9 Şubat 2010 Salı

Özgür Kürt İradesine Karşı BAAS Partisi ve AŞBETAL (Tasfiye) Taktiği-1

    Gelinen aşama itibariyle Güneyli güçlere bazı sorular sormak gerekiyor. Sorulara ne kadar net cevap verilirse, Kürt birliğine ve özgürlüğüne o kadar daha yakın olunacaktır. Sorular ağır da gelse amacımız kesinlikle Güney’in yükünü ağırlaştırmak değildir. Aksine destek olmak ve Kürt kamuoyunda var olan bazı kuşkuları gidermektir. Böylece geleceği ortak paydalar etrafında Ortadoğu’da inşa etmektir.

Nedendir bilinmez, Kürtler birbirlerine sordukları sorulara çoğunlukla net cevaplar vermezler. Birbirlerine güvenmediklerinden mi? Yoksa başka amaçları mı var? Ya da hala kendilerini zayıf gördüklerinden midir acaba? Bu tür sorular çoğaltılabilir ama giriş için bunlar yeterlidir.

Kürt halkı için netleşme hava ve su kadar önemlidir. Küçük Kürt örgütleri, büyüyen Kürt örgütlerinin yenilmesini, dağıtılmasını umut etmemelidir. Varsa farklı talepleri bunları sömürgeci-iktidar güçlerine yapmalıdır. Hangisi olursa olsun sömürgeci-iktidar güçlerine karşı büyüyen Kürt partilerine saygıyı elden bırakmamak gerekir. Taleplerini uygun kulvarda birbirlerini zayıflatmayacak şekilde yapmaları daha doğru olmaz mı?

Kürt Özgürlük Hareketi Her Şeye Hazırlıklı Olmalı

Kürtlerin ve özelikle Kürt Özgürlük Hareketinin önümüzdeki süreçte her türlü soruya hazırlıklı olması, buna göre yeni taktikler ve politik stratejileri açık ya da gizli organize etmesi önemli olacaktır. Türk derin devletini temsil eden Türk ordusu, Kürt Özgürlük Hareketine karşı zafer ilan etmek için kendisinin doğurduğu gayrı meşru çocuğu olan AKP hükümetinin göstermelik şamarlarını bile “mazlum” rolüne bürünerek kabul eder görünmekte ve dünya kamuoyunu aldatmaktadır. “İşte görün, ben siyasete hakim değilim, siyaset artık bana hakim, yatak odama bile giriliyor. Onun için bizim hükümet sizlerden ne isterse verin, özelikle Kürt Özgürlük Hareketine yönelik bütün taleplerini kabul edin.” demeye getirmektedir.

Kozmik Oda Aramaları, Devlet Suçlarını Örtme Politikasıdır

Sadece son bir yılı kapsayan bir aramanın hakim tarafından kozmik odalarda yapılmak istenmesi ve bunun Türk kamuoyunca büyütülmesi aslında Türk derin devletinin bir taktiğidir. Soruşturma derinleştirilmediği ve Kürdistan’da işlenen karanlık cinayetler açığa çıkartılmadığı sürece Kürtler nezdinde fazla anlamı olmayan “sanal bir operasyon” olarak kalmaya devam edecektir. Dünyanın değişime doğru gittiği, soğuk savaşa dair eski defterlerin açılmak suretiyle tümden kapatılmak istendiği -ki ABD aldığı en son bir kararla soğuk savaş dönemine ait eski arşivleri kamuoyuna açacağını açıklamıştır- bir süreçte bunun Türkiye gibi ülkelere yansımasının nasıl olacağını herkes merak etmektedir. Aslında Türkiye’nin “kozmik odalarını” tartışmaya açmasını, soğuk savaş döneminde işlediği uluslar arası suçları örtme ve şimdiden bunun önünü kesmeye dönük çok iyi hazırlanmış bir manevra olarak değerlendirmek gerekmektedir. Türkiye değişen dünya koşullarına göre kendisine son yedi yıldır bir rol biçmeye çalışıyor. Kendisine Batı tarafından bu rolün verilmesi için tehditlerde bile bulundu. “Eksen değiştireceğim” tartışmalarını bunun için yaydı. Kürt Özgürlük Hareketini tasfiye etme karşılığında “siyasal fahişe” gibi herkesle yatıp kalkmaya aday olduğunu gösterdi. Bu rolü de, gereğini en iyi yapan AKP ve Erdoğan hükümetine verdi ve yaptırdı. Türk derin devletini temsil eden ordu, bu yeni değişen dünya durumunu önce kabul etmek istemediyse de politik şartların bunu zorunlu kıldığını görünce kabul etti. Onun için tümden karşı çıkmak yerine değişimi lehine dönüştürmek için “tanrılara kurbanlar vermeyi” kabul etti. Kurbanları kabul eden tanrılar bir ağa gibi AKP’yi onun emrine verdiler. Türk ordusu emrinde bulunan böyle bir ağayı dünya ve özelikle Avrupa kamuoyunu kandırmak için çok iyi kullanmaktadır. Zorunlu olarak değişime uğrayan Türk sistemi, yeni siyasal ve askeri ilişkilerin düzeltilmesi sürecinde Türkiye’deki bazı sözde liberal-demokratların “demokrasiye giriş-gidiş” propagandası olarak sürekli işlenmeye başlandı.

Oysa Türkiye’nin ne kadar demokratik ve özgür olduğu, Kürtlerin Türkiye’de ne kadar demokratik ve özgür yaşadığı ile ölçülür. Türkiye’nin demokrasi ölçüsü Kürt halkının durumudur! Onun için Kürtler ne kadar demokratik ve özgür ise Türkiye de o kadar demokratik ve özgürdür. Türkiye’de bir aydının, gazetecinin, sanatçının, hakimin, savcının, siyasetçinin, bürokratın, başbakanın ve genelkurmay başkanının ne kadar demokrat olduğu, ne kadar insan haklarını savunduğu, ne kadar hukuk ve adaleti istediği, Kürdistan ve Kürt Özgürlük Hareketine gerçekçi ve doğru bakışıyla ölçülür. Kürtler bunu böyle görmektedir. Dünya kamuoyu da artık bunu böyle değerlendirmeye doğru gitmektedir. Bütün Türk aydınlarının ve Ortadoğu kamuoyunun bunu bilmesi gerekir. Kürtler sadece Türkiye’nin değil, artık Ortadoğu’nun da demokrasi ve özgürlük ölçüsüdür. Onun için Ortadoğu’nun ne kadar demokratik ve özgür olduğunu anlamak için Kürtlerin özgürlük derecesine bakmak yeterli olacaktır.

Kürtlere Zorla AKP Gömleği Giydirilmeye Çalışılıyor

Türk devleti değişen yeni dünyanın ekonomik dengelerine göre değişmek zorundadır. Eski kapalı tarzlarda yürütülen politikalar, bugünkü teknik gelişmeler sayesinde artık açık yapılmak zorundadır. Kendilerini kapalı sistemler ve gizli-kirli ilişkiler üzerine inşa etmiş Türkiye gibi devletler ise hala geçmişin kirli ilişkilerinin hayali ile düşüp kalkmaktadırlar. Kirli ilişkilerle düzenlenmiş ve örgütlendirilmiş 80 yıllık cumhuriyet tarihinin gömleğini Kürt halkı ve Özgürlük Hareketi yırtıp atmıştır. 80 yıllık cumhuriyet ve derin devleti olan ordusu geçmişte olduğu gibi “dinci” yanı ağır basan AKP ve Erdoğan hükümetini, ABD’nin desteği ile sahneye sürmüştür. Kürtlere zorla AKP gömleği giydirilmek istenmektedir. Türk derin devleti ve ağababaları böylece 80 yıl daha Türkiye devletinin ömrünü uzatmak istemektedir. Türkiye’yi demokratik tarzda değiştirmek yerine, AKP aracılığı ile restore etmeye çalışıyorlar.

Kürtler, Kürt Özgürlük Hareketi ve Önderliği sayesinde bütün bu oyunları görüp deşifre ettiğinden dolayı hedef tahtasına konulmak istenmektedir. Saldırılar yapılmaktadır. Kürtler kurbanlık koyun olmadıklarını, 15 yaşında kandırılacak bir kız çocuğu olmadıklarını bilinçli, hak ve taleplerinde netleşmiş ve bunun sonucunu çok iyi bilen bir halk olduklarını dünya aleme beyan etmişlerdir. Kim olursa olsun, artık kim Kürtlerin haklarını kabul ederse, özgür Kürt iradesini muhatap alırsa gerçekten Kürt halkının ulusal demokratik haklarının arkasında olduğunu pratiği ile gösterirse Kürt halkı onu destekleyecek ve ilişkilenecektir. Aksi taktirde “işte ben diğerleri gibi değilim, beni destekleyin, sonra sizin için bir şeyler düşünürüz” diyen Gülen Ergenekonu ve temsilcisi AKP’yi desteklemek zorunda değildir. Kimse Kürtlerden, ille de bir tarafı tutmasını istememelidir. Hangi taraf çıkıp, biz pratikte Kürt halkını resmen kabul edip ulusal demokratik ve özgürlük haklarını tanıyacağız ve bunu pratiğimizle ortaya koyacağız derse, Kürtler o tarafı tutacaktır.

Kürtler çok daha önceleri, onurlu barış ve demokrasi için gerekirse şeytanla da görüşürüz demişti. 80 yıllık Türk cumhuriyeti, Kürtleri sürekli bir tarafa mecbur ederek tasfiye etmiştir. 1920’lerde ulusal kurtuluş savaşı taraftarı, ardından İslamcı Kazım Karabekir ve laik Atatürk arasında sıkıştırılmışlardır. Eğilim olarak Kazım Karabekir tarafına kayan Kürtlere 1925’ten 40’lara kadar tasfiye dayatılmış, kızıl katliam yöntemiyle tasfiye edilmişlerdir. Ardından Kürtler kendi taraflarına çekilmeye zorlanmıştır. En bariz örneği o günün AKP’si olan Adnan Menderes ve Demokrat Parti dönemidir. Menderes ve Demokrat Parti Kürtleri tanıyacak ve haklarını verecek denilmişti. Tıpkı bugünkü Erdoğan ve AKP’ye bazı Kürtlerin beslediği umut gibi!

Erdoğan ve AKP, Menderes ve DP’nin Günümüze Uyarlanmış Halidir

Söz konusu süreçte karşılıksız bir-iki güzel söz ve hareket karşılığında bütün Kürt umudu Menderes’e kanalize edilmişti. Çünkü Menderes askere karşı gibi görünüyordu. O dönemde CHP’nin sert muhalefetine rağmen 6 Haziran 1950’de “darbe planladıkları gerekçesiyle” başta genelkurmay başkanı Nafiz Gürman olmak üzere, bütün üst komuta kademesi dahil 15 general ve 150 albayı resmen emekliye sevk etmişti. Yine Türkçe okunan ezanın Arapça okunmasına izin verdiler. Said-i Kurdi’yi (Nursi) ziyaret etmesi ayrıca onu halk arasında popüler kılmıştı. Cumhuriyet tarihinde birçok ilke imza atan Menderes’ti. Bugünkü AKP, Menderes’in mirasını göz ardı ederek kendisinin Türkiye’de birçok ilke imza attığı illüzyonlarını sahnelemektedir.

Unutulmaması gereken bir nokta da o dönemin Irak ve Afganistan’ı olan Kore savaşına Türk tugayı gönderip, bunun sonucunda Türkiye’yi NATO’ya üye yapmasıdır. Bugün AKP ve Erdoğan hükümetinin yargı ve hakimler eliyle yeniden restore etmek için girdiği Özel Harp Dairesi ya da Seferberlik Tetkik Kurulunun kozmik odalarını daha o süreçlerde Adnan Menderes ve partisi Demokrat Parti yapmıştı. Kıbrıs’ta Rumlara, Irak ve Kuzey Kürdistan’da Kürtlere karşı gizli karanlık kontrgerilla yöntemlerini uyguladı. Kamuoyu tarafından bilinen bu merkezin gizli olan diğer merkezlerini ve kozmik odalarını nedense AKP hükümeti ve Erdoğan, dillerinin ucuna bile getirmemektedirler! Çünkü AKP sadece kendisine dokunan bölümleri açmak istiyor. Daha derine girerse “Fethullah Gülen tarikatı ile Veli Küçük Ergenekonu kardeşliğine” dokunmuş olacak. Ne gariptir ki o dönem Özel Harp Dairesinin (o dönemki adıyla Seferberlik Tetkik Kurulu) Türkiye’de kurulmasına muhalefet eden CHP, bugün bu merkezlerin kozmik odalarının aramasına karşı çıkmaktadır! Roller yeni versiyonlarla çok iyi planlanmıştır.

Kabak yeniden Kürtlerin başında patlatılmak isteniyor. O dönem “49’lar olayı” ile gündeme gelen bazı hümanist Kürt aydınlarının gösterdiği tutum, az daha idamlarıyla sonuçlanıyordu. Oysa Türk derin devleti ve dış bağlantıları, Türkiye’ye giydirmek istedikleri gömleği yeniden dikmiş ve üzerine geçirmekle uğraşıyorlardı. Bu gömleği sabaha karşı saat 4’te 1960 darbesinin bildirisini radyoda okuyan, CIA tarafından eğitilen ve görevlendirilen kurmay albay Alparslan Türkeş, Menderes’e 17 Eylül 1961’de idam sehpasında giydirdi. O dönem ABD’nin gözdesi Alparslan Türkeş’tir. Türkeş ABD’ye götürülüp orada eğitilir. Sonra Ortadoğu, Asya ve Sovyetler’e bağlı Türkî cumhuriyetlerde ona gizli rol verilir. İstihbarat toplar, silahlı provokasyonlar ve komplolar gerçekleştirir. Türkiye içinde ve dışında efendilerinin her türlü ihtiyacını karşılar. Öldüğünde ise İsviçre bankalarında kaynağı belli olmayan milyonlarca doların Alparslan Türkeş hesabına yatırıldığı, miras kavgasıyla gün yüzüne çıktı!


Türkeş’in Görevi Fethullah Gülen’e Verildi

Alparslan Türkeş’e verilen görevi bugün Fethullah Gülen devralmıştır. ABD’ye giden Fethullah Gülen eski düzenin yeni bir versiyonu gibi bu defa dincilik, istihbarat okulları ve medya gücüyle aynı görevi daha “profesyonelce” yapmaktadır. Kürtler, onların zehre bandırılmış tatlı dillerine inanıp peşlerinde savrulup gidecekler mi, yoksa bedeli ne olursa olsun iradeli, gerçekçi, bağımsız ve özgürlükçü çizgide devam mı edecekler? Yoksa Fethullah Gülen tarikatı ve siyasi temsilcisi AKP-Erdoğan hükümetinin Mir Dengir Fırat, Beşir Atalay, Hüseyin Çelik, Abdulkadir Aksu eliyle boyunlarına geçirmek istenilen beyaza bürünmüş idam ipine mi başlarını uzatacaklar? Biliyorlar, Kürtlere idamı kabul ettiremeseler onlar idam sehpasına gideceklerdir! Görevleri budur. Kürtleri önce silahsızlandırıp sonra topyekûn soykırıma uğratacaklardır. Onun için varsa yoksa PKK’nin silahsızlandırılmalıdır. Kürt halkının taleplerine bakan kimse yok. Aslında dıştan başka sebepler olsa da Türkiye’de bütün darbeler Kürtlere karşı yapılmıştır. Beyaz Türklerin ve devşirilen - memurlaştırılan Kürtlerin korkusu daima özgür Kürtler olmuştur.

27 Mayıs 1960 darbecilerinin darbe günü verdikleri demeçler biliniyor. Bir subay 27 Mayıs sabahı ilk iş olarak Silvan’ın en yüksek yerine çıkıp büyük bir Türk bayrağı çekmişti. Eğer darbe olmasaydı belki de şimdi bu Türk bayrağı yerine Kürt devletinin bayrağı sallanıyor olacaktı.

1940’tan 1984’e, Hayalet Ülke Kürdistan

Türk devleti ve egemenleri Kürtlere yönelik tarihsel korkularını ifade ederek toplumda sürekli bölünme ve Kürt karşıtı psikolojiyi körüklemişlerdir. Kürtler 1940’tan 1984 yılına kadar Türkiye’ye fırsat vermişlerdir. 40 yıl Türkiye’ye karşı silahı hiç eline almamışlardır. Cılız bazı çıkışlarla birlikte sadece ekonomik olarak bölgelerinin kalkınmasını beklediler. Ama Türk devleti bu süre içinde iç ve diş sorunları bahane ederek Kürtlerin özgürlük, demokrasi ve doğal insani haklarını bile görmezden geldi. Aksine bu süreçte Kürtleri, ‘nasıl daha iyi asimile ederim’ diyerek beyaz katliamlardan geçirdi. Kısmen başarılı olduğu da, bugün PKK’ye “silah bırakın” diyen Kürtlerden anlaşılıyor. O günkü durumlarını bugünle kıyaslamaktan bile aciz olan bazı “Kürt aydınları” ise geçmişten gereken dersi çıkarmamış olsa gerek Kürtlerin silah bırakmasını birinci talep olarak öne sürmektedir! Bunu talep edeceğine, varsa PKK’den daha farklı hedefleri çıkıp Türk devletinden onları istesin! Örneğin “ben bağımsız Kürt devletini istiyorum” desinler, bunun yol ve projelerini sunsunlar. PKK ve HPG’ye karşı durmak yerine, onlardan daha iyi ve doğru yolda olduğunu Kürt halkına kanıtlasınlar. Bahanelere oynamak Kürt aydınlarına, örgütlerine yakışmaz. İnançlı ve çağdaş bir duruşla ölümü göze alarak sömürgecilere karşı durmak gerek! Yoksa gerisi fasa fisodur.

Türk devleti Kürtleri savunmasız bıraktıktan sonra vampir gibi dişlerini geçirip kanının son damlasına kadar emmenin gizli ve açık politikalarını AKP ve Erdoğan eliyle yapmaya çalışmaktadır. Eğer Erdoğan, Kürtleri bu yönlü tasfiye eder ve Kürt Özgürlük Hareketini marjinalleştirirse mükâfat olarak ona cumhurbaşkanı veya Türkiye’nin ilk Başkanı olmanın yolunu açacaklardır. Türkiye 40 yıl boyunca silahsız olmalarından dolayı Kürtleri ve Kürdistan’ı inkâr ve imhaya tabi tuttu ve talan etti. Kürtler Kürtlüklerinden utanır hale getirildi! Artık kimse “ben Kürdüm” bile diyemiyordu. Kürt ve Kürdistan gerçeği Türkiye’de yok olmayla yüz yüze kaldı. PKK tarih sahnesine çıkana kadar, bu böyle devam etti.

PKK çıkmadan önce cılız da olsa elit bir tabakayla sınırlı ve sadece Kürtçe konuşmak isteyen kişilere karşı Türk devleti çok sert müdahalede bulundu. Onları tıpkı bugünkü KCK davası gibi yargıladı ve tutukladı. Hem de Türkiye’nin “en parlak” dönemlerinde, dönemin AKP’si olan Demokrat Parti ve Adnan Menderes zamanında bunu yaptı. O dönem üniversitede okuyan bazı Kürt öğrencileri ve aydınları, Güney Kürdistan’a destek mahiyetinde ve cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın Kürt karşıtı faşist düşüncelerini protesto etmek amacıyla demokratik yollardan tepkilerini dile getiren bir bildiri hazırlayarak başbakan, cumhurbaşkanı, TBMM başkanı, Diyarbakır baro başkanı ile ABD, İngiltere, İtalya ve Almanya gibi bazı devletlere telgraf şeklinde çekmişlerdi. Telgrafın altındaki “Türkiye Kürtleri” ibaresi nedeniyle adeta fırtınalar kopartıldı. Güney Kürdistan’da mücadele eden peşmerge lideri Mele Mustafa Barzani’nin başarıları karşısında şaşıran Türkiye, hıncını Türkiye’deki Kürtlerden almak istiyordu. Türk cumhurbaşkanı bunun üzerine Türkiye’deki Kürtlerden 1000 tanesinin idam edilmesini ister. İlkesel olarak buna karşı çıkmayan dönemin Tayyip Erdoğan’ı olan Adnan Menderes’i, dönemin Dış işleri bakanı Fatin Rüştü Zorlu “zorunluluktan dolayı” vazgeçirdi. Fatin Rüştü Zorlu’nun “dışarıda Ermeni-Rum meselesinden dolayı itibarımız bozulmuş, buna Kürtleri de eklemeyelim” demesi üzerine daha yumuşak bir plan yürürlüğe konuldu. “Hukukun üstünlüğü ilkesi” ile yani yargı yoluyla Kürtleri idama götürme taktiği izlendi.

15 Nisan 1959 tarihli Akşam Gazetesi’nin manşetinden duyurulan bir haberle düğmeye basıldı. “102 üniversiteli Kürt, Kürtlük iddiasında bulundu” denilerek, çekilen telgrafın Türkiye’yi böleceği yazıldı. Gerekenin yapılması için hazırlıklara giriştikleri bir sırada, 31 ağustos 1959 günü Diyarbakır’da yayınlanan “İleri Yurt Gazetesi”nde büyük Kürt direnişçisi Musa Anter’in “Kımıl” adlı Kürtçe şiiri yayınlandı. Kürtler demokratik kanallardan kendilerine yer açmaya ve Türkiye devletine siyasi yollardan mesajlarını iletmenin yolunu seçmişti. Ama Türk devleti bunu affetmedi ve kabul etmedi. Türk basını aynen bugün olduğu gibi göbekten Türk MİT’ine bağlı ve Türk devletinin hizmetinde olan yayınlarıyla adeta Kürtler üzerinde kıyametler kopardı. 6 Eylül 1959 tarihli Cumhuriyet Gazetesi, “Doğu illerimizden birinin merkezinde çıkan bir gazetede anlaşılmaz sebeplerle Kürtçe bir şiir neşrediliyor” diye yazdıktan sonra, “İnsaf edelim. Bu Doğu ili İstanbul değil ki, 20-30 gazete çıksın da insan meşgul bir gününde hepsine bakamasın. Sonra hadi kendisi bakamadı, o il merkezinin zabıtası yok mu, adliyesi yok mu?” diye açıkça ajanlık yaparken, 19 Eylül 1959 tarihli Ulus Gazetesi ise “Bir soru da benden: Bu gazeteye kim kâğıt veriyor” diye Kürtçe şiir basan gazetenin ekonomik olarak çökertilmesini talep etmekteydi. “Kürtçe şiir şerefimize dokunuyor” diyenlerin sayısı az değildi.

Durum Türk devletinin canını o kadar sıkmıştı ki Celal Bayar hemen Diyarbakır Valisi’ne telefon açıp, Musa Anter’in ‘kafasının ezilmesi’ni istedi. Hükümet, bu olaylardan sonra MİT’e emir vererek bir ‘Kürt raporu’ hazırlamasını istedi. Tutuklanması gereken kişiler için bahaneler bulunmasını, savcı ve polislerin bunun alt yapısını hazırlayarak idam edilecek Kürtlerin onayına şimdiden ‘evet’ demeleri kararlaştırıldı. Raporda, 1.000 ile 2.500 kişilik bir Kürt grubunun ‘tenkil’ edilmesi öneriliyordu. Celal Bayar’ın “bin kişiyi sallandıralım” şeklindeki meşhur sözünü bu öneri üzerine yaptığı anlaşılıyordu. “Kürtlerin idam edilmesi”ne prensip olarak karşı çıkmayan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun uyarısı ile 50 kişilik bir idam listesi ile yetinmeye karar verdi. Yani 1950’lerde izlediği CHP karşıtı politikalarla Kürt oylarını DP’de toplamayı başaran Bayar ve Menderes, uluslararası konjonktürün de etkisiyle, bir öğrenci protestosu karşısında devletin iliklerine kadar işlemiş olan Kürt düşmanlığının gereğini yapmaya başlamışlardı. Tıpkı bugünkü AKP politikaları ve KCK operasyonu gibi! Türkiye’nin dört bir yanındaki tutuklamalar, 17 Aralık 1959 günü başladı. Savcının tutuklama listesinde isim yoktu! MİT kimi öneriyorsa, (şimdi ise Fethullah tarikatı ve Erdoğan kimi öneriyorsa) 50 kişilik listeye onun adı yazılıyor ve tutuklanıyordu. Polisin iddiasına göre Bitlis bağımsız milletvekili Ziya Şerefhanoğlu’nun evinde üzerinde el yazması Arap harfleriyle “Kürt İstiklal Partisi” yazan birkaç sayfalık bir tüzük taslağı bulunmuş, ayrıca bazı üniversite öğrencilerinin üzerinde ve ev aramalarında Mele Mustafa Barzani’nin resimlerine rastlanmıştı. Fakat o dönemler Türkiye’de aktif olarak çalışan bir Kürt örgütü ve silahlı militanları dağlarda yoktu.

Tarih Bilinci Dermandır

Bugün Kürtlere “silahlarınızı bırakın gelin Türk adaletine sığının” diyenlere o günleri tekrar hatırlatmak gerekir. Belki “dönemler ayrıdır” diyeceklerdir. O zaman sormak gerek: Kürtlere ve gerillalarına silahları bırakma karşılığında hangi ulusal-demokratik hak garantilerini verebilirsiniz? Varsa böyle garantileriniz açıklayın, Kürt halkı görsün. Kürtlerin kendi mücadele ve direniş emekleriyle elde etmiş oldukları kazanımları, onlara bahşediyormuş gibi yapmakla çocukları bile kandıramazsınız! Türkiye’de Kürtçe bir şiirin yayınlanması hala namlunun ucundadır! Kürtler hala muhatap alınmadığına göre Kürtler inkâr ediliyor demektir. Bu Kürt iradesini kabul etmemektir ve inkârcı zihniyetin devam ettiğinin bir göstergesidir. Tutuklananlar hep TCK’nın “Devlet topraklarının tamamını veya bir kısmını yabancı devletin hâkimiyeti altına koymaya veya devletin birliğini bozmaya veya devletin hâkimiyeti altında bulunan topraklardan bir kısmını devlet idaresinden ayırmaya matuf bir fiil işleyen kimse ölüm cezası ile cezalandırılır” diyen 125. maddeye göre yargılandılar. Bu madde Erdoğan ve AKP hükümeti döneminde ölüm cezası yerine ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası olarak varlığını sürdürüyor. Değişen ne o zaman? Kürtlere idam yerine ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası mı?

Kürt tutuklular beş ay hücrelerinde mahkemeye çıkarılmayı beklediler. 27 Mayıs darbesi oldu. Başta Adnan Menderes ve Celal Bayar olmak üzere önde gelen DP’liler Yassıada’ya gönderildi. Kürt tutuklular “demokratikleşme” vaadiyle iktidara gelen darbecilerin kendilerini salıvereceğini ummuştu ama yanıldıklarını kısa sürede anladılar. Çünkü darbeciler 26 Ekim 1960’ta çıkardıkları genel aftan Kürtlerin yararlanmasına izin vermediler.

8 yıl süren davaların neticesinde tutuklanan birçok kişi Kürtlüğünden pişman olmuş, çoğu umudunu ABD’ye, Avrupa’ya ya da İsrail’e bağlamış, bazıları da devletin kolları arasına özelikle Süleyman Demirel’in eteklerine sığınmıştı. Kürt halkıyla kader birliği yapmış çok az kişi ise bu gruplardan onurlu direnişini günümüzle harmanlayarak getirebilmişti. Ama onların idam edilmemesinin altında yatan diğer bir gerçek ise sürekli gözlerden kaçtı. Bu da Güney Kürdistan’da aynı yıllarda süren peşmerge mücadelesi ve silahlı direniş olmuştur. Kürtler kendi taraflarını seçmediklerinden ve oluşturmadıklarından dolayı sürekli başkalarının tarafına esir oldular. Dış güçler hangi tarafı işaret etti ise o tarafa geçtiler. Peki, dış güçleri kendi taraflarına mecbur edecek bilgi, yetenek ve demokratik ulusal birlik cesareti neden oluşturulamadı? Niye şimdi yapılamasın? Güney Kürdistan yönetimi bu sorumluluğun ne kadar bilincindedir?

Kürtler 1970’lerde aynı tarzda demokratik ulusal sorunlarının halledilmesini Türkiye’den beklediler. Devlet ise sadece ‘kültürel bağımsızlık’ talepleriyle ortaya çıkan DDKO gibi Kürt örgütlerinin taleplerini bile yerine getirmedi, muhatap almadı. Aksine Kürtleri birbirine karşı çatıştırmak için her türlü yol ve yöntemi kullanarak onların kendi kendilerini tasfiye etmesinin yolunu açtı. Tıpkı bugün Güney yönetimine ve partilerine dayattıkları “PKK ve HPG’ye karşı silahlı ve siyasal savaşa girin” dayatması gibi!

Türk solu ise Kürtlere, “Bize yardım edin, Türkiye’yi değiştirelim, sonra sizleri düşünürüz” diyordu. Tıpkı bugünkü Fethullah Gülen tarikatının siyasi uzantısı AKP ve başbakanı Erdoğan’ın, “Orduyu hadımlaştırayım, yedeğime alayım, sonra sizleri düşünürüz. Bugün söylediklerimi o zaman yaparım” dediği gibi!

Aslında Tayyip Erdoğan ve AKP “Ben Kürtleri öyle idam ederim ki dünya kılını bile kıpırdatmaz. Kürtler bunun farkına varıncaya kadar ben köprüyü geçmiş olacağım’ demektedir.

“En İyi Kürt Celladı” Erdoğan’dır

Aslında Tayyip Erdoğan ve AKP “Ben Kürtleri öyle idam ederim ki dünya kılını bile kıpırdatmaz. Kürtler bunun farkına varıncaya kadar ben köprüyü geçmiş olacağım’ demektedir. Unutmamak gerekir, Türkiye meclisinde idamın kalkması tartışmaları yapıldığı zaman (Ağustos 2002), yeni kurulan AKP karşı çıkıyordu. Kürt Halk Önderi Sayın Abdullah Öcalan’ın idamını AKP ve MHP istiyordu. Hatta AKP o kadar ileri gitti ki dosyanın Adalet komisyonundan meclise gönderilmesi için MHP’nin ret oyuna karşılık AKP geçmesi için var gücüyle çalıştı. Bülent Arınç’ın o dönemde kullandığı faşistçe sözler hala hafızalarda tazeliğini koruyor. İdamın kaldırılması için yapılan oylamada Erdoğan bütün milletvekillerine idamın kaldırılmasına “hayır” oyu kullanmaları talimatını vermiş ve meclis oturumunda AKP’den tek bir fire çıkmamıştı. Kürt Halk Önderinin idam edilmesini AKP, MHP’den daha çok istemişti. Çünkü MHP bile oylamaya fiili olarak katılmayarak aslında dolaylı yoldan idamın kaldırılmasına destek sundu. Bu açıdan fırsatı doğduğunda Erdoğan’ın Kürtlere idamı dayatmayacağını kimse garanti edemez. Çünkü Erdoğan ve AKP sadece bugün değil, geçmişte de Kürtlere karşı suçludur ve bunun çok iyi kavranması gerekir.

Hewlêr’den Kuzey’i Yönetmek!

Kürtler en doğal ve insani hakları için bugün silahı elinde bulundurmaktadırlar. Bunu ABD, Avrupa ve Türkiye çok iyi biliyor. Ama çıkar-denge ilişkisinden dolayı ortak üslup çerçevesinde Kürt özgürlük davası siyasal ve ideolojik asimilasyona uğratılmak isteniyor. Beyaz ideolojiye sahip ve teslim olmuş Kürt gerçeğini Ortadoğu’ya daha uygun görmüşlerdir. Onun için Kürtleri böylesine onursuz bir tarafa koymak ve yerleştirmek istemektedirler. Böylece çağdaş Apocu Kürde karşı zafer ilan etmek istemektedirler. Ama direniş emeği üzerine tepinmek isteyen bazı sözde liberal ve kaçkın “Kürt”lerin halkın gazabına uğrayacaklarını bilmeleri gerekir.

Türk devleti topyekûn savaşa dayalı bir devlet politikasını AKP aracılığı ile Kürtlere dayatmışken, Kürtlerin bunu görmemesi kabul edilecek politik bir yaklaşım olamaz. Tayyip Erdoğan’ın kendisi çıkıp Kürtlere karşı geliştirilen operasyonları ve faili meçhul cinayet tarzında yürütülen “açılım” adındaki tasfiye politikasının bir devlet-hükümet ve ordu politikası olduğunu defalarca açıkladı. Geçmişten beri Kürtlere dayatılan bir devlet politikasının bugün başka versiyonlarla ve üslupla sürdürülmesi özünden bir şeyi değiştirmiyor. Tayyip Erdoğan TRT 6’yı MGK izni olmadan mı açtı? Hayır! Planlı ve Kürtlerin siyasal birikimleri ile barış ve demokrasi argümanlarının içini boşaltma amaçlı, dünya kamuoyunu kandırmaya yönelik, Kürtleri tasfiye ve katliama uğratmaya dönük bir çabanın ürünü olarak ortaya çıkarmışlardır. Bu gibi adımları daha da geliştireceklerdir. Tayip Erdoğan ve AKP siyaseti, Saddam Hüseyin ve ırkçı Irak Baas Partisinin politikalarına benziyor. Çünkü Saddam Hüseyin ve Irak devleti de Kürtleri tasfiye etmek için aynı politikaları uyguladı. Buna rağmen Güney Kürdistan ve Avrupa’ya dayalı olarak Kuzey’de “siyaset” yapan bazı grup ve unsurların kalkıp, “siyaset yapmak istiyoruz ama HPG’nin elinde bulunan silahlar buna engel oluyor” türünden yaptıkları açıklamalar, Türk devletinin söz konusu konseptinden kesinlikle bağımsız değildir. HPG kaç yıldır çatışmasızlık ve ateşkes sürecinde bulunuyor. Ne yapmak istiyorsanız buyurun yapın! Kürt halkını ikna edebiliyorsanız, edin! Sizleri kim tutmuş ki! Ama bu yapılacağına, PKK şikâyet ediliyor. “Şu çalışmamızı engellediler, seçim otobüsümüzü taşladılar, bayrağımızı ve resimlerimizi yırttılar” gibi bahanelerle, Güney yönetiminden ve KDP’den biraz daha para koparmanın ve başarısızlıklarını örtmenin peşine düşüyorlar. Bu kişiler Kuzey Kürdistan’ı Hewlêr üzeri yönetmenin yol ve yöntemlerini gizlice ve sinsice yapmaktadırlar ve yakın bir zamanda Güney Kürdistan parlamentosu yakınında veya bir bürosunda “sürgünde Kürt parlamentosu” açabilirler! Tabi ki eğer o cesaretleri varsa! Türkiye’den duydukları korku nedeniyle bunu yapmayacakları açıktır ama İsrail ve ABD’den böyle bir işaret gördükleri anda niye yapmasınlar? Türkiye de çok zorlanırsa ve Kürt Özgürlük Hareketini tasfiyeye yönelikse böyle bir parlamentoya neden izin vermesin ki?

Güney Kürdistan’a Yeniden PKK’yi Tasfiye Etme Görevi Verilmek İsteniyor

1991-92’de kurulan Güney Kürdistan parlamentosunun bir amacı da PKK’yi Güney Kürdistan dağlarından koparıp tasfiye etmek değil miydi? Türkiye bunun karşılığında Güney Kürdistan parlamentosuna izin vermişti. Güney Kürdistan parlemetosuna bağlı bakanlıkların binalarını bile yapmıştı. Onlara TV’ler açmıştı. “PKK bitirildikten sonra ben bunları kolayca bitiririm” diye düşünmüştü herhalde. Ama PKK bitmedi. Kendi elleriyle Güney’de ABD’nin ebeliğinde doğurdukları çocukları da başlarına bela oldu. Bugün aynı çocuk demokratik Kürt ulusunun tarafında veya karşısında bir taraf tutmakla karşı karşıya bırakılmıştır. Kürt özgürlük güçleri kadar ABD ve Türk devleti de, Güney Kürdistan Federe Yönetimi’nden safını netleştirmesini beklemektedir. Adeta, “Size bahşettiğimiz o koltuklarda ancak Kürt Özgürlük Hareketini tasfiye ederseniz oturabilirsiniz” denilmektedir. “Zaten bu görev için sizi o koltuklarda tutmuşuz” gibi dayatmalar ve görüşmeler yapmaktadırlar. Çünkü biliyorlar ki Kürt Özgürlük Hareketinin arkasında olmadığı Kürdistan Federe Devletini bir günde tarihten silerler. Arkasında rüzgâr gibi tartışmaları bırakarak bunu çekinmeden yaparlar. Tarihte Kürtlerin başına bu gibi olayları çok getirdiler. Umarız Kürtler bu defa hem hainlerine hem de sömürgeci devletlere kulak asmaz, demokratik ulusal birlik platformlarını her çağdaş millet gibi yapıp ortak kararlar verirler.

Kürdistan Özgürlük Hareketi Kürt hainlerini deşifre etmek zorundadır. Daha önce Kürt Halk Önderi, Kürt hainlerine dönük olarak Kürt halkına ve özgürlük devrimine karşı suç işleyenler hakkında bir iddianamenin hazırlanması ve bir yargılamanın gerektiği yönünde öneri sunmuştu (01.12.2004 tarihli görüşme notları). Zaten bu ihanetçilerin çoğunun kontrgerilla örgütlemesi olan Ergenekon ile ilişkide olduğu açığa çıkmıştır. Hogir gibiler, Terzi Cemaller ve Çürükkaya kardeşler (ki bunların Avrupa üzeri ilişki geliştirip Kuzey Kürdistan’da gerilla saflarında bulunan kardeşi aracılığı ile Ergenekon ile ilişkide olduğunu, bugünkü konumları ele vermektedir), kardeş kavgasında birinci derecede rol oynayan ve Güney’e sığınan kaçkın çetelerin Güney üzeri Ergenekon ile ilişkilendikleri ve Türk derin devleti adına hareket ettikleri, verdikleri demeçlerden dahi anlaşılmıştır. Böyle bir iddianamenin hazırlanıp halkın onayına sunulması ve gereklerinin Halk mahkemesi tarafından yerine getirilmesi vicdanlı, dürüst Kürtler açısından önemli olmaktadır. Hatta bu saatten sonra Kürt birliğine gelmeyen Kürt partileri, liderleri ve aydınları, tarihe karşı suç işledikleri gerekçesiyle Kürt halkının vicdan yargılamasına bırakılabilir. Gelecekte Kürt düşmanları bu tip grupları çok daha kullanacaklardır. Şimdiden halkın bunların suçlu olduğunu bilmesinde yarar olabilir. Kürt halkına sığınmadıkları taktirde halkın onları affetmeyeceklerini bilmeleri gerekir.

Gelinen aşamada artık şu çok net olarak anlaşılmıştır. Türkiye’de milliyetçiler, dinciler, liberaller, sözde demokratlar, sahte solcular ve devşirilen memur Kürtlerin hepsi Ortadoğu’da bir Kürt devletinin olmaması ve bağımsız özgür bir Kürt iradesinin oluşmaması için olmadık kılıklara, danışıklı dövüşlere ve siyasi fahişeliklere dahi girmektedirler. Hedefleri Kürtlerin özgür ve bağımsız olmamasıdır. Kürtlerin ve Kürt örgütlerinin hedefi ise (ayrı yolları olsa da) bağımsız ve özgür yaşamdır. Buna rağmen kendilerine “Kürt” diyen bazı şahsiyetlerin pratikleri ise anlaşılmaz bir şekilde Kürt ve Kürdistan düşmanı sömürgeci-iktidar güçlerinin işine geliyor. Kürt Özgürlük Hareketinin emekleri üzerinde siyasal tırşıkçılık yapmaktadırlar.


İşbirlikçi Kürt Kalemşorlar de Devrede…

Bu tiplere şunu deme hakkımız var: Türk basınına her çıktığınızda sürekli PKK’yi eleştiriyorsunuz. Kendinizi Kürt halkına mı yoksa Türk sistemine mi beğendirmek istiyorsunuz? Bunu izah etmeniz gerekir. Kürt halkına hedeflerinizi ve ne istediğinizi, o çokça çıktığınız Türk basınına ve Fethullahcı medyaya söyleyin. Bakalım yayınlayacaklar mı? Hedefleriniz daha gerçekçi ise belki Kürt halkı sizin etrafınızda toplanır. Bir de bunu deneyin. Yoksa hedeflerinizi PKK’den daha aşağıya çekemediğiniz için mi varsa yoksa HPG’nin elindeki silahlara takmışsınız. HPG bir-iki yıldır zaten meşru savunma dışında silah kullanmıyor. Ne yapacaksanız yapın Kürt halkı için! Halk da görsün! Daha yüksek taleplerle Türk meclisinin veya ordusunun karşısına çıkın. Bir-iki cop yemekten korkmayın. Yoksa demokratik, sosyalist, solcu ve bürokratik kılığına bürünmüş Kürt ağalık gururunuz mu incinir? Başkalarının emeği üzerinde tepinmeyin. O emek sayesinde bazılarınız şu an geçmiş Kürt anılarını ve TC’den görmüş olduğunuz baskıları yazabiliyorsunuz. Bunun sayesinde bir yerlerde bazıları size yeni koltuklar veriyor. O mücadele olmasaydı şu an dile getirdiğiniz geçmiş anılarınızdaki Kürtçü çalımlarınıza kimse kulak bile asmazdı. Hewlêr’e uçakla gelip-gitmeyi rüyanızda bile görmeyecektiniz? Kürt Özgürlük Hareketi kimseye minnet yapmıyor ama vicdanlı ve gerçekçi olunmasını talep ediyor. Ayakların toprağa basmasını, güneşin ve dağların oluşturmuş olduğu insanlık inancının muhatabının kim olduğunu anlamanızı istiyor! Gerçek muhatabı boşa çıkaracak her türlü girişimin sonu hüsranla bitecektir. Özgürleşmiş Kürt zihniyeti bunu asla kabul etmeyecektir.

PKK şimdi kalkıp Irak yönetimi ve Maliki’nin karşısına çıkıp Güney’de bir tek beni ya da şu partiyi muhatap al dese, ona ne derler? Ne kadar doğru olur? Ya da şu an çok sıkışmış İran’a, ben Lübnan’daki Hizbullah gibi senin emrindeyim dese Ortadoğu’daki dengelere ne olur? Bunun gibi çarpık soruları uzatmak mümkün. Ama PKK’nin amacı Kürdistan’ın özgürleşmesidir. Dolayısıyla Türkiye, PKK’nin silahsızlanmasını kaldıracak kadar güçlü değildir. Böyle bir alt yapısı da yoktur. Olan alt yapıyı da AKP hükümeti derinden yaratmış olduğu önyargılarla yıkıyor ve en önemlisi PKK’nin demokratik uygarlık ideolojisi karşısında hazır değildir. Zaten son KCK operasyonu da bunun bir yansıması olarak ortaya çıkmıştır. “Ben dağlarda onları bitirmeye çalışırken, onlar şehirlerde çok daha güçlenerek üzerime geliyorlar. Ben Kürtlerin elinde silah olmasa kendilerini savunacak bir silahlarının olmadığını düşünüyorken onlar KCK şemaları ve demokratik uygarlık ideolojisi ile çok yeni, güçlü ve çağdaş siyasal yöntemle kendilerini geliştiriyor, savunuyor ve ilerliyorlar’ deyip Kürdün siyasal savunma ideolojisi olan örgütlemelerine yöneldi. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan kimsenin kafasına kurşun dayayıp benim bu düşüncelerimi kabul et dememiştir. Bunun için ne makarna, ne de kömür dağıtmıştır! Yüce İslam dinini bunun için kullanmamıştır. Kafaları karıştırmak amacıyla düzenlenen sokak dedikoduları türü haber ve analizlerini medya aracılığı ile yaymamıştır.

Gülen Tarikatı Önyargılarla, Toplumda Onarılamaz Yaralar Açmaya Çalışıyor

Fetullahçı tarikatın Zaman Gazetesi, Taraf Gazetesi ve Samanyolu TV, dedikodu türü haberler vererek hem dini kullanıyor, hem de kitleleri, yalanlarına inandırmak için Kürt Özgürlük Hareketine karşı kışkırtıyor. Önyargılar oluşturuyor. Çünkü dedikodu türü haberlerin amacı halkta önyargıları oluşturmaktır. Sokak diliyle yapıldığı için halka sürekli önyargılar pompalanıyor. Böylece uzun sürede oluşturdukları önyargıların bozulmasını istemiyorlar. Einstein “önyargıları kırmak atomu parçalamaktan daha zordur” demiştir. Dolayısıyla yayınlarıyla sürekli Kürt Özgürlük Hareketine karşı yalan haber üretmektedirler. Yalanlarını büyütebilecekleri kadar büyütüyorlar. Çünkü Hitler faşizmi de aynısını yapıyordu. Hitler “yalan büyüdükçe inananlar çoğalır” demişti. Bugün Fetullahçı basın ve AKP hükümetinin yaptığı da budur.

Kürt Halk Önderi Öcalan ise düşüncelerininin ne olduğunu kendi kendisini üreterek ve yenileyerek halkına vermiştir. Barış ve demokrasi gerçekliğini en yalın haliyle hem dünyaya hem de halkına göstermiştir. Bu gerçekliği bilen, gören ve okuyan herkes demokrasiye ve barışa gelmeyenleri, Kürt ve Kürdistan’ı kimlerin istemediği ve kimlerin karşı çıktığı gerçeğini görmektedir. Onun için PKK’nin demokratik uygarlık ideolojisiyle silahsız da olsa yüzyıla daha güçlü dayanacağını ve geleceğe doğru yürüyeceğini ne yazık ki Kürtlerden önce düşmanları görmüştür. Şimdi siyasal operasyonlarla bunun önüne geçilmeye çalışılıyor.

DTP Operasyonunda Güneyli Güçlerin Rolleri Vardır

Güney Kürdistan liderliğinin de bu operasyonun yapılmasında ve istihbaratında rolleri vardır. Fakat bu fayda getirmeyecektir. İsa’nın havarileri çok kıt imkânlarla 500 yıl sonra da olsa İsa inancını dünyaya resmen kabul ettirdiler. Kürtlerinki bu kadar uzun sürmeyecektir. ABD menşeli kelepçeli fotolar da Türk devletinin değişmesini ve Kürtlerin ilerleyişini durdurmayacaktır. Kürt isyanları bastırıldıktan sonra Türk devleti çoğunlukla bu tür fotoları çekerdi. Şimdi AKP hükümeti bunu değiştirdi. Zira Kürt Özgürlük Hareketi en güçlü olduğu dönemi yaşıyor. Dolayısıyla kelepçeli fotolar tam vaktinde çekilmemiştir. Erken çekildiği için Beşir Atalay bu kareye soruşturma açmıştır. Zaten bu sistemde ve bu Türk devlet zulmünün altında başı belada olmayanın Kürtlüğünden ve insanlığından şüphe duyulur. Dolayısıyla hapse girmek, tutuklanmak, sokakta coplanmak, Ankara’da Kürt siyasetçilerine ev aramak, karakola düşmek Kürt halkının gözünde büyük bir onurdur. Bu sistemle ve AKP - Erdoğan hükümetiyle başı belada olmayanı ve onları kabul edenleri Kürt nüfusundan bile saymak günahtır.

Fakat AKP hükümeti ve başbakanı Tayyip Erdoğan KCK bahanesiyle DTP’ye yapılan tutuklamalardan sonra “açılım”a yani tasfiyeye dönük son yumurtasını yapacaktır. Nasıl ki ABD onaylı Zap ve Kandil’e düzenlenen hava operasyonlarının ardından “TRT 6” yumurtası çıkmışsa şimdi de ABD onaylı düzenlenen DTP’ye yönelik operasyonun yumurtası ortaya çıkacaktır. AKP bu defa bu yumurtayı Güney Kürdistan’la birlikte yapmak istemektedir. Bunun için ortaklar aramaya başlamıştır.

ABD, Erdoğan ve AKP’yi Tekrar İş Başına Getirmiştir

ABD Bush döneminde hazırladığı ve Obama dönemiyle sürdürdüğü politika için Türk ordusu yerine Erdoğan ve AKP’yi tekrar seçmiştir. Erdoğan buna çok sevinmiştir. Türk basını Erdoğan’ın bu başarısının altında yatan gerçekleri irdelemeden adeta Obama – Erdoğan görüşmesini göklere çıkarmıştır. Türk ordusu bu defa da boynu bükük Obama’nın yanında ayrılmıştır.

Türk ordusu Erdoğan’ın Kürt Özgürlük Hareketini tasfiye etmesi için gereken tüm desteği vereceğini teyit etmiş ve bunun bekçisi olacağını göstermiştir. ABD ise DTP’nin kapatılacağını bildiği halde kapatılma davasından bir gün önce davetiye göndererek adeta Kürtlerle kafa bulmaya çalışmıştır. ABD’nin, Kürt Özgürlük Hareketi olan PKK’yi muhatap almadan Ortadoğu’da bir adım ilerlemeyeceğini bilmesi gerekiyor. Türkiye ise “ben PKK’yi muhatap alırsam, bütün dünya muhatap alır” diye düşünmektedir. Zaten muhatap almaktadırlar. Bir tek Türkiye bu paranoyadan kurtulmuş değildir. AKP ve Erdoğan, Bush döneminde vardıkları anlaşmanın tüm gereklerini yerine getirdi mi ki, şimdi de Obama-Erdoğan görüşmesinde varılan anlaşmaları yerine getirsin? Obama Erdoğan’la neden gizlice görüştü? Yoksa Erdoğan özel görevli mi? Bu konuda Güney Kürdistan yönetimine verilen yeni görev nedir?

Siyasal Tasfiye İçin KDP’ye mi Rol Verildi?

Bush döneminde Celal Talabani’ye askeri tasfiye için rol verilmişti. Şimdi de siyasal tasfiye için Kürdistan Federe Yönetimi ve KDP’ye mi rol verildi? Yönetim bu rolü neyin karşılığında kabul edebilir?

Biliniyor Erdoğan, Bush görüşmesinden sonra askeri Ergenekon’un tasfiye kararını alarak yerine siyasal Ergenekon rolü ile kendisini seçtirmişti. Zaten o görüşmeden sonra Türkiye’de askeri Ergenekon’a karşı siyasal Ergenekon olan AKP hükümeti tutuklamalara başladı ve ABD’den alınan izin çerçevesinde Güney Kürdistan’a ve Kandil’e operasyonlar yaptı. Türkiye’ye davet edilmeyi bekleyen Celal Talabani ise PKK’ye sürekli olarak yaptığı “silah bırakın, Türkiye’ye teslim olun. AKP’ye karşı savaşılmaz” sözlerinin karşılığında Türkiye’ye davet edildi.

Uluslararası Kriz Grubu’nun hazırladığı Yol Haritası çerçevesinde Celal Talabani, Irak ve Güney Kürdistan yönetimi gerekenleri yaptı. Ama Tayyip Erdoğan ve AKP, Güney Kürdistan’a dönük bu yol haritasının gereklerini Kandil’e operasyona rağmen yapamıyordu. Aslında yapmak istemiyordu. ABD’yi, Güney Kürdistan liderliğini ve dünyayı kandırabileceğini düşünüyordu. Bazı dirsek temasları olduysa da sürekli gizli görüşmeler sürdürüyorlardı. Güney yönetimi ise Erdoğan ve AKP hükümetini, “verdiği sözleri yerine getirmiyor” diye sürekli ABD’ye şikâyet ediyordu. Obama’nın seçilişi ardından Türkiye’ye gelişi ve DTP Eşbaşkanı Ahmet Türk’le görüşmesi Erdoğan için alarm zillerinin çalınması anlamına geliyordu. Ama Erdoğan ve AKP hükümeti mecliste yeterli çoğunluğa sahip olduğu halde gereken yasaları çıkarmıyor, buna engel teşkil edecek bahaneler üretiyordu. Bilinçli olarak CHP ve MHP ile çelişkiler yaratıyordu. Ardından DTP ile “resmiyet” dışında görüşerek ve DTP’yi çözümün önünde engel olarak göstererek işte “görüştüğüm halde PKK’yi terörist ilan etmiyor” diyerek adeta Kürtlerden kendi kendilerinin yüzlerine tükürmelerini talep ediyordu. Çünkü Türk devletinin bunca zulmü ve sömürgeciliği altında bir Kürdün kalkıp PKK’ye “terörist” demesi kendi yüzüne tükürmesinden başka bir şey olamazdı. DTP ve Sayın Ahmet Türk bunu yapmadıkları için siyasal olarak linç edilmek istendiler.

Türk devleti ve Erdoğan hükümeti, Güney Kürdistan’da konsolosluk açacağım, Güney Kürdistan’ı tanıyacağım mesajları ile ABD’ye Obama ile görüşmeye gitti. Çünkü model ülke olmanın bir şartı da buydu. ABD bölge için Irak’ı model ülke yapmak istiyordu. Türkiye gibi devletler ise buna karşı çıktı. ABD şimdi bu belayı Türkiye’nin başına doladı. İçinden zor çıksa da sistem içi çelişkilerden dolayı kabul etmiştir. ABD’de Obama’ya, ilk defa bir başbakan kendi devletini şikâyet etti. Ordu mensuplarının bilgilendirilmediği ve kimsenin içeriye alınmadığı bir odada Obama, Erdoğan’la gizli görüşerek şikâyetlerini ve taleplerini bir bir dinledi. Bir çocuk gibi önüne konulan ev ödevlerini neden yapmadığını bir bir sıraladı. MHP, CHP, ordu ve DTP’yi engel olarak gösterdi. Yoksa siyasal olarak Kürt sorununu Güney Kürdistan yönetimiyle birlikte çözerdim demeye getirdi. Ama özünde böyle değildi. Kürt sorunu vasıtasıyla devlete tam hakim olduktan sonra Güney Kürdistan başta olmak üzere Kürt Özgürlük Hareketini nasıl tasfiye edeceğinin gizli planları içerisindedir. “Birbirlerini tasfiyeye karar vermiş Kürtleri ABD ne yapsın?” diyecektir sonunda.

Dolayısıyla Bush görüşmesinde askeri Ergenekon tutuklamaları ve Kandil’e operasyon için izin alan Erdoğan, Obama görüşmesinde “kozmik oda” aramaları ile DTP ve KCK operasyonları için gereken izni almıştı. Alınan kararlardan birisi de Güney Kürdistan Bölgesel Yönetim başkanı Mesut Barzani’nin Celal Talabanileştirilmesidir. Talabanileşen Mesut Barzani’nin bunun sonucunda Türkiye’ye davet edilmesi ve resmi olarak karşılanması düşünülmektedir. Ama bunun için Mesut Barzani’den istekleri olmuştur. DTP’nin kapatılması için verilen okşayıcı tepki ve son KCK bahanesiyle yapılan tutuklamalara karşı Güney liderliğinin lakayt duruşu birinci isteklerini yerine getirmiştir. Gizli yürütülen diğer pazarlıklarda ise PKK’ye karşı ortak mücadele etme yöntemleri konuşulmuştur. Kampların boşaltılmasından tutalım Kürtlerin sürülmesine kadar, istihbarat ve nokta operasyonlarından tutalım, kontra grupların Güney’e yerleşmesine kadar birçok noktada pazarlıklar yapılmıştır. Yine çeşitli yöntemlerle PKK’nin eylemsiz bırakılması, ulusal birlik konferansı yerine Güney Kürdistan’la sınırlı bir konferansın yapılması ve AKP’nin işbirlikçi-hainleşmiş Kürtlerden yeni muhataplar yaratma ve bunlarla oluşturacağı sözde ulusal konferansla Kürt Özgürlük Hareketini ve diğer Kürdistan parçalarını tek parçaya kurban etme siyasetini sağlamak üzerine mutabakata varılmaya çalışılmıştır. Obama-Erdoğan görüşmesinde kararlaştırılan ekonomik amaçlardan birisi olan Kürdistan’da nitelikli sanayi bölgelerinin oluşturulması için Kuzey’den bazı unsurları devreye sokmak, bunun için 2007 yılında kurulan Kürt-Amerikan dostluk komitesine diğer Kürdistan parçalarından Kürt Özgürlük Hareketine uzak olan bazı kişileri dahil ederek kullanma, Kürt Özgürlük Hareketine Irak Baas tarzı aşbetal (tasfiye) yöntemini dayatmak gibi yöntemler denenmek istenmektedir.

Dengir Fırat, Erdoğan ve AKP’nin Yeni “Kürt” Umududur

Seçimler yaklaştıkça Erdoğan’ın Mir Dengir Fırat gibilerinin eliyle Kürtleri tekrar kandırmaya dönük bazı şeyleri yapacağı veya söyleyeceği belirtilmektedir. Söyleyeceği şeylerin Kürt özgürlük direnişinin başarısına göre renk değiştireceği biliniyor. Bu süre içinde AKP içindeki sözde Kürt milletvekillerini sonuna kadar kullanacaktır. Milletvekillerini şuraya-buraya göndererek gizli gizli “Erdoğan ve AKP, Kürt sorununu çözmek istiyor ama görüyorsunuz ordu, CHP, MHP, DTP-BDP ve PKK bir olmuş bırakmıyorlar çözelim” diyerek insanları, hatta bazı Kürt aydınlarını kandırmayı düşünüyorlar. Böylece ABD’nin tek vazgeçilmezi olduğunu göstermeye çalışacaklar. “Silah, siyasetin önünü kapatıyor; BDP, PKK’ye terörist desin, arasına mesafe koysun” vs propagandalarla Kürt sorununu çözmeyerek ve ömrünü uzatmanın peşine düşerek yine daha çok devletin derinliğine inerek örgütlenmesini sonuçlandırmak isteyecektir.

Bundan sonra Tayyip Erdoğan ve sözde İslamcı hükümeti ikinci bir Ahmedinejad olarak Kürtlerin karşısına çıkacaktır. Ama Ahmedinejadlaşan Erdoğan, ABD ile köprüleri uçurmayacaktır. Aksine Kürtleri hadımlaştırmasına izin verdiği kadar ABD ile sonuna kadar anlaşacaktır. Türk derin devleti olan ordu Kürtler için bunu göze almış ve devreye sokmuştur. Erdoğan ve AKP bundan saparsa sonları Adnan Menderes ve Özal’ın sonundan daha farklı olmayacaktır.

Bu temelde Mesut Barzani ile görüşen Mir Dengir Fırat, 1960 yılında Türk devletinin Sivas-Kabakyazı’da açık arazide kurmuş olduğu kampa kapatılan dedesi Zeynel Turanlı’dan gereken dersi almamış gibidir. O dönem sürgün edilen 485 Kürt arasında onun dedesi de vardı. Sormak gerekir, o zaman deden ne yapmıştı? PKK mi vardı o dönem? Türk devleti o sürgün kamplarını niçin kurmuştu? Elbette Kürtleri asimile etmek, devletin iyi birer kul ve kölesi yaparak doğan çocuklarını devletin hizmetinde hain, işbirlikçi yaparak devşirmek amacıyla yapmıştı. Ve böyle kamplarda kendi halkına hainlik yapan senin gibi kişileri bugünler için yaratmayı hedeflemişti. Anlaşılan Türk devletinin bu politikası tutmuştur, Dengir Fırat buna iyi bir örnektir. Türk devletinin Dengir’in dedesi için yapmış olduğu aynı kampların benzerini ve yöntemlerini Mesut Barzani’den, PKK ve Maxmur kampı için istemenin ne Kürtlükle, ne insanlıkla, ne de İslamla alakası var. Kürt Federe Yönetimi herhalde çocuk değil ki senin bir iki güzel lafına kansın?

Yine Dengir’e diyoruz ki Güney’de görüştüğün o diğer özgür Kürt iradesi karşıtı şahsiyetlerden yeni sahte muhatapların danışmanlığı ile suya dalmak birlikte boğulmayı getirebilir. Sen önce git, kendi partindeki faşist Kürşad Tüzmenleri, Suat Kılıçları ve Kürt düşmanı AKP milletvekillerini ikna et! Onlar gibi aynı partide olduğuna göre onlardan bir farkın var mı? Said-i Kurdi’yi bile Kürtlükten devşirmeye çalışan ve Said-i Kurdi’nin ilmini-imanını Türklük için projelendiren Fethullah Gülen’in ve Kürt kökenli Fetullahçı devşirmelerin tümü bugün AKP saflarında yerlerini almıştır. Bu defa AKP ile Türk devleti için Kürdistan’daki ömürlerini uzattılar. Yoksa Kürdistan, Türk devletinin elinden uçacak ve özgür olacaktır. İşte AKP’nin görevi de Kürdistan’ın özgürleşmesini engellemektir. Bu kadar tantana, çıkartılan kargaşalar, ikili bilinçli kavgaların hepsi Kürtlerin kafasını muğlâklaştırmak içindir. Bu politik horoz dövüşüne, siyasi tantanaya Kürtler kulak asmadan ve beklemeden haklarını sürekli pratikleştirmeli ve direnişlerini serhıldanlarla süreklileştirmelidir. Çünkü Türk devleti AKP eliyle siyasi ölüm tokadını Kürtlere vurmak için hazırlık yapıyor. Askeri Ergenekon’un yapamadığını siyasi Ergenekon kimliği ile yapmak istemektedirler. Dolayısıyla dünyanın dört bir yanındaki Kürtler ve dört parçadaki Kürdistanlılar bu tehlikenin kendi üzerlerinde dolaştığını bilerek, ulusal güç birliği şeklinde, saldırılara karşı durmasını bilmeli ve Kürt hainlerine gereken dersleri vererek doğru sonuçlar doğurabilmelidirler.

Demokratik Kürt ulusal birliği bunun için çok önemlidir. Bu yükün önemli bir ağırlığı da Güney Kürdistan liderliğinin omuzlarındadır. Neden açık açık ne istediklerini söylemiyorlar?

Güney Kürdistan Liderliği Ulusal Birlik İçin Tutumunu Netleştirmelidir

Demokratik Kürt ulusal birliği bunun için çok önemlidir. Bu yükün önemli bir ağırlığı da Güney Kürdistan liderliğinin omuzlarındadır. Neden açık açık ne istediklerini söylemiyorlar? Ulusal birlik için talepleri nelerdir? Diğer Kürdistan parçaları için ne tür projeleri vardır? Kardeş savaşının olmayacağını ve yapmayacaklarının garantisi nedir? vs. vs gibi soruları çoğaltmak mümkün. Bunları cevaplayabilmek için net bir politik duruşa sahip olmak gerekir.

Peki Güney liderliği net bir politik duruş sergileyebilir mi? Zor görünüyor. Çıkarları Kürdistani projelerde mi, yoksa Kürdistan’ı sömürgeleştiren komşu ülkelerle mi? Maddi kazançlar mı önde, yoksa ulusal talep ve projeler mi? HPG’ye silah bırakılması yönünde telkinlerde bulunurken, diğer Kürt parçalarının özgürlüğü için herhangi bir garantileri var mı? Veya diğer Kürdistan parçaları için gerekirse peşmerge güçlerini devreye sokacaklar mı? Böyle bir sözleşmeyi Kürt halkına verebilirler mi? Yoksa silaha gerek yok deyip yarın Türkiye, İran ya da Irak hükümeti arasında yapılacak herhangi bir “sandviç operasyonu”nda yem olmayacakları ne malum? Sadece ABD’nin sözlerine güvenmek yeterli mi? ABD geçmişte de Kürtlere ihanet etmedi mi? Bu ihanetin en ağır sonucunu Kürt liderlerinden Mele Mustafa Barzani çekmedi mi? Güney Kürdistan’ı El-Fetih bölgesi, Kuzey Kürdistan’ı Hamas Filistin bölgesi yapmamak için Kürtlerin projeleri ve hazırlıkları var mı?

Tayip Erdoğan’ın ABD ziyareti esnasında ve sonrasında Türkiye’nin Güney Kürdistan’la geliştirmiş olduğu diplomatik ilişkilerin temeli sürekli Kürdistan Özgürlük Hareketi üzerinde şekil almıştır. Güney Kürdistan’a Türk cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “İmralı’yı unutun” sözleriyle ifade ettiği rolü vermeye çalışıyorlar. Bazı “Kürt” liderleri, aydınları ve üçlü mekanizma içindeki maaşlı bazı Kürt unsurları da Kuzey Kürtlerine “Öcalan’ı unutun, Öcalan’ı devre dışı bırakın” diyerek bunu yerine getirmeye çalışıyorlar. Yeni görevlerinden birisi de budur.

Güney Yönetimi Ne Yapmaya Çalışıyor?

Ama en önemlisi Mesut Barzani’nin Medya Savunma Alanları’na yakın sınır bölgelerinde yaptığı ve sürekli üzerinde durduğu açıklamalardır. Biliniyor Tayyip Erdoğan ABD dönüşü, üçlü koordinasyon çalışması çerçevesinde Atalay’ın Hewlêr’e gidişi ve Obama’nın Mesut Barzani’yi ABD’ye davetinden sonra bu bölgeleri ziyaret eden Mesut Barzani ilk olarak Keladize’ye gitti. Keladize, KDP ve YNK arasında ilk kardeş kavgasına dönük çelişkinin ve çatışmanın çıktığı bir yerdir. Kandil’e yakın olması ve konumu itibariyle önemlidir. Burada HPG’yi kastederek, “Artık silahlı savaşımın dönemi bitmiştir. Siyasal olarak mücadele edilmelidir. Biz sınırlarımızdan kaynaklı komşu devletlere herhangi bir saldırıyı tasvip etmeyiz, izin vermeyiz” demesi birçok soru işaretini beraberinde getirmektedir. Tam olarak ne söylemek istediğine açıklık getirmedi, ama ilk açıklama olduğu için birçok kişi “politika yapıyor” diye değerlendirdi. Ama aynı açıklamalarını, ziyaret ettiği Şêladizê ve Pişder bölgelerinde de yapması politika olmadığını göstermeye yetiyor.

Güney yönetimine soralım: Diyelim ki yarın Türk devleti Kürtlere saldırılarını arttırarak sürdürdü. HPG gerillaları da buna karşılık meşru savunma çerçevesinde karşılık verdi, eylem yaptı, ne yapacaksınız? Sınıra Türk askeri mi davet edeceksiniz? Güney Kürdistan’ın Türk ordusu tarafından işgal edilmesi için kapıları mı açacaksınız? Kendisine yetmeyen Irak ordusu adıyla Kandil’e, Zap’a ve diğer bölgelere operasyon mu düzenleyeceksiniz? ABD’nin hava operasyonu düzenlemesi için yerel istihbarat desteği mi vereceksiniz?

Bu açıklama PKK’yi Güney halkına şikâyet etmedir. Yeni bir yöntemdir. Orada bulunan ve Medya Savunma Bölgelerine yakın olan Güney halkını tehdit etmedir. HPG’yi eylemsiz bırakın, eylem yapmasın yaklaşımlarıdır. “Yoksa eylem olursa sizin bölgelerinizi tampon bölge olarak Türkiye veya İran’ın hâkimiyetine verebiliriz” demeye getirmektir. Her gün bombalarlar tehdididir. Zaten bu bölgelerde oyların çoğunluğu Goran ve PÇDK’ye gidiyor, o zaman size pek ihtiyacımız yok demek midir bu? PKK muhatap alınmadan, ikna edilmeden, PKK tehdit edilerek eylemsiz bırakılmak ve Kürt kamuoyu nezdinde kendilerini haklı gösterme provalarıdır. Güney Kürdistan halkı, her türlü yolsuzluklarına rağmen Güney Kürdistan yönetiminde bulunan KDP ve YNK partilerine aslında Kerkük için tahammül etmektedir. Bunlar da kalkıp “ABD bize söz verdi, 140. madde için Kürtleri destekleyecek ama bir şartla, eğer PKK sınırlarımızdan çekilirse ya da silah bırakırsa, isteklerimizi yapacak” yaklaşımını geliştirmeye çalışıyor, halkı buna inandırmak istiyor. Diyelim ki bu anlaşma karşılığında ABD Kerkük’ü verecek peki, ABD ile bu yönlü varsa bir sözleşmeniz Kürt halkına söylemeniz gerekmiyor mu? Esasta ise ABD’nin sözüne inanıp özgür Kürt halk iradesini tasfiye etmek kabul edilecek bir politik duruş olamaz. Objektif olarak bu tutum üçlü koordinasyon taktiklerinden sayılır. Talabanileşmeye doğru gitmedir.

Talabani’nin son dönemlerdeki sessizliğinin bir anlamı olmalı. Gerçi iç sorunlardan dolayı biraz yorgun ve kızgın olabilir. Çünkü Goran gibi KDP’nin de YNK mirasına oturduğunu ve kitlesini kendisine bağlamak için taktikler geliştirdiğine şahit oluyor. 300 bin peşmerge ordusunun tek çatı altında toplanması ve KDP hanesine bir kalemde bunların geçirilmesi onu derinden düşünmeye itmiştir. Güney Kürdistan aydınları ve liderliğinin “Öcalan’ı ve PKK’yi unutun” gibi hayalci söylemleri geliştirmelerinin, Güney Kürdistan’daki kazanımlara büyük zarar vereceğini bilmeleri gerekir. Her ne kadar eksik de olsa Neçirvan Barzani gibi PKK’nin muhatap alınması gerektiğini artık açık açık söylemeleri gerekiyor. Bu söylenmediği taktirde Türk devleti Güney Kürdistan’a huzur vermeyecektir. ABD’ye gidecek ve Obama’yla görüşecek olan Mesut Barzani’nin, PKK’nin kesinlikle muhatap alınmasını ve böylelikle siyasete dahil edilmesi gerektiğini belirtmesi önemli ulusal bir yurtseverlik görevi durumundadır. Güney Kürdistan’ın devletleşmesinin yolu da diğer Kürdistan parçalarında bulunan Kürt halkının ancak desteği ve demokratik ulusal birlik sözleşmesi ile olacaktır, başka çareler aramak beyhudedir.

Bu temel perspektifler ışığında bakıldığında Türk devletinin siyasal Ergenekoncu kolu olan Erdoğan ve AKP hükümeti, Kürtlere ihaneti bir çözüm modeli olarak dayatacaktır. Bu modelin tutmaması halinde ABD’nin Irak’tan resmi olarak çekilmesi ile birlikte yeni tartışmalar gündeme düşecektir. Türk devleti, Güney’i işgal etme tehditleri ile sonuca ulaşmaya çalışırken, Güney Kürdistan’ın Türkiye’ye daha çok entegre edilmesi için Uluslar arası Kriz grubu da yeni projeleri ortaya serebilir. Ortadoğu’da Kürt iradesini tanı ve muhatap al diye hem içten hem de dıştan baskılarla karşılaşabilir. Bunu belirleyecek güç ise Kürt halkının direnişi ve serhıldan örgütlemesi olacaktır. Türkiye çözüm modeli olarak zaman zaman bazı tartışmaları gündeme getirmektedir. Ne yapacağını gizlemek için bu yolu deniyor, sağ gösterip sol vuruyor. IRA ve ETA gibi yöntemlerden ziyade Irak Baas yöntemi ve Aşbetal (tasfiye) taktiği yöntemi Kürt özgürlük iradesine karşı uygulanmak isteniyor.

Saddam Hüseyin ve Baas Partisi de “Açılım” Kod Adıyla Tasfiye Harekatı Başlatmıştı

Güney Kürdistan’da 1961’den 1970’e kadar Mele Mustafa Barzani liderliğinde yürütülen peşmerge savaşı her dört parça ve özelikle Kuzey Kürdistan’ın fedakâr desteği ile büyük başarılar elde etmişti. Kürdistan’ın dört parçası bu mücadeleye umut bağlayarak, Mele Mustafa Barzani’ye adeta ilah gözüyle bakmaktaydı. Bu durum başta Irak ve Türkiye olmak üzere uluslar arası birçok gücü de endişelendiriyor ve bölge dengelerini bozuyordu. Irak yönetimine Kürt sorununu çözmesi için içten ve dıştan büyük baskılar yapıldı. En önemlisi peşmerge direnişi karşısında Irak yönetimi çok zor duruma girmişti. Devlet yapısı dağılmakla yüzyüze kalmıştı. Bunun sonucunda Irak yönetimi KDP Başkanı Mele Mustafa Barzani ile ilişkilenerek Irak’ta “açılım” yapacaklarını ve bir barış anlaşması yapmak için siyasete fırsat verilmesini istedi.

11 Mart 1970 yılında Irak devleti ve KDP 4 yıllık bir barış deklarasyonu imzaladıklarını, Irak radyosu ve KDP’ye bağlı “Kürdistan’ın Sesi” radyosunda resmen ilan ettiler. Anlaşmayı Irak başkan yardımcısı Saddam Hüseyin ve Mele Mustafa Barzani imzaladılar. Güney Kürdistan halkı bu beyana “11’ê Adarê” der. Anlaşmada herhangi somut bir adımın kesin gerçekleşmesi için net kararlar verilmemiştir. Otonom bölgesinin sınırları, Kerkük’ün durumu vs gibi ciddi meseleler çözümlenmemiş, aksine üzerinde tartışılacağı ve açılımın ona göre şekil alacağı yönünde karar birliğine varılmıştı. Kesin çözüm ve imzalar bu 4 yıllık tartışmalar neticesinde sonuca bağlanacaktı. Fakat Irak Baas yönetiminin ve Saddam Hüseyin’in bu açılım niyeti farklıydı. Biraz nefes alıp gelişen Kürt ulusal mücadelesini tasfiye etmeyi düşünüyordu. Bu 4 yıllık süre içinde müzakereler yapıldı, barış deklarasyonunda dile getirilen maddeleri Irak hükümeti bin bir taktik ve oyunla yerine getirmemek için çabalıyordu. Özelikle Kürt hainlerini ve korucularını (cahşlarını) bunun için sonuna kadar kullanıyordu. Güney Kürdistan devriminde rol oynayan bazı peşmerge komutanları ve yetkilileri ise dağdan ovaya indikçe rehabilite oldu. Rant kavgası içinde siyasal sorunlardan uzaklaştılar, doğacak tehlikelerin farkına varmadılar. İdeolojik bir alt yapı sistemi oluşturulmadığından dolayı Güney Kürdistan devrimi adeta siyasal asimilasyona uğramaya başlamıştı. Heyetler arasında müzakere sert tartışmalarla yürütülürken, Saddam Hüseyin biraz daha zaman kazanmaya çalışıyordu.

Koruculuk sistemi şeklinde örgütlenmiş Kürt hainleri, sırf Barzani aşiretiyle yaşadıkları çelişkiler yüzünden Mele Mustafa Barzani’nin getireceği herhangi bir otonomi bölgesinde yaşamak istemediklerini ve kabul etmeyeceklerini deklare ettiler. Akre ve Musul’da yaşayan Zebariler bunun başını çektiler. Tıpkı bugünkü yeminli PKK ve Öcalan düşmanlığı yapan kesimlerin, PKK’nin çözüme dönük ortaya attığı projelere gösterdikleri düşmanca tepki gibi! Zaten aynı görüşleri hala devam etmekte, Musul’da Dindar ve Leto Zebariler hala Kürt düşmanı Hedba partisi ile hareket etmektedirler. Bunlar o dönemde Saddam Hüseyin’in eline çok büyük kozlar verdiler. Saddam bunu kullanarak 11 Mart’ta vardıkları anlaşma metinlerini değiştirmeye başladı. Dohuk’a bağlı Akre’de yapılan referandumda Zebarilerin etkisi ile Kürt otonom bölgesine bağlanmak yerine Bağdat merkezi yönetime bağlanma yönünde oy kullandılar. Kürtlere verilmesi planlanan sözler yavaş yavaş geri çekiliyordu. En sonunda Kerkük konusunda çelişkiler yüzünden müzakereler kilitlendi. Irak yönetimi Kerkük’ün kesinlikle Kürt otonom bölgesine bağlanmayacağını, verilecek otonom bölgelerinin dağlık bölgelerle sınırlı olacağı, Hewlêr dışında ovada bulunan başka hiçbir şehir ve bölgeyi kapsamayacağını açıkladı.

“Açılım” Taktiği, Cezayir Antlaşması ve Aşbetal (tasfiye)

Saddam Hüseyin ve Irak Baas partisinin “açılım” taktiği Güney Kürdistan peşmerge mücadelesini ve liderliğini yavaş yavaş tasfiyeye doğru götürüyordu. Böylece Irak yönetimi ve Saddam Hüseyin üzerindeki dış baskılar yavaşlamış, içte Baas partisi yavaş yavaş düzenini oturtmuş ve devlete tam hakim olmaya başlamıştı. İran ve Türkiye’nin müdahalesi, görüşmeleri Kürtlerin aleyhine doğru götürmüştü.

Mele Mustafa Barzani Kerküksüz otonomiyi kabul etmeyerek Saddam Hüseyin ve Irak Baas partisinin açılımına resti çekerek savaşa tekrar başladı. Fakat müzakere heyetinde bulunan KDP liderlerinden Aziz Akreyi ve Haşim Akreyi Saddam Hüseyin’in Kerküksüz otonomisini kabul ederek Irak yönetimi altında sonuna kadar yaşayacaklarının teminatını verdiler. Bu durumu dünyaya karşı büyük bir koz olarak kullanan Saddam Hüseyin, yandaşı olduğu Kürt hainleri ile birlikte artık peşmergelere karşı tüm gücüyle savaşıp tasfiye edebilirdi. Savaş kararı alan KDP liderliğine bağlı peşmergelerin eskisi gibi savaşma azmi ise kalmamıştı. 4 yıl boyunca ranta bulaşmış KDP’li yetkililerin yolsuzluklarına işaret ederek, “biz yıllarca bunun için mi savaştık” diyerek sitem ediyorlardı. Peşmerge artık eskisi gibi savaşamıyorlardı. Dıştan da eskisi gibi destek görmüyordu. Güney Kürdistan hareketi büyük baskılarla karşı karşıya kalmıştı.

Saddam Hüseyin ise Kürt hainlerinin eliyle Kürtlere içi boşaltılmış, özden yoksun göstermelik bazı haklar vererek dünya kamuoyuna, “Kürtlerin savaş için herhangi bir nedenleri yok, bana her türlü desteği verin, geri kalan radikal Kürtleri tasfiye edeyim” demek istiyordu. Şimdi Türk devleti ve AKP hükümeti bölgesel ve uluslararası alanda bu planı genişletip topyekûn olarak Kürtleri hem Güney’de hem de Kuzey’de tasfiye etmek ve kölesi haline getirmeye çalışmaktadır. Güney Kürdistan tarihinin o dönemki tecrübeleri bütün faşist güçler için geçerlidir. Sadece somut koşulların somut tahlili yapılarak yenilenir. Güney Kürdistan hareketi birkaç ay daha savaştı. 1975 yılında Türkiye’nin gizli diplomatik çabalarının sonucu olarak Irak ve İran, Güney Kürdistan ve Mele Mustafa Barzani hareketi üzerinde karşıt anlaşmaya vararak “Cezayir anlaşması”nı imzaladı. Halkın özgücünden ziyade dışa bağımlı siyaset izleyen Güney Kürdistan hareketi bu ittifakı adeta kendi sonu olarak gördü. Güney Kürdistan peşmerge hareketinin lideri Mele Mustafa Barzani her dört parçada yaşayan halkın kendisine bağlanan umutlarını yeniden örgütleyecek ve şartlara uygun bir ideolojik çizgiye sahip olmadığından dolayı devrimi sonlandırdı. Bütün ısrarlara rağmen peşmergelere çağrıda bulunarak devrimin bittiğini, peşmergelerin evlerine gidebileceğini söyledi. Bu durum Güney Kürdistan tarihine Aşbetal (tasfiye) olarak geçti ve halkın diline düştü.

Yaklaşık olarak 11 yıldır tek kişilik hücreye konulan Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a da aynı şeyleri, uyguladıkları işkence ve tecritle söylettirmek istiyorlar. Umarız Güney liderliği, “başıma gelen kardeşimin başına da gelsin” umudu ve yaklaşımı içinde değildir.

Bu çağrıdan sonra Irak Baas yönetimi ve Saddam Hüseyin tasfiye planlarını derinliğine işlemek için çalışmalarını hızlandırdılar. Böylece gelecekte Kürt sorununun başına bela olmasını engelleyebileceğini hesapladı. KDP politbürosu ise Saddam Hüseyin’e resmi bir mektup göndererek, Kerküksüz otonomiyi kabul edebileceklerini yazdı ve tekrar görüşme talebinde bulundu. Saddam Hüseyin ise verdiği cevapta, “Biz bu otonomiyi kişilere, liderlere ve partilere vermedik, Irak halkına verdik. Bizim tek muhatabımız halkımızdır. İsteyen kişiler gelip bu otonomi içinde bireysel olarak yerini alabilir, bizim verdiğimiz haklar bireysel haklardır” dedi. Bu söylem de bugünkü TC söylemiyle neredeyse tıpatıp örtüşüyor! KDP politbürosunun teklifini böylece reddeden Saddam Hüseyin, 11 Mart 1970’te verdiği ve ilan ettiği açılım deklarasyonunun amacını da böylece açıklamış oldu. Saddam Hüseyin ve Baas partisi Mele Mustafa Barzani’nin teslimiyet çağrısına rağmen geri kalan ve mücadele etmek isteyen peşmerge güçlerine karşı daha hazırlıklı savaşmak ve tam tasfiye etmek için açılım projesini Kürtler üzerinde istediği gibi sürdürmeye çalıştı. Çil yavrusu gibi İran’a, Türkiye’ye ve Avrupa’ya dağılan Kürt peşmergeleri mülteci kamplarında esir muamelesine tabi oldular.

ABD, Kürtleri Daha Önce Satmıştı, Bir Daha Neden Satmasın?

Saddam ise daha önce Beyrut’ta görüştüğü CIA aracılığı ve desteği ile Irak’a hakim olmuştu. ABD, peşmerge hareketini ve Mele Mustafa liderliğini satmış, artık tüm gücüyle Saddam’ın arkasında yer alıyordu. Irak o dönemin “model ülkesi” (yine TC ile benzerlik!) seçilmişti. Olası denge kayıplarında Ortadoğu’da öne sürülecekti. Bunun için Irak’ın daha çok hazırlıklı ve içte başını ağrıtacak sorunlardan arınması gerekiyordu. Kürt sorunu ve olası bahaneleri kendisince çözmeye devam ediyordu. Kürtler için Hewlêr’de bir parlamento açtı. Ama milletvekillerini kendisi talimatla seçiyordu. Kürt bölgesinde bulunan Şêxleri, beyleri, imamları, tarikat reislerini ve Mele Mustafa Barzani’nin bazı akrabalarıyla oğullarını da milletvekili yaptı. Bu kesimleri Kürt parlamenteri olarak atadı, maaşlarını verdi. Kürt bölgesinde öncelikli olarak ekonomik ihaleleri Kürtçe bilen müteahhitlere verdi. Kürt zenginlerini böylece devlete bağımlı hale getirerek Irak Baas partisi üyesi yaptı. Tıpkı bugünkü tarikatın zenginler kulübü MÜSİAD gibi!

Bununla yetinmeyen Saddam Hüseyin ve faşist Baas partisi Kürtlerin partilerini Baas partisinin bir kolu gibi kendi isimleriyle serbest bıraktı. Böylece dünyaya ve Kürtlere, “işte Kürt partileri serbest, parlamentosu var” diyerek Kürt tasfiyesi için daha fazla zemin hazırlıyordu. Kürtler için iki kanal açtı: Birincisi; isterlerse Irak içinde kurulan Kürt partilerine üye olma önündeki engelleri kaldırdı. İkincisi; Irak Baas partisinin içinde bir Kürt kolu yaratarak isteyen kişilerin bu kola üye olmalarını farz kıldı.

Birinci kol ile o dönem üç Kürt partisini kurdu. Bunlar; 1-KDP müzakere sürecinde Mele Mustafa Barzani’ye muhalefet eden yardımcılarından Aziz Akreyi ve Haşim Akreyi’nin liderliğini yaptığı, peşmergecilikten istifa eden ve Irak devletine teslim olan KDP’liler ve KDP’ye sempati duyanlar bu partiye üye oldular. 2- Hizbi Sewri El-Kurdistani (Kürdistan devrimciler partisi); Abdulsettar Tahir Şerif başkanlığında oluşturulan bu kesim, KDP’ye muhalif olan bazı Kürt şahsiyetlerin ve müsteşarların (korucubaşları) ve KDP’den daha farklı ve “devrimci” olduğunu söyleyenlerin üye olduğu Kürt partisini kurdular. 3- Partiya Sosyalista Kurdistanê (Kürdistan Sosyalist Partisi); KDP’nin Behdinan’daki ilk kurucularından olan, politik olarak güçlü ve örgütleyici kişiliği ile halkın içinde diğerlerinden daha itibarlı olan Salih Yusuf’un başkanlığını yaptığı parti. Salih Yusuf Kürt hareketine sempati ile bakan fakat Mele Mustafa Barzani ile girdiği ideolojik çatışmalardan dolayı hain ilan edilmesinden sonra Irak devletine sığınmıştı. Saddam Hüseyin ve Baas partisi daha sonra Salih Yusuf’u bir komployla idam etti. Heykeli şu an Zaxo şehir merkezinde dikilmiştir. Partisi uzun ömürlü olmadı, kapatıldı.

Güney Kürdistan Kürtleri Saddam Hüseyin ve Irak Baas partisinin izni ile kurulan bu işbirlikçi partilere mahkûm hale getirildi. Bu partilerin bütçelerini ve üyelerin maaşlarını Saddam Hüseyin ödüyordu.

İkinci kol ile bu Kürt partilerine ek olarak Saddam Hüseyin Irak Baas partisi içinde bir Kürt kolu yarattı, Kürt partilerine üye olmak istemeyen Kürtleri, bazı korucubaşlarını ve bazı Kürt aşiretlerini bu kola üye yaptı. Zebariler, Irak Baas partisinin Kürt kolundaydılar. Kürt bölgesinde görevlendirilen vali, kaymakam ve devlet dairelerindeki yüksek rütbeli memurlar ve Irak Baas partisinin Kürt koluna üye olanların hepsi Kürtçe konuşuyor ve Kürt olduklarını söylemekten çekinmiyordu. Kurulan Kürtçe TV ve radyolardan sürekli konuşturulan bu Kürtler, Irak devletinin Kürtlere haklarını verdiğini, Kürtçe eğitimli okullar yaptığını, Irak rejimiyle ilgili bir sorunlarının olmadığını belirterek, Mele Mustafa Barzani ve hareketinin Kürt düşmanı olduğunu, emperyalizmin bir ajanı olduğunu, Kürtleri katletmek ve haklarını engellemek için ortaya çıkarılan bir piyon olduğu yönünde sürekli propagandalar yapıyorlardı. Tıpkı bugünkü AKP’li Kürt milletvekilleri ve kendilerine ben Kürdüm diyen bazı “Kürt” siyasetçileri ve aydınlarının, PKK ve Kürt Halk Önderi’ne karşı kullandığı düşmanca üslup gibi!

Türkiye’nin telkinleri ile Saddam Hüseyin ve Irak Baas partisi durmadı. “Verdiğiniz bu dağlık otonomi ileride başınıza bela olabilir, bizim de başımıza bela olur” diyerek tekrar müdahale etti. Saddam Hüseyin ise Kürtlere verdiği ve sadece dağlık bölgeleri daha çok kapsayan otonom bölgesi üzerinde yeni planları devreye soktu. 1977 yılında Irak milli güvenlik konseyinde gizli kararlar alarak ve Kürtleri yerinden, yurdundan ederek sürgün etmenin yol ve yordamını seçti. Siyasal olarak Kürtleri özden boşaltma yetmiyormuş gibi coğrafik olarak Kürt otonom bölgesinin içini boşaltmaya kalktı. Kürt nüfusunu az göstermek için hile ve sahtekârlıklara başladı. Bu amaçla Kürt otonom bölgesinin coğrafyası içinde bulunan Zaxo’ya bağlı Kanimasi, Peşxabur ve Tehtereşe gibi kasaba ve köylerin Hıristiyan bölgeleri olduğunu ilan ederek, bu coğrafyanın Kürtlere ait olmadığını söyledi. Ardından nüfus sayımı yapmak için hazırlıklara girdi. Önce kim “ben Arap’ım” diye kimliğini değiştirirse Irak’ın istediği her bölgesinde ev, araba ve iş sahibi olabileceğini pasaport vs gibi devlet imkânlarından yararlanabileceğini gizlice yaydı. Ben Kürdüm diye kimliğine ırkını yazanların ancak otonom bölgesiyle sınırlı olacaklarını kararlaştırdı. Bunun sonucunda Güneyli birçok Kürt aşireti kimliklerine “ben Arap’ım” diye yazarak ancak Musul gibi şehirlere yerleşebildi. Kürt Ezidilerini, Kürt Şebeklerini ve Hıristiyanları Arap saydı. Dünya buna seyirci kalarak destek verdi. Kürtler ise umudu kırılmış, dağılmış ve sıfıra düşmüş varlıklarıyla başka tarzda inkâr ve imha projesiyle tarihten silinmekle yüz yüze bırakıldı. Kürtler yere düşen ulusal vücudu üzerine leş kargalarının üşüşmelerini seyrediyordu. Her dört parçada Kürtlerin kalan son siyasi kırıntıları ise kaçışın farklı yolları arasında birbirlerini suçlayarak rüzgâra karşı savrulup gitmekteydi.

“Model Ülke” Yalanından Model Katliam Aygıtına

ABD’nin “model ülke” projesiyle diktatörleşen Saddam Hüseyin ve faşist Baas partisi, 11 Mart 1970 yılında başlattığı “açılım”ın son sayfasına doğru giderken, doğan yeni İran dengesine karşı savaştırılmak için bu işi daha hızlı sonlandırması istendi.

Bunun sonucunda Süleyman Demirel’in sözüne benzer bir biçimde “bana devlet, adam (Kürt) öldürtüyor dedirtemezsiniz” gibi Tayyip Erdoğan da “bana Müslümanlar katliam yapıyor dedirtemezsiniz” diyerek gelecekte bu “açılım”ın sonucu olarak Kürtleri 1988’de Halepçe’de soykırımdan geçiren diktatörleşen Saddam gibi yapacağını şimdiden planladığını göstermiştir.

Diktatör Saddam Hüseyin ve faşist Baas partisi, “Kürt açılımı” diğer ismi ile “Irak ulusal-birlik ve kardeşlik projesi”nin son perdesinde silahsız, kendi öz taraflarını seçmekten aciz olan Kürtlerin üzerine gitti ve Halepçe’de onları soykırımdan geçirdi. Dünya bu vahşi katliamı bile çıkarları gereği kınamadı. 182 bin Kürdü Enfal operasyonu ile toplu mezarlara gömdü. Böylece Kürt direniş hareketini o dönem tasfiye ettiğini düşündü ve bütün bu vahşiliği uygulamaya sokmadığı ve Kürtlere sözde verdiği formalite otonom hakların gölgesi altında yaptı.

Aynı taktiği bugün Türk devleti, AKP ve Erdoğan hükümeti daha geniş ve kapsamlı bir şekilde küreselleşen dünya gerçekliği şartlarına göre yapmaya çalışmaktadır. Bunun için başta siyasi ve ekonomik bir kırıntı uğruna hainleşmek için takla atmaya hazır Kürtleri, bölge ve uluslararası desteği arkasına alarak sonuca ulaşmayı hedeflemektedir.

Sonuç olarak son Kürt devleti Mahabad cumhurbaşkanının idam sehpasındayken Kürt halkına, siyasetçilerine, partilerine, aydınlarına ve gençlerine bıraktığı vasiyetnameyi en öne alarak bu yazıyı tamamladık.

Mehmet Botan

Hiç yorum yok: