan gündelik hayatta ayrımcılığa uğrama duygusuyla da beslenen bir şeydir. İşte bu nedenle eğer toplumda geniş bir kesim ayrımcılığa uğradığı kanısındaysa, o toplumda adalet soluyor. Hem yargısı hem toplumun başka kesimleri mesela medyası, ordusu yapıyorsa orada adalet duygusu ölür. Adalet duygusunun ölmesi bir toplumu çürütür…

Hülya Yetişen : Değiştirilmesi teklif bile edilemeyen Anayasa'nın 2. maddesi neyi içeriyor? Bu maddeler Türkiye'nin demokratikleşmesi önünde bir engel olarak duruyorlarsa,Türkiye nasıl demokratikleştirilebilir? Bu maddeleri değiştirecek hiçbir yol ve yöntem yok mu?
Mithat Sancar : Aslında sorun 2. Madde’de değil. Çünkü 2. Madde Türkiye Cumhuriyeti’nin niteliklerini sayıyor. Demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, insan haklarına dayalı demokratik laik sosyal bir hukuk devleti diyor. Bunları da değiştirmek gerekmiyor Türkiyede demokratikleşmenin önünü açmak için.

Hülya Yetişen : Bu madde aynı zamanda üniterliği de kapsamıyor mu ?
Mithat Sancar: Hayır! Aslında anayasanın hiçbir maddesinde “üniter devlet” diye açık bir ilke yer almıyor. “Üniterlik”, Anayasanın 3. maddesinden türetiliyor. Şöyle diyor bu madde: “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür.” Kürt sorununu çözmek için, bence bu maddenin de değiştirilmesi şart değil. Özerk yönetimler veya yerel yönetimlerin özerkliğe yakın bir yetkiyle donatılması, üniter devlet ilkesine aykırı değildir. Hatta bana sorarsanız federasyon bile bölünmez bütünlüğü ihlal etmez. Çünkü federasyon, toprağı bölmek, ayrı bir devlet kurmak değildir; milleti de bölmek değildir. Ancak fiziksel ayrılık talebi ya da bağımsızlık talebi 3. maddeyle uyuşmaz.
Anayasa Mahkemesinin bu maddeye dayanarak ürettiği bir içtihat vardır. Bir slogan gibi, parti kapatma davalarında sürekli tekrarlanan bir formülasyon kullanıyor anayasa mahkemesi: “Tek devlet, tek, millet, tek dil!” Mahkeme, bırakın federasyon istemeyi, yerel yönetimlerin yetkilerini genişletmeyi bile, 3. maddeye aykırı sayıyor.
Yalnız 3. Maddede, “devletin dili Türkçedir” şeklinde bir ifade var. Devletin dili Türkçe denince devlet eliyle sanki başka bir dilde herhangi bir şey yapılamazmış gibi bir çıkarsama yapılabilir. Burada bir sıkıntı olabilir, ama bunun da anlamını esas olarak Anayasa Mahkemesi çok katılaştırmıştır. Farklı demokratik bir yorumla kastedilenin “resmi dil” olduğu sonucuna varılabilir. Bana göre o bile yoruma açık. Ama ilk üç maddede bir değişiklik yapılacaksa, “devletin resmi dili Türkçedir” şeklinde olabilir. Aslında bu maddeleri de değiştirmenin bir yolu var; fakat biraz çatışmacı bir yöntem olur bu. Mesela, bu maddelerin değiştirilemeyeceğini belirten 4. madde değiştirilebilir. Ama bu ihtimalde de Anayasa Mahkemesi engel çıkaracaktır muhtemelen. Dolayısıyla önümüzdeki dönem Anayasanın değiştirilmesine yönelik pek çok tartışma mecliste değil, meclisle Anayasa Mahkemesi arasında geçecektir. O nedenle ben önümüzdeki dönemde Anayasa Mahkemesi’nin yapısının değiştirilmesi yönünde bir girişimde bulunulması gerektiği fikrindeyim. Anayasa Mahkemesi’nin yapısını reforme etme konusunda yıllardır hazırlıklar yapılıyor. Anayasa Mahkemesi’nin kendisi bile bu konuda raporlar hazırladı. Mesela iki daireye ayrılabilir; üye sayısı arttırılabilir; üye seçim yöntemi değişebilir. O zaman belki farklı bir Anayasa Mahkemesi bileşimi ortaya çıkar, belki o zaman Anayasa Mahkemesi, bu katı ideolojik misyoner tutumunu değiştirir. Eğer şimdiki pozisyonundan farklı, demokratik bir bakışa ulaşabilirse, anayasanın bu temel ilkelerini değiştirmeye gerek olmadan da pek çok alanda ciddi demokratikleşme hareketleri mümkün hale gelecektir. Kaldı ki, bugün demokratikleşmeyi ilerletebilmek için mutlaka anayasayı değiştirmek için beklemeye gerek yoktur. Evet, anayasa değişmelidir. Fakat anayasa değiştirilmeden hiç bir şey yapılamaz mantığı çok yanlıştır. Bu mantık, değişime girişmekten kaçmak için bir bahane olarak kullanılabiliyor. Mesela AKP, bazen bu bahanenin arkasına saklanabiliyor. Oysa kanunları bile değiştirmeden yapılabilecek çok değişiklik var. Değerli dostum Sezgin Tanrıkulu, Radikal Gazetesi’nde yayınlanan bir yazı dizisinde bunu ayrıntılı bir biçimde ortaya koydu. Bir kademelendirme yapmak lazım; anayasa değişikliği gerektiren düzenlemeler, yasa değişikliği gerektiren reformlar, yasa değişikliği bile gerektirmeyen düzenlemeler diye.

Hülya Yetişen : Geçmişle Hesaplaşma ’kitabınızdan yola çıkarak, Sizce, Türkiye geçmişiyle nasıl hesaplaşmalı? Geçmişle hesaplaşma devlete nasıl bir külfet yükleyebilir? Örneğin Ermenilere tazminat ödeme ve gayrımenkullerini iade etme ve Kürt köylerinin yeniden inşası gibi.
Mithat Sancar: Geçmişle hesaplaşma çok kapsamlı bir süreçtir, çok boyutludur. Geçmişle hesaplaşmanın siyasal, hukuksal, psikolojik boyutları olduğu gibi, estetik kültürel ve ekonomik boyutları da vardır. Bu boyutların en önemlisi, geçmişinde ağır insanlık suçu, ağır insan hakları ihlalleri, kıyım veya soykırım olan bir toplumun bunlarla ilgili hakikati kabul edip gereğini yapma iradesi göstermesidir. Şimdi yakın dönemde işlenmiş ağır suçlar için hukuksal boyut elbette önemlidir. Geçmişte yaşanmış ağır ihlallerin ve suçların faillerini yargılama talebi önemlidir. Mesela Arjantin’de cunta çöktükten hemen sonra cuntanın bütün liderleri yargılandı. Ama Ermeni kıyımıyla ilgili olarak o dönemin sorumlularını yargılama talebi zaten gerçekçi değil, kimse kalmadı zaten hayatta. Şimdi estetik boyutunda suçları kabul etmek ve suçların kabul edildiğini gösteren kamusal jestlerde bulunmak gerekiyor. Anıtlar dikmek, sokak isimlerini değiştirmek de bu işin bir parçası; mesela Talat Paşa Bulvarı gibi bir bulvarın olmaması gerekiyor. Simdi telafi meselesine gelince; bu telafi tazminat şeklinde olabiliyor. Yakılan köylere ilişkin iyi – kötü, eksik - gedik bir telafi süreci sessiz sedasız bir kaç yıl önce başladı aslında. ‘2004 yılında kabul edilen 5233 sayılı Kanun, bu işlevi bir ölçüde görüyor. Gerçi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ndeki davaları azaltmak gibi bir taktik amaç da vardı, ama köyleri yakılanlara tazminatlar ödenmeye başladı bir kaç yıldır. Ödemeler yeterli olmayabilir, itirazlar olabilir, ama bu sürecin işlemesi önemli. Zira bu kanun, bir kabul, bir itiraftır.
Köye dönüş meselesinde kritik konu, koruculuk sistemidir. Bu sistem kaldırılmadan köye dönüşün güvenceli olması beklenemez. Koruculuk kaldırılmadan söz konusu Kanunla başlayan süreç hep eksik kalacaktır. Eski sakinler döndüğünde çatışmalar yaşanabilir.

Hülya Yetişen : Peki korucuların da bir açıklaması vardı. PKK ile sorun çözülmeden biz silah bırakmayacağız diye….
Mithat Sancar : Hükümetin açıklaması bu yönde, doğru. Cemil Çiçek’in ağzından yapıldı bu açıklama, “terör bitmeden koruculuk kaldırılmayacak” diye. Ama açılım devam ederse, sıra köy koruculuğunun tasfiyesine gelecek.

Hülya Yetişen : Peki Köy Korucularının rehabilitasyonu sizce nasıl olacak ? Kürt geleneklerinden uzaklaşan bu paramiliter güçlerin yakın bir tarihte kadın ve çocuk öldürdüğünü biliyoruz.

Mithat Sancar : Bu kültürle gelenekle bağlantılı bir konu değil bence. İktidarın cazibesine kapılan gruplar bu iktidar imkanlarını en çirkin, en vahşi amaçlar için kullanabiliyorlar. Kürt sorununun bu yönleri pek fazla tartışılmıyor, oysa bu çok önemli bir mesele. Çözüm yolunda ilerleme oldukça, bu konular daha fazla gündeme gelecektir.
 Hülya Yetişen :30 yıldır devam eden savaş, Türkler ve Kürtler arasındaki ayrımı ve yabancılaşmayı daha da derinleştirdi. Kürtlerin varlığını inkar üzerine kurulan resmi ideoloji, Kürtleri aşağılayan bir yaklaşımı neredeyse meşru kıldı. Yaşanan bunca şiddet ve acıya rağmen gerçek bir barış inşa edilebilir mi? Özlenilen böyle bir barışa gedecek yolda devlet ve Kürt tarafı işe nereden başlamalı?

Mithat Sancar : Evet, çatışmalarla derinleşen bir yabancılaşma ve birbirinden bir kopuş var. Duygusal bağlar zayıfladı. Türkiye’nin bana göre diğer dünya ülkelerinden farklı ve özgün tarafı, başka hiç bir toplumda görülmeyecek biçimde bir iç içe geçmişliğin olmasıdır. Bunu herkes söylüyor olabilir, bir klişe olması doğru olmadığı anlamına gelmez. Ancak bir arada yaşama konusunda bir tamir süreci, belki zor olacaktır, ama imkansız değildir. Dünya için, Türkiye’nin bu alanda özgün bir model yaratma potansiyeli yüksektir . İçişleri Bakanı Türkiye modeli yaratacağız dediğinde, çoğu kişi bunu yanlış anladı, fakat bence doğru söylüyordu. Kürt sorunu çözümünde dünya tecrübelerinden ve evrensel birikimden yararlanmak gerekir; ama çözüm olursa, sonuçta ortaya çıkacak model büyük ihtimalle kendine özgü bir model olacak ve dünya literatürüne geçecektir. Bunun için yapılması gereken çok şey var. Öncelikle kopuş dilinin tamir edilmesi, her iki taraf için de gereklidir. Bana göre Başbakan’ın konuşmaları, özellikle grup toplantısında ve meclis kürsüsünden yaptığı konuşmalar, psikolojik bağları yeniden tamir etme konusunda önemli işlev gördü. Eğer meclis kürsüsünden bir Başbakan çıkıp Kürtlerin bütün değerlerini, eşit değerler olarak sıralıyorsa, bu psikolojiyi değiştirmede önemli rol oynar. İşin diğer yanında PKK var. Silahlı mücadelenin yarattığı bütün sertliğe ve katılığa rağmen, PKK kitleselleşen her hareket gibi, pragmatik bir dil bulma mecburiyetindedir ve bu potansiyele sahiptir. PKK, kitleselleşmiş bir harekettir; diğer küçük Kürt gruplarına göre daha esnek, daha az ideolojik davranabilir. Öcalan’ın açıklamalarını alt alta koyarsak, AKP’den geri kalmayan bir pragmatizm görürüz, şartlara göre sürekli yeni şeyler söyleyen biridir Öcalan. Bu kadar çok kitlesel gücü ardına almış her örgüt pragmatik davranmak durumunda kalır. Ancak Öcalan’ın kendisi, Türk kamuoyuna hitap etmek için uygun ve iyi bir adres değildir. Sıradan Türkün zihninde Öcalan şiddetle ve ölümlerle özdeşleşmiş bir figürdür. Eğer PKK ve Öcalan, gerçekten birlikte yaşamı temel alan bir çözümden yanaysalar, Türk kamuoyuna hitap edecek daha uygun bir dil geliştirmek zorundalar. Tek kişinin bu kadar belirleyici olması, bazen işleri kolaylaştırabilir; ama çözüm sürecinin tamamını tek kişiye bağlamak bazen de işleri aşırı ölçüde ağırlaştırabilir. 
Hülya Yetişen : Bu sürecin aktörleri olarak sizce kim veya kimler muhatap alınmalı? Bir çok çevrenin DTP'yi muhatap olarak göstermesine karşılık DTP'nin İmralı Adası’nda hapis tutulan PKK Genel Başkanı Abdullah Öcalan'ı muhatap göstermesinin hukuki ve politik boyutu nasıl değerlendirilebilir?

Mithat Sancar :Şimdi işin hukuki boyutu, bana göre buradaki en önemsiz boyuttur. Bu meselede ben doğrudan bir muhataplığın uygun olmayacağını düşünüyorum. Türkiye’nin ve Kürt sorununun özgün yapısı, bir masa etrafında iki tarafın oturup sorunu çözmek üzere pazarlık yapacağı bir duruma elverişli değildir. Meseleyi ikiye ayırarak değerlendirmek gerekir: Şiddet sorunu, yani PKK meselesi ve doğrudan Kürt sorunu. Elbette bu ikisi arasında çok sıkı bağlar vardır; ama çözüm yöntemini tartışırken, bu ayrım işe yarar. PKK sorununun çözümünde, yani şiddetin sona erdirilmesi konusunda, uluslararası terminolojide silahsızlandırma olarak belirtilen yöntem kullanılmak isteniyorsa, silahlı örgütü doğrudan veya dolaylı sürece katmak gerekir. Amaç, örgütü ikna edebilecek şartları yaratmaktır. İkna edebilmek, doğrudan veya dolaylı muhatap almak demektir. İkna etmek için sunulacak şartların açıkça konuşulması gerekebilir. Bu kamuoyu üzerinden de yürüyebilir; ama kamuoyu üzerinden yürümesi bazı sıkıntılara yol açabilir. Buna karşın Kürt sorununun çözümünde PKK ve/veya DTP’nin tek yetkili muhatap olarak görülmesi, ne gerçekçi ne de uygundur. Diyelim ki masa kuruldu, Türk tarafında kim oturacak, hükümet mi, ordu mu? Bunların Türk toplumunun tamamını temsil etme yetkisi ne kadarsa, Kürt tarafında da PKK’nin veya DTP’nin de böyle bir sorunu var. Dolayısıyla burada herkesin sesini ve gücünü, kendi sesini gücü imkanında duyurabileceği bir demokratik ortama ihtiyaç var. O zaman toplumun tümü muhatap alınmış olur. Yani hem Türk hem de Kürt toplumunun tümü. Şimdi herkes konuşuyor, oradan buradan mesaj veriliyor, Öcalan açıklama yapıyor, hükümet içinde insanlar konuşuyor, velhasıl herkes konuşuyor ve bana göre bu aslında açık bir müzakeredir ve bu doğru bir yöntemdir.

Hülya Yetişen :“Kürt açılımı” olarak lanse edilen bu süreç, PKK kadrolarının yasallaşıp siyaset yapma yollarının önünü açar mı ? PKK hukuksal olarak Türkiye’de sivillesip siyaset yapabilir mi?
Mithat Sincar:Bu soruyu daha önce cevaplandığınız için geçiyorum.
Hülya Yetişen : Kandil ve Mahmur'dan gelerek Habur Sınır Kapısı’ndan giriş yapan guruplar, PKK ve DTP'nin de beklemediği kitlesel bir coşku ve yoğunluk ile karşılandı. Kitlelerin bu biçimde dile getirdiği tepkiyi nasıl yorumlamak gerekiyor?

Mithat Sancar : Bu tepkiyi iki türlü açıklamak mümkün. Birincisi gerçekten Kürt halkı bu savaşın bitmesini istiyor. Ve bu şekilde bitmesini istiyor; teslimle, tasfiyeyle, yıkımla değil; anlaşarak, barışçıl bir şekilde gelip hayata ve siyasete katılacakları bir şekilde çözülmesini istiyor. Bu işin birinci boyutu! İkinci boyutu da şudur sanırım: Eğer PKK silah bırakacaksa, şu anda güvenebileceği bu kitle dışında hiç bir mercii yok. Doğal olarak PKK’ye bu garantiyi bu geniş kitlesellik sağlıyor. Eğer bu kadar kitle olmasaydı başlangıçta acaba tahliye kararı çıkabilir miydi? Acaba yolda başlarına bir şey gelir miydi? Bu ihtimallerin de hem PKKnin hem DTPnin hem de kendiliğinden oraya giden insanların zihninde bir yeri olduğunu düşünüyorum. PKK’nin siyasallaşma konusundaki gücünün de buradan geldiğini görmek gerekir. Yani PKK silahsız bir güç olarak var olacaksa, büyük kitlesel gösteriye ihtiyacı var.

Hülya Yetişen :Yani PKK’nin kitleye, kitlenin de PKK’ye ihtiyacı var.

Mithat Sancar :Evet. Orada « biz zafer kazandık !» havası yok. Daha derin bir siyasi duygu var orada; bir güvence oluşturma, yani PKK ye ve dağdan ineceklere bir güvence oluşturma. Hülya Yetişen : Kürt Açılımı konusunda kararlılık, şiddet ortamının bitirilmesinden Kürtlerin toplum olarak sahip oldukları tüm hakların iadesine kadar geniş bir çerçeve oluşturuyor? Mevcut durumda, AKP hükümetinin kararlılık derecesi ve çerçevesi hakkında neler söylenebilir?



Mithat Sancar : Önce AKP nin tutumunu ve konumunu değerlendirirken biraz daha nesnel bakmak gerekiyor. Herkes AKP’yi kendi ölçütleriyle değerlendiriyor. Mesela biz gerçek anlamda Kürt sorunun demokratik yoldan çözüldüğü bir Türkiye istiyoruz ve bu konuda mutlak bir kararlılık ve tutarlılık bekliyoruz AKP den. Ama eğer AKP gerçekten böyle olsaydı başka bir sol ya da demokrat partiye ihtiyaç duyulmazdı Türkiye’de. AKP yi kendi misyonuyla ve kendi değer ve alışkanlıklarıyla değerlendirmek gerekiyor. AKP’nin işte ben bu sorunu en demokratik şekilde çözme kararındayım diye bir tutumunun olmasını beklemek gerçekçi değildir. AKP pragmatik bir partidir. En önemli özelliği budur. Gerektiğinde geri çekilecektir. Gerektiğinde geri adım atacak, yumuşayacak, esneyecek; bazen de kükreyecektir. Ancak kendi varlığını bu süreçle bütünleştirdiği ölçüde geri çekilme ihtimali azalır. AKP, bu sürecin açılmasına angaje olduğu için, isteyerek ya da istemeyerek geldiği noktadan geri çekilmesi, onun varlığını tehdit eder. Şimdi bu durumda AKP nin, bana göre kararlılık göstermesi gereken en önemli nokta, Türkiye’de demokratik siyasal mekanizmaların ve yolların sürekli açık kalmasını sağlamaktır. Bunu sağlarsa, Türkiye’de bu süreç kendi dinamiklerini yeniden üretecek ve yarın öbür gün AKP seçim kaybetse bile ilerleyecektir. Bu yönde şimdiye kadar atılan adımlar bile çok önemlidir. Pek çok tabu yıkılmıştır. Bundan 10 ay öncesi bile şu andakinden çok farklıdır. Bu süreç ilerledikçe hiç ummadığımız sürprizler, belki de hiç beklemediğimiz sıçramalar yaratacaktır. Öymen inçıkışı tipik bir örnektir, hiç kimsenin beceremeyeceği bir vesile yaratmıştır. Bu Dersim tartışması sandığımızdan çok daha köklü etkiler yaratacaktır Türk siyasetinde.
Hülya Yetişen : Kürt açılımının hukuki bir güvenceye bağlanması Anayasal bir düzeyde mi yoksa yasal düzeyde mi yapılmalıdır ? Özgürlükler Hukuku açısından bu hakların düzenlenmesi nasıl olmalıdır ?

Mithat Sancar
: Şimdi her iki düzeyde de düzenlemeye ihtiyaç var. Fakat yakın zamanda bir anayasa değişikliği beklemek gerçekçi değil. Henüz bu değişikliği taşıyacak bir toplumsal aktif destek yok. Ancak dediğim gibi eğer süreç ilerleyebilirse, eğer bu demokratik işleyiş güvence altına alınır da süreç ilerlerse, anayasa değişikliğinin de gündeme geleceği bir zaman çok uzakta değildir. Öyle anlaşılıyor ki, ilk etapta Kürt sorununa ilişkin düzenlemelerin büyük bir kısmı yasa ve yasa altı düzenlemelerle yapılacaktır. Bunlar ne kadar güvence sağlar, şüphesiz çok büyük bir hukuksal güvence değildir. Fakat sadece hukuksal güvence beklemek de adım atmayı çok zorlaştırır. Ayrıca hukuksal güvence olsa bile, esas güvencenin oraya değil, toplumdaki desteğe bağlı olduğunu görmek gerekiyor.

İkinci önemli süreç de Avrupa Birliği sürecidir. Bu süreç devam ettiği ölçüde bu güvenceler kendiliğinden oluşacaktır. Ama ben net ve kesin bir güvence beklentisini, yakın bir dönem için gerçekçi bulmuyorum. Sürecin siyasi güvencelerini ve toplumsal güvencelerini yaratmak bu açıdan çok önemli.  
Hülya Yetişen : Kürt açılımında Amerika ve uluslararası güçlerin rolü nedir sizce ?
Mithat Sancar : Bu başta yaptığım açıklamayla da bağlantılı. Kesinlikle hepsinin de rolü var ve kesinlikle bu tek başına açılıma karşı çıkmak için bir sebep değildir. Mantık basit. Dünyada bir hegemon güç varsa ve üstelik tek süper güçse ve Ortadoğu’yu şu son on yılda en önemli hareket hattı olarak belirleyip bu kadar çok riski ve kaybı göze alarak Irak’a girmişse, bu bölgedeki bütün dengeleri temelden etkileme potansiyeli olan Kürt sorununda da seyirci kalması sizce beklenebilir mi? Bu ABD de olabilir başka bir güç de. Ancak bu durum, Kürt sorunun ayaklarının ve çözüm dinamiklerinin Türkiye’de olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Ayrıca benim istediklerim, benim topluma ilişkin tasavvurum ve geleceğe ilişkin tasavvurumla Amerikanın hesapları belli bir durumda çakışıyorsa, sırf çakıştığı için buna karşı çıkmayı bir ergenlik hastalığı olarak görürüm.
Hülya Yetişen : Mithat Bey söyleşiye katıldığınız için size teşekkür ediyorum.
 Ayrıca bu röportajın kaset çözümünde yardımlarını sunan Zeynep Turhallı’ya da teşekkürlerimi iletiyorum.

Hiç yorum yok: