22 Şubat 2010 Pazartesi

Kürdistan’da Sömürgecilik ve Ağa-Paşa “Diyalektiği”

İktidarlaşan insanın tek bir gerçeği vardır: Kendisi ve kendisine yarayan “şey”ler! Doğruluk ölçüleri, değer yargıları ve felsefesini belirleyen budur.

Ağa Kim Paşa Kim?
İktidarlaşmış ve devletleşmiş kişi ve yapılar için tek gerçek ve tek doğru vardır. O da kendi çıkarlarıdır. Doğaya, topluma, insana ve dünyaya sadece ama sadece bu pencereden bakarlar. Bu o derece içselleşir ki gösterecekleri tutum ve davranışlar için adeta güdümlenirler. Yani beyne ve düşüncelere yön veren temel etken organizmanın biyolojik ve psikolojik tüm güdüleridir. Elbette buna azmanlaşmış analitik güç eşlik eder. Duygusal yan ya da zekâ ise diplere çekilmiştir. Analitik zekânın korkunç basıncı altında fonksiyonunu yitirmiştir. İnsan açısından bu başkalaşım halidir. Başka bir ifadeyle insan açısından iktidarlaşmak, güdüselleşmek ve başkalaşmaktır.

İktidarlaşan insanın tek bir gerçeği vardır: Kendisi ve kendisine yarayan “şey”ler! Doğruluk ölçüleri, değer yargıları ve felsefesini belirleyen budur. Bu yüzden kendi dışında var olan gerçeklikle sürekli çatışır. Yapısına müdahale eder. Gücü yeterse dokularına sızar. Söylem ve ifadelerinde de sürekli olarak kendisine uyarlar ve tersyüz eder. Var olanı yokmuş, olmayanı da varmış gibi gösterir. Bundan hiç rahatsızlık duymaz. Hayli ilerlemiş analitik ve güdüsel yapısı için vicdan rahatsızlığı kavramı, “tanımlanamaz”dır. Aynı biçimde erdem, barış, iyilik, sevgi, merhamet gibi insani duygu ve tutumlar birer ayakbağından öte bir anlama sahip değiller.

Geçen gün İlker Başbuğ’un Mardin’de bir sınır karakolundaki sözlerini dinleyince ve sonra var olan sade gerçekliğe yoğunlaşınca ve de nihayetinde yakın tarihe tekrardan bakınca, bu düşünceler tek tek beynime damladı. Bir cümlesi çok çarpıcıydı. DTP ve PKK’yi kastederek, “siyaset ve terör ağaları” kavramını kullanıyordu. Bunu biraz irdelemek gerekir. Elbette salt Başbuğ’un bu kavramından hareketle bunu yapmayacağız. Kürdistan’daki feodal gerçeklik ve bunun sömürgeci devletlerle bağı konusunda o kadar vicdansızca tersyüz etmeler ve saptırmalar yapılıyor ki buna değinmemek mümkün olmuyor. Elbette bunu Kürdistan’ın feodal yoğunluklu bir alanından gelen ve bunun önemli girdi ve çıktılarına tanık biri olarak ortaya koymaya çalışacağım. Önce, lafı hiç uzatmadan yakın tarihe göz ucuyla bakmakta fayda var.

Klasik sömürgecilikten yeni sömürgeciliğe
1925 – 1938 arası dönemde Kürdistan’ın ayaklanmayan bölgesi kalmamıştır. Uluslar arası güçlerin de yeşil ışığıyla TC bu dönemde Kürt halkına karşı tam bir kızıl katliam uygulamıştır. Bunun derin yaraları ve acılı tanıkları hala mevcuttur. İkinci Paylaşım savaşının son bulmasından sonra Türkiye’de tekrardan sözde “çok partili” denemelere başlanmış ve var olan CHP’nin yanı sıra Demokrat Parti (DP) kurulmuştur. DP’nin özelliklerinden biri, “Kemalist-İttihatçı-İstanbul sermayesi” güç birliği tarafından bastırılan ve  “Anadolu eşrafı” olarak bilinen Osmanlı’dan kalma tüccar ve bezirgân takımına dayanıyor olmasıydı. Bu çelişkinin kökenleri Abdülhamit – İttihatçı çatışmasına kadar gidiyordu. Böylece rejim içinde yeniden bir çatallanma başlıyordu. 7 Ocak 1946'da kurulan Demokrat Parti, Kürdistan’da da örgütlenmek istiyordu. Fakat homojen bir Türklük yaratma peşindeki dönemin cumhurbaşkanı İsmet İnönü, öteden beri partilerin Kürt coğrafyasında örgütlenmesine karşı çıkıyordu. Çünkü Kürtler arasında parti faaliyetleri politikleşmeyi, politikleşme sorgulamayı, sorgulama da başına nelerin getirildiğinin bilincine ulaşmayı getirebilirdi. Celal Bayar ile DP’nin program taslağını kendisine götürdüğü İnönü arasında bu konuda ilginç bir diyalog yaşanır. Metin Toker aktarıyor: "... İnönü, bir görüşmelerinde Bayar'a bir teklifte bulunur. Der ki: ‘Hudut bölgelerimizde ve Doğu’da parti teşkilatları kurmayalım. Siz kurmayınız, biz de bizimkileri lağvedelim. Oralar halkı vuruşkan, ateşli kimselerdir. Particiliğin milli birliği bozmasından endişe ederim...' Şüpheli Bayar derhal pirelenmiştir. Kendi kendine düşünmüştür. 'CHP devlettir. Oradaki teşkilatını lağvetse de varlığını muhafaza edecektir. Hâlbuki biz, meçhul kalacağız. Onun için, bu teklifi kabul etmemeliyim.' Nitekim Doğu’nun zaten özel kanunlarla yönetildiğini söylemiş, Doğululara bu yeni hayat tarzını da 'başka sınıf vatandaş' muamelesi yapılmasının doğru olmayacağını bunun onları üzeceğini belirtmiş, fakat oralarda partililerin dikkatli davranabileceklerini hatırlatmıştır. İnönü, 'peki' demiştir... " (Metin Toker; Demokrasimizin İsmet Paşa'lı yılları. 1944-1973. Tek Partiden Çok Partiye 1944-1950. Bilgi yay. S.103)

İnönü’ye göre tıpkı Lozan görüşmelerinde yaptığı gibi Kürtler adına “merkezden” örgütlemeler yapılabilir ve kararlar verilebilirdi. Yani “muasır medeniyet” peşindeki Türkiye Cumhuriyeti, ülkesinin “Doğu” kısmındaki insanlara “vatandaş” değil Osmanlı’daki gibi “reaya” ya da “tebaa” muamelesi yapacaktı. Fakat DP’liler İsmet İnönü gibi düşünmüyordu. Onlar, insanların kafataslarının biçimi ve ölçüleriyle nasıl ortadan kaldırılabileceklerinden ziyade oturdukları toprakların zenginlikleri ve çalıştırabilecekleri yetenekleriyle daha çok ilgiliydiler. Başka bir ifadeyle İsmet İnönü’nün tutumu “klasik sömürgecilik” iken, DP’nin bir tür “yeni sömürgeciliğe” denk düşüyordu. Yani Kürdistan’da “kızıl katliam” yerine “beyaz katliam” daha sonuç alıcı olacaktı. Bu yüzden İnönü’nün tersine, “merkez”in “yerel” deki uzantılarını oluşturmak gerekiyordu. Bu konuda somut bir örnek sanırız meseleyi daha da anlaşılır kılacaktır:

Abdülmelik Fırat örneği
Demokrat Parti’nin genel başkanı Adnan Menderes, 1925 Kürt isyanının lideri Şeyh Sait’in aile çevresiyle 1957 yılında ilişkiye geçer. Amaç içselleştirmedir. Bunun için şeyhin torunlarından Abdülmelik Fırat seçimlerde milletvekili yapılmak istenir. Ancak o günkü kanunlara göre yaşı tutmamaktadır. Fakat hani “demokrasilerde çare tükenmez” ya! Abdülmelik’in önce mahkeme kararıyla yaşı büyütülür. Sonra da Meclis’ten çıkarılan özel bir kararla askerlik yapmadan milletvekili olmasının önü açılır. Yapılan seçimlerde Abdülmelik Fırat “milletvekili” yapılır. (Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi, “Geçmişten günümüze Kuzey Kürdistan’da legalite ve parlamento deneyimleri”, 2007)  

Kürt toplumunun dirilen “doku”larını tasfiye harekâtı
1960 yılına doğru devletin ittihatçı çekirdeği ile DP arasındaki iktidar ve rant kavgasından kaynaklı gerilim iyice tırmanır. Fakat devlet ile hükümetler arasındaki çatışmalar ile devlet içi iktidar çatışmaları, kimler arasında ve hangi düzeyde olursa olsun, Kürt ve Kürdistan’a dönük tutum hiç değişmez ve tektir: İnkâr ve kültürel soykırım. Buna karşı Kürt toplumu ise tüm doğal, kültürel ve sosyal savunma refleksleriyle karşı koymuştur. Üstelik Kürdistan’ın parçalarından herhangi birindeki ufak bir ulusal hareketlenme diğer parçaları hemen etkilediği gibi sömürgeci devletleri de harekete geçirmiştir.  1959 yılının sonlarına doğru Güney Kürdistan’daki toplumsal hareketliliğin de etkisiyle Kuzey’de ve Türkiye’de kımıldamaya başlayan Kürt üniversite öğrencileri, ittihatçıların şimşeklerini üzerlerine çekerler. Özellikle Musa Anter (Apê Musa) Kürtçe edebiyat (elbette politik) çalışmaları ve diğer öğrencilerin benzeri girişimleri faşist medyanın da kışkırtmasıyla gündeme oturtulur. “Kürt paranoyası”yla malul devletin ırkçı kadroları Kürtlerin gözünün korkutulması amacıyla “bin Kürdün sallandırılması” kararını alırlar. Fakat “uluslar arası tepkiler”den çekinildiği için bu sayı 50’ye indirilir!  Bunun üzerine MİT’in çalışmalarıyla hükümet, Aralık 1959’da başlatılan operasyonlarla 50 kişiyi tutuklar. Bunlardan biri hücrede yaşamını yitirince 49 kişi kalır ve bu olaya da “49’lar olayı” denilir. Özellikle entelektüel ve yurtseverlik düzeyi olan, halka öncülük yapabilecek ve bu konuda etkin kişiler tutuklanmıştı. Amaç, 1920’li ve 30’lu yıllardaki isyanlar sonucunda mezara gömüldüğü düşünülen Kürt toplumunun uyanan ya da dirilen “doku”larını öldürmekti. 49’lar, Genelkurmay Askeri Mahkemesi’nde idam istemiyle yargılanırlar. Dava uzun süre devam eder ve sonuçta zaman aşımına uğrayarak düşer.

Sivas-Kabakyazı kampı ve Kürdistan’da “Ortaçağ düzeni”nin tesisi
Bilindiği üzere 27 Mayıs 1960 tarihinde ordu, artık neredeyse on yıllık periyotlarla yapacağı darbelerin ilkini gerçekleştirir ve iktidara el koyar. Darbenin esas amacı, Anadolu ticaret burjuvazisi ile dinci-tarikatçı kesime dayanan DP hükümetinin kadrolaşma ve sistemde yer edinme çalışmalarının kökünü kazıma ve ittihatçı oligarşinin kaybettiği mevzileri yeniden elde etmedir. Darbe sonucunda Parlamento feshedilmiş, DP kapatılmış, Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar ve DP Milletvekilleri ile Ankara, İstanbul ve İzmir il teşkilat yönetimleri Yassıada’da gözetim altına alınmışlardır. Hemen sonrasında da Başbakan Adnan Menderese ve 2 bakanı idam edilmiştir. DP’lileri idam eden ittihatçılar aslında onların Kürdistan politikalarını olduğu gibi almış ve daha profesyonelce sürdürmüşlerdir. Bunu aşağıda göreceğiz.

Osmanlı’dan kalan “genetik” iktidar hastalığıyla kendi başbakanına dahi kıyacak kadar faşistleşen bir sistem Kürt halkına neler yapmaz ki! Nitekim darbe Kürdistan’ın üzerine bir kâbus gibi çökmüştür. Kürtlerin alışık olduğu asker baskınları, işkenceler, gözaltılar, tutuklamalar... “49’lar”ı tutuklamakla tatmin olmayan devlet, darbeden dört gün sonra Kürdistan’da kendince “tehlikeli” bulduğu kişilere yönelik ikinci bir sürek avı başlatır. Bu sefer ise “Kürtçü” ve devlet işbirlikçisi ayırımına gidilmeden yüzlerce Kürt şahsiyeti ve aşiret lideri tutuklanır. Toplam 485 kişi, 1 Haziran 1960’da Sivas Kabakyazı'da bir kampta toplanır.

Devlet, bu insanların “suç”larını, “Kürtçülük propagandası ve devlete isyan hazırlığı” olarak duyurdu. Çarpıcı olan bu yönelimin en dramatik bir yanıysa tutuklananların arasında 14 yaşında bir çocuğun da bulunmasıydı (Bu arada hemen günümüzde, taş attıkları için onlarca yıl hapisle “yargılanan” Kürt çocuklarını hatırlayalım. Paranoyanın geldiği düzeyi anlamak açısından). Kampa götürülenler arasında, şimdiki AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat'ın dedesi Zeynel Turan, önde gelen Alevi işbirlikçi öncülerinden İzzetin Doğan'ın babası Hasan Doğan,  DYP eski milletvekili ve korucubaşı Sedat Bucak'ın babası Hakkı Bucak, Hak ve Özgürlükler Partisi (HAKPAR) Genel Başkanı Sertaç Bucak'ın babası ve dönemin Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi (TKDP) Başkanı Faik Bucak, Şeyh Said'in çocukları, Van'ın önde gelen ailelerinden Kartal Ailesi (bunlardan Kinyas Kartal Brukan Aşireti lideri olup, 1960'tan sonra Adalet Partisi milletvekili olarak 15 yıl milletvekilliği ve Meclis Başkanlığı yaptı), Hakkâri'den Ertuş'lar ve Diyarbakır'dan Ensarioğulları yer alıyordu. 7 Ekim 1960'ta çıkartılan 105 No'lu ‘Mecburi İskân Kanunu'yla sürgünler başlatıldı. Aralık 1960'ta kamptaki 485 kişiden 55'i Antalya, İzmir, Burdur, Muğla, Afyon, Isparta, Manisa, Çorum ve Denizli gibi Türkiye illerine mecburi iskâna gönderildiler. Kanunun gerekçesinde ise insana “pes” dedirtecek şu çarpıcı ifade yer alıyordu: "Sosyal birtakım reformları yapabilmek, Ortaçağın Türkiye'de yaşayan düzenini yıkmak, ağalık ve şeyhlik gibi müesseseleri yok etmek... Vatandaşın sömürülmesine engel olmak gayesiyle bu kanun çıkarılmıştır." (Nokta Dergisi, Ocak 2007)

Şimdi yine girişteki iktidarlaşma, başkalaşma ve gerçeği tersyüz etme belirlemeleriyle İlker Başbuğ’un sözlerini hatırlayalım. Bunlar, 1960’taki bu politikaların tekrarı ve aslında derinleştirilerek sürdürülmesi çabası değil midir? Bu politikalar Osmanlı komploculuğu ve ikiyüzlülüğünü aratmayan bir niteliktedir. Çünkü mahkûm edilen söz konusu fiiller, bizzat devletin Kürde ve Kürdistan’a dayattığı strateji ve politikaların ta kendisi olmaktadır. Yani devlet işbirlikçisi ağa ve şeyhler aracılığıyla Kürdistan’da “Ortaçağ düzeni” tesis edilmekte ve Kürtler her türden vahşice bir sömürü sistematiğine tabi tutulmaktadır. Nitekim devlet Sivas kampına aldığı çoğu ağayı sonradan milletvekili yapmıştır.

Ankara’daki paşa-Kürdistan’daki ağa “diyalektiği”
Bugünün Şerafettin Elçi ve Abdülmelik Fırat gibi hızlı “Kürtçü”ler, devletin fideliğinde yetiştirilmiş ittihatçı beslemeleridir. Elçi, Bayındırlık bakanlığı dahi yapmış, Fırat ise Süleyman Demirel’in Kürdistan’daki şubesi gibi hareket etmiştir (Süleyman Demirel de iktidarlaşmış azman Churchill’in Türkiye şubesidir!). Aynı Süleyman Demirel, 1990’larda Kürdistan’da devletçe sürdürülen kirli savaşın maşaları olan “ağa”ları Çankaya köşkünde ağırlamıştır. Bunların arasında, yüzlerce cinayete karışan ve planlayan Tahir Adıyaman ve Kamil Atak (Ergenekon davasından yargılanıyor) ile daha niceleri vardı. Susurluk kazasında net kirli savaş fotoğrafıyla ortaya çıkan Sedat Bucak da aslında Ankara’daki “Paşa”ların, Siverek’te uzantı maşası ve “ağa”sıydı. Mardin’deki son Zangirt köyü (Bilge) katliamı da, devletin derinlerinden gelen bir örgütlenme ve bu politikaların sonucudur.

Bu sistem bu politikaları her yerde uygulamaktadır. Örneğin hapishanelerde de her koğuşta bir “ağa” yaratır ve koğuşu onun aracılığıyla denetlemeye çalışır. Bu okulda öğretmen, camide imam ve başka yerde başka kişilerdir. Yani tüm topluma sızar ve böylece denetler.

“Ulus devlet” mi “ulus yutan devlet mi”?
Dolayısıyla “ulus devlet” egemenlerce uydurulmuş bir kavramdır (İlker Başbuğ’un “milli ordu” kavramı gibi). Ulus ile devleti özdeşleştirmeyi ve böyle bir algılama sağlamayı amaçlar. Özünde ise belirtildiği gibi devletin, ulusun tüm doku ve hücrelerine sızması ve onu anlık olarak içselleştirip yutmasıdır. Topluma sızan iktidar toplumu yönetmez, sömürür ve bitirir. Bu anlamıyla “ulus devlet” denen olgu özünde, “ulus yutan devlet”tir.  Toplumu, gerçek anlamda onun içinden çıkan toplumsal dinamikler, o da toplumun ret-kabul ölçüleri dahilinde, yönetebilir. Bu anlamda TC ulus devleti hem Türkiye’yi hem de Kürdistan’ı sömürmektedir. Fakat bir farkla! Türkiye “üst sömürge”, Kürdistan “alt sömürge”dir. Hatta tümüyle inkâr edilip yok sayıldığı için Kürdistan’ın sömürge statüsünde dahi olmadığı belirtilir. Aslında TC devleti açısından Kürdistan “hammadde ve rezerv alanı”, Türkiye ise “rafineri”dir. İstanbul ve Ankara’da konumlanmış yağlı tabaka olan “mutlu azınlık” ya da “beyaz Türkler” ise (aslında yağlı ya da obezite Türkler kavramı daha doğrudur veyahut “yüzükara Türkler”) anlık olarak rezervden gelip rafineriden çıkan “mamul” maddeleri tüketmekle günlerini geçirmektedirler!

Kürdistan’da “delilik” nedir?
İşte Kürdistan Özgürlük Hareketi bu “diyalektiğe” çomak soktu. Dikkat edilirse PKK, ilkin Ankara’nın Kürdistan’daki “iktidar adacıkları”na (Paşa-Ağa “diyalektiği”) yöneldi. Bu da daha çok Süleymanlar ve Bucakların “ağa iktidarı” şahsında Siverek ve Hilvan’da somutlaşmıştı. “Yukarıda Allah aşağıda Süleymanlar ve Bucaklar vardı.”  Yani mealen Ankara’da Paşa’lar, Kürdistan’da onların uzantısı ağalar vardı. Buna karşı çıkmak kimin haddineydi, böyle bir şey için deli olmak gerekirdi! O deliliği PKK’liler yaptı! Hala da yapıyorlar! Fakat bu “delilik” Kürdistan’ı yeniden yarattı. Toplum yutan devletin sinsi sızmalarından, parsellerden, iktidar adacıklarından, paşa-ağa diyalektiğinden ve bilumum kirlerinden arındırdı, arındırıyor.

Bir çocukluk imgesi ve son söz
Çocukluğumdan hatırlarım. Seçim dönemlerinde lüks arabalarıyla şişman adamlar gelirdi köyümüze. Kravatlıydılar. O kadar şişmandılar ki uzun kravatları, göbekleri boyunca dolanmak zorunda kalırdı. Önce köydeki karakolun komutanına “selam” verirlerdi. Sonra köyün ağasına uğrarlardı (ağa çoğunlukla muhtardı ya da muhtar ağanın adamıydı). “Oy” işleri konuşulur, “hesap”lar görülür ve sonra o şişman adamlar arabalarına atlayıp giderlerdi. Bu da TC ulus devleti usulü demokrasiydi!

Ve son bir söz: Bu yazı, her gün “sosyolog”, “siyasetçi”, “akademisyen”, “araştırmacı-yazar” vesair sıfatlarla Kürdistan’da (onların deyimiyle “Doğu ve Güneydoğu Anadolu”, bu adlandırma da ulus devletin uydurması) yaşananlar hakkında bir araba laf eden ve demagoji yapan “obezite Türklüğün kalemşorleri”ne ithaf olunur.

Akif Roj     

Hiç yorum yok: