22 Şubat 2010 Pazartesi

İnsanda Yoğunlaşan Gerçeklik

Özne-nesne ve ruh-beden ikilemini reddettikten sonra insanı temel almak, her bakımdan daha uygun bir başlangıç olabilir. İnsan merkezli bir dünyadan bahsetmediğimiz gibi, hümanist bir yaklaşımı da konu edinmiyoruz. İnsanda yoğunlaşan gerçeklikler toplamını konu edinmekteyiz.

1- Maddenin yapı taşları olarak atomlar, hem sayı hem diziliş olarak insanda en zengin bir varlığa ve bileşime sahiptir.
2- İnsan biyolojik dünyanın tüm bitkisel ve hayvansal yapılarını temsil etme avantajına sahiptir.
3- Toplumsal yaşamın en gelişkin biçimlerini gerçekleştirmiştir.
4- Çok esnek ve özgür bir zihniyet dünyasını temsil etmektedir.
5- Metafizik yaşayabilmektedir.

Tüm bu özelliklerin insanda iç içe, bütünlük dahilinde aynı anda yaşanmasının örneği olmayan bir bilgi kaynağı olduğu açıktır. Bütünlük içinde bu kaynağı anlamak, bilinen gerçekleşmiş evreni anlamakla özdeştir. En azından anlamak için doğru bir başlangıç değerindedir.

Birinci olarak, maddenin yapı taşları olarak atom içi ve atomlar arası oluşumlarla canlılık arasındaki bağ en iyi insanda teşhis edilebilir. İnsanı bir anlamda düşünen canlı madde dizilişi olarak tasarlamak mümkündür. Şüphesiz tasarımlamamız insanı madde toplamından ibaret saymadığı gibi, maddeyi de tümüyle canlılık hissi olmayan bir yapı olarak görmemektedir. Kendine göre canlı hissi olan maddeyle, madde toplamını aşan bir insan anlamını ilişkilendirmek çetin bir anlam sorunudur. Metafiziğin kaynağını da bu algılamada aramak gerekir. Algılamada yoğunlaşmamız sınırsız esneklikte olup, madde-anlam ikilemini aşabilir. Belki de canlı ve cansız her şeyin amacı bu ikilemi aşmak olabilir. Maddenin amacı anlamlaşmak, anlamın amacı da maddeyi aşmaktır. Aşkın en ölgün soluğunu bu ikilemde bulmak mümkün olabilir. Belki de ‘itme-çekme’ ilkesinin kendisi, madde-anlam olarak dönüşüm geçirmiş olabilir. Evrenin temelinde aşk vardır denirken bu ikilemler kastedilmiş olabilir. İnsanda bu aşk en güçlü temeline oturmuş gibidir.

Şunu demek istiyorum: İnsandaki maddeyi araştırmak bana doğruya en yakın yöntem gibi gelmektedir. Modernitenin müthiş izole edilmiş laboratuarlarında maddenin doğruya daha yakın yorumuna ulaşmak pek mümkün görünmemektedir. Kaldı ki, kuantum fiziğinde gözlemlenenle gözlemleyen ilişkisi asla ölçüye mahal vermemektedir. Gözlemleyen maddeyi değiştirdiği gibi, gözlemlenen de laboratuar koşullarında gözlemleyenden kendini kurtarabilmektedir. O halde doğru algılama ancak insanda iç gözlemle mümkün olabilir. Kaldı ki, insandan daha yetkin bir laboratuar düşünülemez. Bu yöntemle Demokritos atomu keşfedebildiği gibi, doğru yöntemi de çok önceden belirlemiş oluyordu. Laboratuarlar işe yaramaz demiyoruz; temel ilkelerin yeri insana ilişkin iç görüdedir demek istiyoruz.
İlkemizi daha da geliştirebiliriz. Fizik ve kimyanın tüm yasalarını insanda mükemmele yakın gözlemek mümkündür. Hiçbir fizik ve kimya laboratuarı insandaki zengin düzenek seviyesine yaklaşamaz. Doğruya daha yakın fizik ve kimya bilgisine insan yapısında erişilebilir. Gerek madde-enerji dönüşümü, gerek en zengin kimyasal bileşikler insan yapısında algılanabilir. Enerji-madde ilişkisinden anlam üretmek, yine en zengin biçimleriyle insanda mevcuttur. İnsan beyninde madde-enerji-düşünce birliğini yakalamak imkân dahilindedir. İnsanda gerçekleşen bu birlik acaba evrenin de bir özelliği olabilir mi gibi dev bir soruya da bizi götürebilir.

İnsanı esas almada birinci ilkemizin son derece zengin bir algılama potansiyeline sahip olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bilgilenmenin esaslı bir yolu ve hakikatin ne’liğine (ne olduğuna) ilişkin sağlam bir rejim ilkesi olarak düşünülebilir.
İkinci olarak, insanda canlılık-cansızlık ikilemini en zengin örnekler dahilinde gözlemleyebiliriz. İnsandaki canlılık gözlemleyebildiklerimiz içinde en gelişkin özellikleri ihtiva etmektedir. Canlılık gelişimi insanda zirve yapmıştır. Bununla birlikte madde kısmı da bu canlılık gelişmesiyle iç içe, paralel en gelişkin bir düzeyi sunmaktadır. Beyin maddesindeki düzenlenişle canlılıktaki gelişkinlik halen sırlarla doludur. Bilim beyin konusunda çok sınırlı bir bilgiye sahiptir. Maddenin beyindeki düzenlenme yeteneğiyle en soyut düşünmeye kadar yetenek kazanmış canlılık arasındaki bağlantılar, büyük bir keşif sorunu olarak önümüzde durmaktadır. Örnek zenginliği derken bu muhteşem organı kastetmekteyiz. Ayrıca başta kalp olmak üzere diğer vücut organları başlı başına birer mucizedirler. Hemen şunu da belirtelim ki, insanın organ incelemeleri tıbba bırakılamayacak kadar komplekstir. Tüm bilimin birleşmiş haliyle daha anlamlı araştırmalara konu edilmek durumundadır. İnsanı beden-ruh ikilemi halinde tıp ve psikoloji sahasına bırakmak en büyük cehalettir ve cinayet kadar suç teşkil eder.

İnsan örneğinde gözlemlememiz gereken canlılık-cansızlık ilişkisini açıklama konusunda bazı varsayımları açıklayabiliriz. Her şeyden önce maddede potansiyel olarak canlılık yeteneğini kabul etmek gerekir. Eğer bu yetenek olmasaydı, insandaki maddi düzenleniş ondaki son derece gelişkin duygu ve düşünceli canlılığa eşlik edemezdi. O halde maddedeki canlılık potansiyeline daha güçlü algılamalarla nasıl ulaşabiliriz? Birinci cevap, ‘itme-çekme’ ikilemini potansiyel canlılık kavramının başına oturtmak gerektiğidir. Tüm evrende gözlemlenen bu asli ilkenin kendisini potansiyel canlılık olarak yorumlamak anlamlı olabilir. İkinci olarak, bu ilkeyle bağlantılı olarak dalganın parçacık karakterli olmasını gösterebiliriz. Evrendeki varlık-boşluk ilke ve ikilemini de bu yaklaşıma dahil edebiliriz. Boşluksuz varlık, varlıksız boşluk düşünülemez. Düşünce sınırlarımızı zorlarsak, aslında varlık-boşluk ikilemi aşıldığında ikisi de ortadan kalkar. Oluşan yeni şeye ne ad verilebilir? İşte ikinci dev soru budur. Bazıları buna hemen alışageldikleri gibi ‘tanrı’ cevabını verebilir. Oysa bu konuda acele etmemek bizi daha anlamlı düşüncelere götürebilir. Belki de yaşam sırrımızın anlamına, cevabına erişebiliriz.


Evrende bir adalet ilkesi olduğuna inanmak gerekir. Hiçbir oluşum, koşulları ve izahı olmadan doğmaz. Doğa, oluşumda görebildiğimizden daha adildir. Şaşırtılmış ve çarpıtılmış gözlem yeteneklerimizin kaybından uygarlık toplumunu sorumlu tutmak daha yerinde bir değerlendirmedir. İnsan oluşumu da adil gerçekleşen bir gelişmedir. Denebilir ki, tüm evrensel düzen, biyolojik âlem ve toplumsal kuruluşların kendileri insan oluşumunun hizmetindedir. Bundan daha büyük adalet olabilir mi? Eğer toplumdaki büyük hiyerarşik ve devlet çarpıtmaları bu gerçeği örtbas etmişse, bunun sorumluluğu bizzat bu insani çarpıtma güçlerinde aranmalıdır. O zaman da görev bizzat adaletin peşindeki insana ait olacaktır. Adalet için her tür anlam ve eylemi geliştirebilecek olan insandır. Tabii “Adalet arıyorum” diyen insanlar bu göreve talip olabilecekleri gibi, gereklerini de anlamlı, örgütlü ve eylemli kılabilecek, sürdürebilecek olanlardır.

Biyolojik âlemdeki büyük çeşitliliği ve evrim kademelerini değerlendirmek ana perspektifimiz dahilinde mümkün görünmekte ve kolaylaşmaktadır. Bitkilerle hayvanlar âlemi arasındaki geçişi canlı ve cansız moleküller arasındaki geçişler sayesinde daha kolay algılayabiliriz. Bilim bu konularda epeyce mesafe kaydetmiştir. Tüm yetersizliklerine ve açıkta kalan sorulara rağmen, ciddi anlam zenginliklerine kavuşmuş durumdayız. Bitkiler evreni başlı başına bir mucizedir. İlkel bir yosundan harikulade bir meyve ağacına, çimenli ortamdan dikenli güllere uzanmak canlılık yeteneğinin gücünü göstermektedir. Hele gülün güzelliği oranında dikenleriyle kendini koruma bağı arasındaki ilişki, en anlamaza bile bir şeyler anlatabilir. Evrimin en çarpıcı yanı şudur ki, bir sonraki aşama bir öncekini kendinde taşımakta, zenginleşmenin parçası, üyesi olarak korumaktadır. Öyle ki, en sonul bitki tüm bitkilerin bir özeti olarak ‘ana’ rolünde varlık sürdürmektedir. Yani sanıldığı gibi evrim birbirini yok ederek (Dogmatik Darwincilik) değil, zenginleştirip çoğaltarak sürmektedir. Tek türden çok türe, ilkel yosundan sonsuz çeşitliliğe kadar gelişim söz konusudur. Çeşitlilik ve çokluluğu bitkilerin dili, yaşamı olarak görmek gerekir. Onların da aileleri, yakınları, hatta bazen düşmanları vardır. Ama her türün kendine göre bir savunmasının olması da ilke düzeyindedir. Savunmadan yoksun bir varlık neredeyse yok gibidir.
Gözlemlenmesi gereken diğer bir özellik eşeyli ve eşeysiz üremedir. Eşeysiz üreme çok ilkel bir hali ifade ederken, eşeyli yani farklılaşmış tür cinsleri arasında birleşerek üreme hâkim ilke durumundadır. Aynı birimdeki erillik ve dişillik bize geçiş aşamalarından kalmaktadır. Çoğalmak ve türlere ayrışmak için cinsiyetlerin farklı birimlerde temsili gerekir. Dişillik ve erillik halinde farklı birimlere ayrışmadan çeşitliliğe ulaşılamaz. Burada da bir doğa harikasıyla karşılaşıyoruz. Aynı birimdeki dişillik ve erilliğin bir devamı gibi olan akraba evlilik tarzı birleşmelerde sıkça rastladığımız çelişmeli, felçli türlerin ortaya çıkması evrimin gereği olmaktadır. Erillik-dişillik farklılaşmasını, tüm evrendeki gelişim ilkesi olan olumlu temelde çelişerek, farklılaşarak gelişime (pozitif diyalektik de diyebiliriz) bağlayabiliriz. Çok açık ki, ‘aynı’ kalmakta ısrar etme gelişmenin inkârıdır. Her tür mutlak hakikat arayışındaki (metafizik düşünce) aynılık ilkesinin evreni yorumlayacak yetenekte olmadığı iyi anlaşılmaktadır.

Daha dikkat çekilmesi gereken bir soru, evrenin neden gelişmek istediğidir. Daha doğrusu, evrenin gelişmeci özelliği bizzat canlılığının bir kanıtı değil midir? Canlılık yeteneği olmayan bir şey gelişebilir mi? Biyolojik âlem bu sorunun cevabını daha da kolaylaştırmaktadır. Biyolojik gelişme için diğer önemli bir sorun, ‘Dünya’ gezegeninin istisnailiğine ilişkindir. Gözlemlenen evrende şimdiye kadar başka bir canlı gezegene rastlanmadığı söylenmektedir. Bu yaklaşım epey sorunludur. Bir defa insanın tüm gezegenleri tespit etme kapasitesi çok sınırlıdır. Sivrisinek ne kadar Dünya’yı yorumlayabilirse, insan da evreni o denli (belki?) yorumlayabilir. İnsanın her şeyi bilebileceği iddiası metafizik düşüncenin bir kuruntusudur. Bu, tanrı yaratımına benzeyen bir yaklaşımdır.

Evrenselde gerçekleşmiş bir oluşumu sayısala boğmak pek açıklayıcı olmamaktadır. Kaldı ki, dünyanın hikmetlerini kavramanın henüz başlangıcındayız. Kavrayışın bizi neyle buluşturacağı henüz meçhuldür. Sıkça söylenen “Her canlının bir evreni vardır” anlayışını göz ardı etmemek gerekir. Yine paralel evrenler anlayışını düşünmenin de izah edici yanları olabilir. Şöyle bir örnek verirsek, meramımızı daha iyi anlatmış olabiliriz: İnsanın bir dokusundaki canlı hücre kendine göre bir varlıktır. Hatta beyin hücrelerinde düşünce gerçekleşmektedir. Bu nitelikte hücreler, evren düşündüğümüz kadardır diyebilirler mi? Diğer bir yandan bu hücreler insan ve insan dışındaki muazzam evrenden habersizdir. Ama bu durum insan ve diğer makro-mikro evrenlerin varlığını ortadan kaldıramaz. Acaba insanı da makro evren içinde böylesi bir hücreye kadar indirgeyemez miyiz? Eğer buna rahatlıkla cesaret edebilirsek, farklı açıdan evrenlerin varlığına hükmedebiliriz. ‘Paralel evren’den kastımız, her evren bir faza (evreye, safhaya), dalga boyutuna bağlıysa, böyle yorumlanıyorsa, o zaman sayılamayacak kadar evren gerçekleşmeleri olabilir. İnsanı da doğuran dalga sistemi bu evrenlerden sadece biridir.

Bu anlatımlardan kastımız spekülasyon geliştirmek değildir. Dar görüşlülüğü aşmaya çalışıyoruz. Yöntem hastalıklarının ve çoğu hiyerarşik ve devlet düzenli zorlamaların ürünü olan bilinç ve inanç çarpıtmalarının tuzağından kurtulmak istiyoruz. Düşünce yapımız sanıldığından daha fazla yalan ve çarpıtma makinesi olan hiyerarşik ve devlet mekanizmalarının ürünüdür. Ayrıca bunlar birçok doğru düşünceyi de yok etmişlerdir.

Hiç yorum yok: