28 Şubat 2010 Pazar

AKP... Meslek partisidir

Epigrafi:
Osmanlıcı Hasan Cemalleri, Cengiz Çandarları… elimizin tersi ile iteceğimiz gün, bugündür. Yeminli Kürd düşmanı olduğunu bildiğimizden dolayı Bahçeliden mesela, Kürde fazla zarar gelmez. Dinlerken gıcık olduğumuz MHP, CHP liderleri normal Kürd düşmanları, normal Türk insanlarıdır.
Sözleri kulağa hoş gelen, iki düşmanı bir ip üzerinde oynatan cambazlar var ya!...
Yazılarıma mektuplarıyla sık sık tepki gösteren değerli bir okur arkadaş, ruhi içeriğini çok beğendiğim bir mektubunda Cengiz Çandar’ın “Güneydoğu’da zülüm ve hayal kırıklığı…” yazısından “iyi bir tespit” diye “İktidar partisinin bölge milletvekilleri Ankara’da bölgeyi değil, bölgede Ankara’yı ve partilerini temsil ediyorlar” sözlerini iktibas etmiş. Üzüldüm, neden biliyor musunuz? Arkadaşımız, AKP’yi ve bu güruha şakşakçılık yapanların ne mal olduğunu bilen birisi. Arkadaşın ruhu tertemiz, kalbi pirupak ama ne sırrı Xwedê ise, düşüncesi Türk siyaset kirliliğinin pençesinde can çekişiyor. Böyle kardeşlerimiz az değil, ne yazık ki.
Türk siyaset kirliliğinden medet ummayı kendine reva gören ruhu temiz kimi kardeşlerimizin düşünsel çaresizliğinden esinlenerek yazıyorum şuan.
Biraz sertim bugün, affınıza sığınacağım.
Ankara çöplüğünden beslenenlerin tamamı “bölgede (bölge ha?!)” Ankara’yı temsil etmiştir. Bu temsiliyet ve teslimiyet 500 yaşındadır. Cengiz Çandar, yeni bir söz söylememiş, söz oynatmıştır sadece. Bu söz oyununun hangi amaca hizmet ettiğinin anlamını taşıma yükünü ilerdeki cümlelere bırakıyorum.
Türk iktidarının “bölge”de temsilini sistemleştiren, 16. yy.da Osmanlı sarayının divan katibi İdris-i Bitlisi olmuştu. Dönemine göre iyi eğitim görmüştü ama eğitimini, eski Konstantinapol’ün en iyi uşağı ve ayakçısı olarak servet ve otorite kazanmak için kullandı. Milli onurdan, aşiret onurundan yoksundu ve orta yerde kocaman bir servete ve düşman saraylarında ‘otoriteye’ sahip olmayı başarabilmişti. Bireysel onurunun varlığını yokluğunu ise tartışmaya açacak kadar veriye sahip değiliz.
“Dönemin koşulları İdris-i’yi bu tür davranmaya zorlamıştı”; bu zatın savunulması, bu kadar sığ bir “bilimsel tez”e dayandırılıyor.
Velhasıl, Mevlana İdris, “ülkesini satma karşılığında” “aslan payını” kapıp gitti. Günümüzün İdris-i Bitlisi artıklarından AKP’li 75 “Kürd milletvekili”, Ankara uşaklığı yapmanın kazandırdıkları ile eşlerinin önünde övünürken, sofra artığı ile beslendiklerini…
Ve bu ağır cümlenin devamını getirmekte zorlanarak bir kahve molası veriyorum.
Bu arada gazeteci Ece Temelkuran hanımı dinleme fırsatım oluyor. Ne hoş bir tesadüf! Avrupa Parlamentosundaki Kürd konferansında konuşuyor, Roj TV canlı yayınlıyor. Dış cazibenin ve düşünsel güzelliğin hayretimiz bir uyumla buluşturulduğu bir hanım efendidir Ece Temelkuran.
Kahve molasından önce kapanan düşüncemin gözlerini açıyor.
Ece hanımın, ‘Çözüm, Kürdlerle Türklerin yeniden tanışmasından geçer’ sözleri kafama dank ediyor. Hanım efendinin samimiyetinden kuşkum yok. Onlarca yazısını okudum. Ancak ben, güzellik ölçütü olarak gördüğüm bu insanın aksine, “çözümün, Kürdlerle Türklerin kapılarını şart diye birbirlerinin yüzüne kapamasından” geçtiğine inanıyorum.
Türkün ve Kürdün kurtuluşunun, Ece hanımın söylediklerini tersten anlamakla mümkün olduğuna bir daha kanaat getiriyorum.
Kapatacak ve ayrışacağız. Bugün bizim yapmamız gereken bu. Çözüm, yeniden tanışmakta değil, kapıları kapatmaktadır.
Bizler galiba iyi tanışıyoruz, değerli Ece hanım!
Sultan II Beyazıt’ın, Sultan Selimin, Kanuni’nin göksümüzün başına saplanan kılıcının ve İdris-i Bitlisi’nin sırtımıza gömülen hançerinin bedenimizde birbirine dokunduğu noktadan başlar bizim tanışıklığımız. Atatürk’ün cumhuriyeti döneminde bir daha Ağrı’da, Dersim’de, Koçgiri’de tanıştık. Son zamanlar Şemdinli’de, İzmir’de yeniden tanışma fırsatımız oldu. “Kürd açılımı” ile birlikte zindanlara doldurulan çocuklarımıza erken tanışma imkanı sağlandı. Daha nereye kadar tanışacağız?
Bize yeni İdris-i Bitlisiler yaratılması önerisinde bulunmayın, lütfen. Bizde olan İdris-i Bitlisi’leri biz, insan başına değil, kilolarla, tonlarla hesaplarız.
Şimdi Sizi rahat bırakıp, tonlarla hesapladıklarımızı savunanların yakasından yapışacağız.
Şakir Epözdemir, “1514 Amasya Antlaşması. Kürd-Osmanlı İttifakı ve Mevlana İdris-i Bitlisi” kitabında İ.Bitlisi faaliyetlerini kitap yazma sorumluğunun hakkını vererek, tarihi verilere dayanarak anlatmaya çalışmışsa da, kaynağını bilmediğim bir nedenle bu zatı övme yolunu seçmiştir. Sayın Epözdemir gibi düşünen kardeşlerimizin bilmesi gereken bir şey var; bu halk, Osmanlı torunlarından çektikçe, İdris-i Bitlisi’yi “aslında iyi birisi” olarak özgürlükçü düşüncelere yamamak mümkün olmayacaktır.
Tarihi kaynaklar İdris-i Bitlisi portresini şöyle çizer:
Kaynak bir:
“Sultan II Beyazıt, Kürd aşiret reislerini Sefevi devletine karşı kışkırtmak için Mevlana İdris-i Bitlisi’yi uygun bir araç olarak kullanma yolunu seçti. Bu amaçla Mevlana İdris, sultan sarayına davet edilerek sözde devletin tarihini yazmak için “Vegenevis” (olayları yazan) olarak atandı. Aslında ise Kürdistan’a gönderildi ve kendisi burada Osmanlı hükümetinin çıkarları temelinde hummalı bir çalışmaya başladı”.

Kanyak iki:

“Osmanlı-İran hükümetleri arasında çelişkilerin hat safhaya ulaştığı bu dönemde Mevlana İdris-i Bitlisi, Osmanlı sarayının yararına Kürd emirleri arasında propaganda yürütüyor ve onları Şah İsmail hâkimiyetine karşı tahrik ediyordu”.

Kaynak üç:

“Şeref han Bitlisi, 1512–1520 yıllarında 1. Sultan Selim’in yağmacılık siyasetini ve Mevlana İdris Bitlisi’nin çabaları sonucunda Kürd emirliklerinin Osmanlı hâkimiyetine tabi edildiğini dile getirmiyor!”.

Kaynak dört:

“Osmanlı hükümeti, Mevlana İdris-i Bitlisi’yi Kürdistan’a gönderdi ve kendisine Kürd emirlerini sultana yakınlaştırma görevi verdi. Milliyetçe Kürd olan Mevlana İdris, kendi dönemine göre mükemmel eğitim almış ve vakti ile Akkoyunluların kâtipliğini yapmıştı. Kürd emirleri arasında büyük nüfusa sahipti. Onun bu özelliği, sultan yararına yürüttüğü propagandada etkili oldu”.

Kaynak beş:

“Şerefname”deki bilgiye göre, söz konusu dönemde 20’den fazla Kürd emiri, Mevlana İdris-i’nin aracılığı ile 1. Sultan Selim Han’a mektup göndererek ona bağlılıklarını belirttiler. Dahası, sultan hükümeti, bazı Kürd emirlerine para ve görev vaadinde bulunarak onları kendi yanına çekti”.

Kaynak altı:

“Mevlana İdris, şunu da ekledi ki: ‘Kürd aşiretleri birbirine itaat etmemektedir. Bu nedenle sultanın kendi adamlarından birini onların üzeride beylerbeyi olarak ataması iyi olur’. Sultan bu öneriyi kabul etti ve Muhammed ağa Çavuşbaşı’yı Diyarbakır beylerbeyi ve Kürdistan ordusunun başkomutanı tayin etti”.

Kaynak yedi:

“Diyarbakır, Erzincan ve Maraş eyaletleri gasp edildikten sonra 1. Sultan Selim, Mevlana İdris aracılığı ile Diyarbakır savaşına katılan Kürd emirliklerine değerli bahşişler ve fahri devlet ödülleri gönderdi. Sultan, resmi fermanında Diyarbakır’ın ele geçirilmesini, Kürd halkının esaret altına alınmasını Mevlana İdris-i’nin iyi bir hizmeti olarak değerlendirmişti”.

Kaynak sekiz:

“Mevlana İdris, kendi vatanı Kürdistan’ın Osmanlı hakimiyetine bağımlı hale gelmesi yolunda o kadar sadakat göstermişti ki, 1.Sultan Selim, mühürlenmiş beyaz kağıdı ona gönderip istediği biçimde kullanmasına izin vermişti”.

Kaynak dokuz:

“Mevlana İdris’in yardımı ile Kürdistan, Osmanlı hükümetine bağımlı hale geldi”.

Kaynak on:

“Kürdistan’ı işgal etmek için yürütülen 1514 ve 1515 yıllarındaki Osmanlı-İran savaşı, Osmanlıların zaferi ile sonuçlandı. 1.Sultan Selim, bundan dolayı Mevlana İdris aracılığı ile Kürd emirlerine 500 armağan ve 17 bayrak gönderdi. Mevlana İdris’in kendisini ise Fransa’da hazırlanmış altın kılıflı kılıç ve 12 bin altın doge (bir doge 35 gramdır, 12 bin doge, neredeyse yarım ton altın eder) değerinde olan hediyelerle ödüllendirdi”.

Kimileri, Kürdistan o tarihlerde Osmanlıya peşkeş çekilmeseydi, İran’ın eline geçecekti diyebilir. Bizse hiçbir şey demiyoruz. Tarih, söylediğini söylemiş.

Ancak bugün, güncel konularda apaçık ve dobra dobra konuşacağım. Gına geldi çünkü…

İdris-i Bitlisi’nin varisleri olan AKP Kürdleri, saltık Kürd zümresini oluşturuyor. Osmanlının alıp-satma kültürü bugün AKP’de tecelli ettiği, bu parti satma-alma mantığı üzerinde kurulduğu için AKP’ye bulaşan Kürd, satıp aldığı gibi, satılıp alınmaya da açık konumdadır.

Bu AKP’li 75 zatın tarifini Cengiz Çandar yapmış, bir de biz yapalım mı?
Siyasi oynaşlığın artıklarıdır onlar. İki üç bakan da var içlerinde. Onlar ise süper siyasi oynaşlığın artıklarıdır. Hakaret mi oldu? Asla. Keşke onlar için hakaret sayılabilecek kelimeleri bulabilseydim. Ne var ki, hakire hakaret bulaşmaz; kir, kirle kirlenmez.
Sıkça dile getirilen ‘AKP, çeşitli siyasal kesimleri temsil ediyor’ sözleri doğrudur. Bu sözlerin satır altını şöyle okuyacağız; AKP, siyasal görüşleri, milliyeti, dini farklı fakat mesleği aynı olanların partisidir. AKP, siyasi bir parti olmaktan öte, bir meslek partisidir!

Şimdi ise mektup yazma lütfünde bulunan kardeşimin demokrat bulduğu Cengiz Çandar’ın yazısında elli cümleyle ifade etmek istediği mantığı, yüke dayanıklı mert bir cümleye yüklemeye çalışacağım. Arkadaşım alınacak mı, sevinecek mi, bilemem.
C. Çandar, Erdoğan’a diyor ki, ‘senin 75 adet vazelininin süresi geçmiş, kalitesi düşmüştür… Bu nedenle Doğulu halkımız acı çekiyor’.
“Türk demokratları”, “bölge” temsilinin Ankara’da yeterince yapılmadığının bilinmesini istiyor. Ankara’nın “bölge”de, “bölge”nin Ankara’da temsil edilmemesinin Kürdleri ne kadar mutlu edeceği de bir bilinse…
Ankara, meslek kentidir. İnsanlık, 10 bin yıldır bu meslekle baş edemedi, biz mi baş edeceğiz? Bu arada Kürdistan’ı Ankara’da temsil etmeye çalışan 20 onurlu vekilimizin de bu kentle çok fazla içli dışlı olmamasını tavsiye ederiz; havası bulaşıcıdır.
Yapılması gereken; ‘senin Ankara’nı da, 75’ni de, 775’ni de’ deyip, Ankara’ya çıkmayan patikalarla yola devam etmektir.
Aslında, Apocu, gayri Apocu gibi ahmakça bir ayrışmanın gölgesinde yürüyor olsak da, yurtsever kesimlerin tamamının kutsal Kürdistan yolcuları olduğuna inanıyorum. Bayağı bir mesafe de kat edildi. Üç beş on yıllık kısa yaşamımız boyunca Kürdistan’a ulaşamasak dahi, yürümeyi sürdüreceğiz; yaşamanın anlamı bu değil midir? Bu, bir bayrak yarışı, yürüyüşüdür. Bu yürüyüşte önümüzde birileri olmuştur, peşimizden de birileri geliyor. Yolun çoğu gidilmiş, azı kalmıştır. Peşimizden gelenlerin adım sesleri ortalığı yarmakla kalmayıp önümüzdekilerin ruhlarını bile tırmıklıyor. Arkamızdan öyle bir dalga geliyor ki... Çığ gibi. Bize düşen adımlarımızı biraz daha hızlandırmaktır, yoksa peşimizden gelenler, bizi bile silip süpürecektir.

Çandarmış, Bahçeliymiş… ‘Yılanın beyazına da, siyahına da lanet olsun’ diyerek yürüyeceğiz! Geçilmemiş yollar, yılansız, çayansız olur mu?

  
Hejarê Şamil
hejare_shamil@hotmail.com

Hiç yorum yok: