28 Şubat 2010 Pazar

"Günahkar olma hakkı“

„Ahmet Altan, açık toplum ve dostları“ adlı yazıma gelen olumlu ve olumsuz eleştiriler bana demokrasi sorununu biraz acmamı zorunlu kıldı.
Bizim gibi toplumlarda „aydın ile toplum“ ilişkisi „kul ile tanrı“ ilişkisini andırır niteliktedir. Kulun tanrıya tapma hakkı olur, ama eleştirme hakkı olamaz. Kul tanrıyı eleştirmeye kalkışırsa Ahmet Altan’ın deyimiyle „müminlikten“ çıkma ve „münafıklaşma“tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Bazı okurlar da benim Ahmet Altan’ı eleştiri konusu yapmakla “münafıklaştığımın“ iddiasındalar. Çünkü onlara göre Altan “tanrı“, benim de“kul“olmam gerekiyor.
Kürt okurların Ahmet Altan’na sahip çıkmaları doğrusu hoşuma gitmedi değil. Ahmet Altan 90’larda sonraki antimilitarist tavrıyla Kürt okurunun yüreğinde haklı bir yer edinmiştir. Bundan dolayı Kürtlerin kendilerine değer veren yazarları sahiplenmeleri sevindiricidir. Fakat Ahmet Altan’ı sevmek, onun eleştirilmesi önünde engel oluşturmamalı. Sanırım eleştirilmez olduğuna, herkesten önce kendisi karşı çıkacaktır. Yazar yarattığı gündemle toplumsal bazı gerçeklikleri tartışmaya açıyorsa, kendisinin de tartışılırlığının bilincindedir. En azında Altan’nın bahsettiği “kul hakkı“ bunu gerektirir.
Ahmet Altan klasik Türk gazeteciliği kimliğine sığabilecek biri değil. Daha çok batılı çağdaş gazetecileri andıran bir duruşa sahip. Kürt sorunu konusunda da bu duruşunu korumasını beceren biri. Altan yanlızca toplumsal olaylara batılı gözüyle bakmaz, dine bakışından da batılıların rahatlığını görmek mümkün. Fakat Altan ile batılı gazeteciler arasından bir fark var, asıl sorun bu farkın bizim tarafımızdan görülmemesi değil, bir yazar olarak Altan tarafından görülmediğidir.
Batılı gazeteciler toplumlarının gelişmişlik düzeyinden ve de aydınlanma döneminden dinle yeterince hesaplaşıldığından yola çıktıkları için, dinin kendi toplumlarında bir tehlike oluşturmaycacaklarının bilinciyle dini kimliklere özgürlükler bağlamından bakarlar. Fakat bizde durum farklı. Ne yazık ki din bizde dine tanınan özgürlükleri bile aşabilecek kadar tehlikeli bir şey. Bu durum sadece dinin tehlikeli oluşuyla ilgili değil, bizlerin batılı anlamda bir aydınlanmaya sahip olmayışımızla da yakından ilgilidir. Benim aslında Ahmet Altan’da eleştirmek istediğim şey batı geleneğine sahip olmayan bir ülke de batılı bir gazetecinin özgürlüğünü kullanmasıdır. Bu özgürlüğü kullanma cesareti sınıfsal konumundan kaynaklanan toplumsal ayrıcalığıyla yakından ilişkili olmasıdır..
Alt toplumsal kesimlerden gelen yazar ve aydınların Altan’nın tadını çıkarmak istediği özgürlüğü kulanmaya kalkışırlarken, trajik sonuçlarla karşılaşmaları, doğal olarak beni aydınların sosyal, etnik ve sınıfsal kökenlerinden kaynaklanan ayrıcalıklı konumlarını eleştiri konusu yapmama zorladı. Eleştirimin odağını aynı ülkede yaşayan yazarların özgürlükleri kulanmadaki ayrıcalıkları ve de Türk Aydını‘nn demokrasiyle kurduğu çarpık ilişki oluşturuyordu. Yoksa Altan’ın antimilitarist duruşu eleştiri konusu yapılmamıştır.
Ahmet Altan’nın Kürt konusundaki durşunu ve de antimilitarist çıkışlarını taktir etmek, onun demokrasiyle kurmus oldugu çarpık ve yanlış ilişkisini sorgulamanın önünde engel oluşturmamalı. Ahmet Altan yanlız demokrasiyle toplumsal mücadeleler tarihi arasındaki ilişkiyi yanlış kurmakla kalmıyor, dine de demokratik bir misyon biçiyor.
Altan’ın birbirleriyle barışık olmayan „din“ ile „demokrasinin“ arasını „görücü usülüyle“ bulmaya çalışmasının doğru bir arabuluculuk olduğunu söylemek güç. Altan’nın “islam“ ile “demokrasiyi“ barıştırma girişimi “görücü usulüyle yapılmış zoraki evlilikleri“ anımsatır. Kendisi ona “inanabilir“, fakat bu toplumda demokrasi için bedel veren Sosyalistlere, Kürtlere ve Alevilere islami bir şemsiyenin koruyuculuğunu önermesinin kabullenilir bir yanı yoktur. Ve de yanlış bir çağrıdır.
Sırf islamcılara sempatik görünmek için, demokrasinin aydınlanma kökenli karakteristik kavramları dururken, “dindarlar yönetimini“ bizlere teo-demokratik bir terminolojiyle pazarlamaya kalkışması üzücüdür. Bu terminolojiye Altan’nın dinin „demokratik terminolojisi“ ya da demokrasinin „dinsel terminolojisi“ desek yanlış olmaz. “Kul hakkı“,“dindarlık“,“müminlik“,“vijdan“ v.b gibi kavramlar Altan’ın sıkça kulandığı kavramlardır. Altan’nın böyle bir terminoloji üretme misyonunu üstlenmesinin demoktatikleşme ile ilişkisini analitik düşünebilen okurlarımın kavrayışına bırakıyorum..
İster beğenelim isterse beğenmeyelim -çok istediğimize göre begeniyoruz demektir-, demokrasi batı kökenli bir kavram ve de birey eksenli bir dünya görüşünü tanımlar. Demokrasilerde birey edilgen değil, toplumsal yaşama ve de bu yaşamın idari şekillenmesine aktif katılan bir öznedir. Demokratik toplum, bireyin hak ve özgürlüklerinin hukuksal olarak teminat altına alındığı bir toplumdur ve de bu toplum ortak bir sözleşmeye dayanır.
Demokrasilerde birey haklarına vijdan sorunu olarak değil, bilinç ve sorumluluk sorunu olarak bakıldığından, hak ve hukuk sorunu tanrı ve dindarların „merhametine“ bırakılmayacak kadar değerli şeyler olarak bakılır. Demokratik toplumlarda birey tanrıya göre değil, topluma göre tanımlanır. Bireyin özgürlüğü toplumun kollektiv özgürlüğünün sınırlanmasıyla doğru orantılıdır. Başka bir ifade ile cemaat haklarının daraltılması bireyin özgürleşmesinin olmazsa olmaz koşuludur. Bu, bireyin bir toplum içerisinde sosyalleşmesi gerektiği zorunluluğunu yanlışlamaz.
Bireyle toplum arasındaki çelişkili ilişki, birey ve toplumun dialektiğini tanımlar. Bireyin imaginär(var olmayan, düşünülen) karşıtı toplum, toplumun da bireydir. Bu dialektiksel karşıtlık yanlızca toplumsal gelişmeyi sağlamakla sınırlı kalmaz, birey ile toplum arasındaki özgürlülüklerin tanımlanmasını da sağlar. Demokrasilerde “hak“ kavramı mücadele edilerek kazanılmış hakkı tanımlar.
Demokratik toplumların aksine dinle yönetilen teokratik toplumlarda ise birey yani individuum yoktur, kul vardır. Kul birey-toplum dialektigine göre değil, tanrıya göre tanımlanmayı gerektirdiği için, yanlızca tanrı tarafından bağışlanmış „kul hakkın“ dan bahsedebiliriz. Buradaki ayrıntı çok önemlidir; „kazanılmış“ bir haktan değil “bağışlanmış“ bir „hakktan“ bahsetmekteyiz. Bu anlamıyla „bağışlanan şeyin“ „hak“ kapsamında değerlendirilmesi güçtür. Çünkü “hak“ bağışlanan değil, bireyin mücadelesi sonucu kazanılmış bir hakkı tanımlar. Bundan dolayı kazanılmış hakların gaspı zordur.
Etimolojik anlamda „kul hakkından“ bahsetmek doğru değil. Çünkü “kul hakkı“ tanrıya rağmen kazanılmış “hak“ kapsamına girdiğinde, bireyin “münafıklaşmasını“gerektirir. Kul ile tanrı birbirlerinin yanlızca imaginär karşıtları değil, hieyerarşik olarak kul, tanrının en alt basamağını oluşturan kölesi özelliğini taşır. “Kulun hakkı“ tanrının insafıyla sınırlı, yani Ahmet Altan‘nın terminolojisiyle söylersek bizlerin “kul hakkı“ tanrının yeryüzündeki temsilcileri dindarların “merhametiyle“ sınırlı olması gerekir.
Diyalektiksel olarak „kul hakkı“ kavramı „tanrı hakkının“ da olmasını gerektirir. Kul ve tanrı hakları kavramları analitik olarak bir üçüncü unsuru zorunlu kılar. Peki „kul ve tanrı hakkını“ belirleyen bu üçüncü unsur kim? Cemaat olamaz, çünkü cemaat çok dünyalı bir kavram ve de kendisine „tanrıüstü“ bir özellik atfedilmiş olur ki, bu da dini anlamda en büyük günah olarak görülür.
Teokratik toplumlarda din sosyal alanın bütününü belirlediğinden, dini ve sosyal dediğimiz birbirinden farklı alanlarından söz edemeyiz, sadece dini bir alanla karşı karşıya kalırız. Sosyal ve dini alan ayırımından mahrum olan teokratik toplumların laikliği ve demokratikliği tartışmalıdır. Bundan dolayı Ahmet Altan’nın şu anki askeri vesayetle yönetilen T.C. devletinin anayasasının yerine, bizleri, demokratik ve de laik olamayan , “kul hakkı“ ortak paydasında toplanmamızı önermesinin özgürlükler açısından bir güvenirliği yoktur. Bu birilerine ölümü gösterip te sıtmaya razı etmeye benzer.
Demokratik toplumlar bireyler arasında yapılan „toplumsal sözleşmeleriyle“ dini teokratik toplumlardan ayrılırlar. Sözleşme kavramı dine göre yalnızca modern bir terim değil, ayrıca tanrı ile kul ilişkisine ters düşen bir kavram, çünkü kul sözleşmeyle tanrıya bağlı değil, inançla bağlıdır. Kul ile tanrı arasında bir sözleşmeden bahsetmek, tanrının var oluşuna aykırı. Tanrı sözleşme yapmaz, “o yanlızca herşeye kadirdir“. Dine göre kulun tanrıyla pazarlık yapma“hakkı“ yok, sadece tek bir “hakkı“ var, o da “biat etme“ hakkıdır.
Ahmet Altan „Din ve Cinsellik“ adlı makalesinde Türk toplumunun demokratik sözleşmesinin ortak paydasının „kul hakkının“ oluşturmasını savunur. Ona göre toplumsal barışın temel ölçütü, dini bir ölçü olan“kul hakkını“ kabul etmekten geçer. Bu hakkı kabul etmekle bütün ateistler, “atesist dindarlar“, Sosyalistler, Kürtler, Eşcinseller ve de Aleviler teo-demokratik toplumda “mümünleşmiş kullar“ olarak kabul görüleceklerinden eşitlik ve özgürlükler sorunu da çözülmüş olacak. Bizim bilmediğimiz, yanlızca Altan’nın bildiği nedenlerden dolayı dindarlar, farklı kesimlerin birbirinden farklı acılarını paylaşarak empati yapacaklar. Kürtleri anladık ta, tanrıyı inkar etmelerinden dolayı dindarlardan acı çeken ateistlerle ve de dini olarak Tanrı‘nın „lanetine“ uğramış eşcinsellerle dindarların nasıl empati yapacakları da merak konusu. Demek ki ateist ve eşcinsellerle empati yapılınabilinecek islami bir formül varmış. Büyük ihtimalle “ne olursan ol genede gel“ diyen“Mevlana formülü“ dür.
Dindarlaşmak öyle sandığımız gibi dezavantajlı bir durum değilmiş, hatta bir taşla iki kuşta vurabilirmişiz.
„Müminleşmekle“ sadece acılarımızın paylaşılarak anlaşılması sağlanmayacak , ayrıca bizlerin cehennem gazabından da bil cümle kurtulmasınıda sağlıyacakmış. Bunun dışında cennete gitmemizi garantileştirdiği de söylenenler arasında.
Sanırım hurili düşlerle en mutlu dünyalı erkekler, bizim gibi müslüman toplumların“mümin erkekleri“ olacaktır. Ahmet Altan‘ın bizleri hurili düşlerden mahrum bırakmak istemeyişi, büyük bir ihtimalle erkek yazar olmasıyla ilgilidir. “Pavyonunda namusuyla çalışan“ kadın yazarı olanın, cennetinde de “bakire hurileri“ bulunur mutlaka… Bize de sadece dindarlık buysa, “mümin“de benim demek düşer.
Kadın okurlarımızın, Ateistlerin, Komünistlerin ve de Eşcinsellerin bu “kul ve cennet hakkı“ ile ilgili soruları varsa, bize değil Ahmet Altan’na iletmeleri buyurulur. Çünkü Ahmet Altan‘nın teo-demokratik toplumunda “kul“ olarak bahsettiği şey daha çok “erkeği“, onun “kul hakkı“ dediği şeyde „cenneteki huri hakkını“ çağrıştırıyor. Kesin bir şey diyemiyeceğim, emin olmak için ona tekrardan sormak gerekir!
Hepinizin dindarlaşmaktan kaynaklı “kul ve cennet hakkları“ olur da, benim niye birey olmaktan gelen “münafıklık“ kökenli “günah işleme hakkım“ olmasın! Sizler Altan’nın dindarlık kaynaklı “kul hakkın“‘dan yararlanarak cenneti garantileme rüyalarıyla oyalanırken, ben de bu arada “günahkar olma hakkımı“ kulanarak zat-ı muhteremleri biraz tenkid ettim o kadar. Yoksa benim gibi „münafıka“ “günahkar olma hakkı“ da mı fazla?
Son olarak Ahmet Altan’a sormak gerekir; demokratik ortak bir yaşam için taktik olarak zorunlu benimsenen “medine mukavelesi“ mi, yoksa “vatandaşlar sözleşmesi“ mi daha iyi?


  
Xaki G. Bargin
Xakibargin@yahoo.de

Hiç yorum yok: