1 Ocak 2010 Cuma

Kriz ve Alternatif Sistem Arayışı

Kürt Ekonomist Yazar Ahmet Pelda ile, Dünya genelinda mevcut Ekonimik krizin ortaya çıkış nedenleri ve çözümüne yönelik görüştük. Ekonomik krizi ortaya çıkartan sebebler nelerdir? Mevcut ekonomik krizin gerekçesi olarak ABD’deki konut kredisi gösteriliyor. Burada konut için kredi veren bankaların bunu ev sahiplerinden tahsil edememesi nedeniyle düştükleri finansal sıkıntı ve onun diğer sektörleri etkilemesine bağlıyorlar. Aslında bu doğru değil ve burada saptırılan bir durum var. Eğer tüketiciler konut kredilerini ödeyemiyorlarsa demek ki, borçlarını ödeyecekleri gelir düzeyine sahip değiller. Ya da önemli bir bölümü işsiz veya işini kaybetmiştir. Ayrıca çalışanların da düşük ücret aldıklarını tespit etmek mümkün. Yani krizin ana kaynağının üretim sektörü ve bununla birebir bağlantılı çalışan kesimin durumundan kaynaklandığını unutmamak gerekir. Gerçekten de bugün bütün kaygılara neden olan ise başta otomotiv sanayi olmak üzere üretim sektöründe yaşanan krizdir. Burada yaşanan sıkıntı bir yandan finans sektörünü, bir yandan hizmetler sektörünü ve her şeyden önemlisi toplumsal istikrarı vurmaktadır. Ayrıca krizi değerlendirirken, sadece finans sektöründeki iflasların ilan edildiği tarihe bakmak hatalı olur. Krizler, özellikle de büyük ölçekli ve yapısal faktörleri etkileyenleri, sistemin yapısı ve geçmişten gelen tarihsel sürecine bağlı olarak şekil almaktadır. Dolayısıyla bugün üzerinde yoğunca tartışılan ve günlük yaşamı derinden etkileyen ekonomik krizin konjonktürel olmadığını, tam tersine uzun vadeli bir sürecin ürünü olduğunu bilmek gerekir. Kökleri 1970’lere dayanan ekonomik liberalizme geçiş sürecinin geçtiği aşamaların yeni bir evresine girişinin belirtilerini burada görmek mümkün. 1970’lerde yaşanan ekonomik krizin aşılması için Milton Friedman’da sembolize edilen Monetarist ekonomi uygulamaları çözüm arayışı olarak ortaya çıktı. Özel sektörün desteklenmesi, faaliyetlerine yönelik kredi ve teşviklerin artırılması, buna karşın vergilerin ve ücretlerin düşürülmesi, keynesyen ekonominin ürünü olan kamu işletmeciliğinin sınırlandırılması, devletin ekonomiden çekilerek prensip olarak eldeki tüm varlıkların özel sektöre satılması, ulusal devletin sınırları içinde monopol konumdaki sermayenin uluslararasına açılması, bunun için serbest bölgelerin oluşturulması, gümrük vergilerinin düşürülmesi, yabancılara yönelik mülkiyet edinme ve yatırım yapma konusundaki engellerin kaldırılması vb kararlar öne çıktı. Şimdi bu uygulamaların sonuçlarını görmekteyiz. Kendi açısından başarıya da ulaştı. Ancak artık sistem sürdürülemez hale gelmiştir. Bunun siyasal ve toplumsal etkileri olacak mı? Elbette. Hem de düşünülenden daha büyük. 1890’larda yaşanan büyük ekonomik bunalımlar Birinci Dünya Savaşı’na yol açt.ı. Ve Sovyet devrimi gerçekleşti. 1929’da sembolize olan ekonomik krize çözüm arayışları bir yandan Hitler’i yarattı, bir yandan Sovyetlerdeki yönetimi diktatoyal bir zemine çekti. Aynı zamanda ABD’nin yükselişine ve İngilizlerin dünya siyasetindeki etkisine kaybetmesine yol açtı. Yine Teorik planda Keynesyen ekonomi modeli yükselişe geçti. Ayrıca planlama, sosyal devlet olguları güçlendi ki, 1980’lere kadar bu süreç etkili oldu. IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası ekonomiye yön veren mekanizmalar da kuruldu. IMF, Dünya Bankası gibi kuruluşların rolü ne? Çözüm için etkili olamıyorlar mi? Bugün içine düştükleri acze bakınca, görülüyor ki bu kuruluşlar mevcut kriz yapısına çözüm üretecek özelliklere sahip değiller. Bunların daha önceki rollerine baktığımızda azgelişmiş ülkelere verdikleri kredi ve proje desteklerini ekonominin liberalize olması şartına bağlıyorlardı. Özelleştirme, özel sektör teşviki ön plandaydı. Yine devletin kurumsal yapısının kapitalist sisteme, dünya ekonomisine entegrasyonunu dayatmaktaydı. Yani bu kurumlar ulusal devletlerin makro ekonomik yapılarına kapitalist çözümleri kalkınma ve gelişme biçiminde önermekteydiler. Ama günümüzde bunlar gerçekleşti. Yani artık tüm ülkeler kapitalist ekonomiye üstelik global düzeyde entegre olmuş durumda. Üstelik, birçok ülkeden zengin şirketler var ve bütçeleri de bu kuruluşlardan daha fazla. Ama iflas bayrağını dalgalandıran da bunlar. İşte nokta da artık IMF ve Dünya Bankası’nın söyleyecek çok şeyi yok. Öyleyse nasıl bir arayış gündemimize gelecek? Şu an sistem krizi de tam bu noktada odaklanıyor. Mevcut uluslararası kurumlar, ulusal devletler ve yaptıkları çözüm üretmekten uzak. Bakınız, ABD’nin yaptığı tüm finansal yardımlar henüz gözle görülür bir çözüm üretmiş değil. Bu süreç ABD’nin süper devlet konumunu sarsabilir ve İngiltere gibi etkisini yitirebilir. İkinicisi Avrupa Birliği tehlikede. Doğu Avrupa ülkeleri habire yardım istiyorlar. Üstelik yapılacak yardımlarda doğrudan kendilerine değil Batı Avrupa’nın banka ve üretici firmaları yararlanacak. Ama bunu başta Almanya ve Fransa olmak üzere çoğu Batı Avrupa ülkesi reddetmektedir. Bu durumda AB özelliğini kaybeder, yardım alamayan şirketlerin iflasının yaratacağı yıkımın altında Doğu Avrupa’daki ülkeleri hem de AB’nin gelişmiş ülkeleri kalır. Bunun sosyal, siyasal sonuçları da şu an düşünülenden daha derin etkilere yol açabilir. Üçüncüsü, Almanya örneğinde yaşanıyor. Bu ülke Almanya’da bulunan ABD’ye ait otomotiv firmalarına yardım edecek mi etmeyecek mi konusu. Eğer yardım etmezse binlerce Alman işsizi söz konusu. Ederse ulus devlet anlayışı tamamen bitmiş olur ve böyle bir durumda Doğu Avrupa’ya örneğin Macaristan’a yardım etmemesinin bir mantığı da kalmıyor. Bütün bunları kaldıracak ekonomik gücün olduğunu da söylemek mümkün değil. Bu ancak büyük politik ve uzun vadeli çıkar anlaşmalarını gerektirir. Buna ilişkin çözümün kaynağı nerede? Bu durum daha çok teorik bir çözümlemeyi gerektirmektedir. Bu dönemin en büyük sıkıntısı da burada yatmaktadır. Birinci Dünya Savaşı öncesinde yaşanan sıkıntılar ilaç olarak marksizm yükseldi. İkinci Dünya Savaşı’nda Keynesi görüyoruz. Soğuk savaştan çıkış sürecini ise Friedman’la görüyoruz. Ama günümüzde yaşanan sıkıntıyı atlatacak ve topluma, devlete veya ekonominin aktörlerine yansıyan onları ikna eden bir teorik çıkış ve bunun kurumsal, siyasal ekonomik ayakları yok. Bir kaosun yaşandığı bu dönemde bir taraftan tüm insanlığı refaha kavuşturacak yeni reçeteler ve uygulamaları da mümkün olabilir. Mevcut aktörlerin kendilerini yeniden organize edip hakimiyetlerini daha katmerli sürdürmeleri de mümkün olabilir. Bu aktörlerin yaklaşımlarına bakılırsa sermayeye dönük korumacılık anlayışı güçlenecektir. Yine sermaye yaygınlaşan ve dağılan yapısının merkezi bir zemine kayması, ana ülkelerde yeniden yapılanarak tekrar öteki dünyaya yönelmesi söz konusu olabilir. Peki yaşanan bu krizden en çok kimler zarar görecektir? Gücünü kullanmayanlar demek en anlamlı cevap olsa gerek. Emekçiler güç sahibi, ulusal devletler güç sahibi, şirketler güç sahibi, tarikatlar, aşiretler, siyasal örgütler, sivil toplum örgütleri güç sahibi. Bunlardan hangisi kendini yeniden düzenler, örgütler ve harekete geçerse onların kazanması kaçınılmazdır. Ama görünen o ki, ABD, Almanya, Fransa, Çin, Japonya ve Rusya devlet eliti eliyle ekonomiye yön vermeye çalışıyor. Mevcut biçimiyle de yine emekçilere yüklenecekler. Böylesi bir durumda ilk akla gelecek işsizliğin artmasıdır, ama bu geçicidir. Asıl olan işsizlik tehdidiyle düşük ücrete razı etmektir. Eğer gerçekleşirse bu ülkelerin üretken sermayesi ucuz işgücü ve hammadde bahanesiyle azgelişmiş ülkelere kolay kaçmayacaktır. Üstelik azgelişmiş ülkelerin daha çok taviz vermesini isteyecektir yatırım ve üretim ilişkisinin devamı için. Avrupa’da yaşayan göçmenlere ne tür etkisi olacaktır? Göçmenler doğrudan etkileniyorlar ve etkileneceklerdir de. Çünkü çoğu kalifiye işgücü değil. Haliyle ilk elden işten çıkarılan kesim bunlar olmaktadır. Zaten büyük bölümü halen işsiz. Bu bir taraftan yabancıların kendi içine çökmesine, bir taraftan öfkelerinin artmasına ve radikalize olmasına, bir taraftan da sürdürülen entegrasyon politikalarının tamamen iflasına yol açar. Özellikle genel işsizliğin Avrupa ülkelerinde artması bunun da yanlış olarak yabancıların varlığına bağlanması, yabancılara yönelimi de arttırabilir. Haliyle izole olmuş, gettolaşmış, suç örgütleri ağına düşmüş bir yabancılar kriziyle karşı karşıya kalınabilir. Peki böylesi bir durumdan etkilenmemek için ne yapmak gerekir? Muhalefeti yönlendiren aktörlerin, entellektüellerin ve aklıselim politikacıların ortaya koyacağı tavır çok önemli. Eğer bu aktörler ekonomik kirze karşı en iyi yolun dayanışma ve birlikte hareket etme olduğuna toplumu ikna edebilirlerse. Emekçileri, işsizleri ve yabancıları çözüm arayışında buluşturabilirlerse o zaman tam tersi bir görünütü de mümkündür. Egemen ülke milliyetçiliklerinin ve göçmen psikolojisi ve izolasyonunun tamamen yok edildiği, tüm kesimleriyle, katmanlarıyla kader birliği etmiş bir toplumsal zemine ulaşmak şaşırtıcı olmaz. Bunun politik, sosyal, ekonomik birçok avantajlarını da görmek mümkün. Haliyle artık ulusal devlet ve milliyetçilikler yerine global insan modeli görmek mümkün olabilir. Bunu somuta indirgersek örneğin, eğer Almanya Opel Firmasını desteklerse, Macaristan’a yardım ederse, çözüm için AB’yi esas alırsa muhtemelen milliyetçiliğe de prim vermeyecektir. Böyle yapabilirse yaptıklarını savunabilirse, bunun içteki yansıması yabancılara da olumlu yansıyacaktır. Aksi durumda daha olumsuz gelişmeler olur. Almanya’nın buna gücü yeter mi? Bir devletin tek başına gücü hiçbir şeye yetmez. Bakınız ABD habire piyasaya, şirketlere, bankalara para akıtıyor. Oysa gücü sınırlıdır. Elbette Almanya’nın da tüm bunları yapması mümkün değil. Belki doğru da değildir. Ancak bir süreç ve stratejinin başlaması, bir konsensüsün oluşması önemli. Eğer bu gerçekleşirse Almanya’nın adım atması yeterli olacaktır. Gerisi kendiliğinden gelecek ve belki bunun için ille de para harcamasına gerek kalmayacaktır. Bunu biraz daha genişletelim. Örneğin ekonomik krizi ortadan kaldırmak için dünya ülkeleri nasıl bir yönelime girebilir? Daha önce de belirttiğim gibi bu bir teorik konu ve analizi gerektirir. Ama görünen şu ki birlikte hareket etme konusunda bir eğilim var. Fakat çıkarlar ve güç meseleleri o kadar derin ki, bunun realize olması çok da kolay değil. Hele hele ABD’nin Irak ve Afganistan’da ki pratiği çok belirleyici. Ne olursa olsun ABD’nin tek güç olma özelliği kaybolmuştur. Artık dünyada tek otorite değil. Çin artık yükselişinin sınırlarına gelmiştir. Çünkü Çin’in daha önce sunduğu imkanların şimdiki zemini Afrika Kıtası’ndadır. Çin’in kaliteyi yükseltmesi gerekir. Hem üretimde, hem ücretlerde, hem çevre konusunda, hem de insan hakları konusunda bu ise bir maliyet gerektiriyor. Bunu illede dışarıdan beklememek lazım iç dinamiklerde bunu zorlayacaktır. Kanımca Arap dünyası, Hindistan ve Afrika daha önemli rol oynayacaklardır gelecekte. Siz bakmayın radikallerin yaptıklarına genel toplumsal dinamikler farklı. Kadının ekonomik yaşama katılımı, genç nüfus, global iletişim ağı ve eğitimdeki yükseliş bu bölgelerin hem tüketim gücü açısından hem de üretim ve doğal kaynaklar bakımından ilişkileri etkileyecektir. Üstelik tarihsel ve kültürel süreçler düşmanlıkları da aşmaya yetecek kadar tecrübeye sahiptir. Ama bu potansiyelden yararlanmak veya buna yön vermek için karar mekanizması, irade kimde olacak? İşte krizin aşılmamasında devletlerin yaşadıkları sorun, ve hala işbirliğinin tamamen oluşmaması bundan kaynaklanmaktadır. Bu yüzden kriz süreklileşmektedir. Haliyle sonuçlarıda ağırlaşmaktadır. Almanya, Fransa, İngiltere’nin AB içindeki pozisyonlarını güçlendirme eğilimi aynı şekilde global anlamda ABD, Almanya, Çin, Rusya, Japonya gibi ülkelerin rekabetini de anımsatmaktadır. Bunlar bazen çatışmaktadırlar da. Bombaideki saldırılar, Afganistan’daki direnişin kırılamaması, İran’ın kafa tutması bu güçlerin kozlarını kullanmak için ortaya çıkardıkları dolaylı çatışma bölgeleridir. Eğer krizi aşamazlarsa dolaylıdan doğruya geçerler ve bu çok daha tehlikeli olur. İki dünya savaşı, Vietnam, Afganistan, Irak bunun bariz örneğidir. Bu kapitalist sistemin değişmesini beraberinde getirir mi? Dinlerin ve sosyalist hareketlerin yarattığı bütünsel çözüm anlayışından sonra uygarlık hala başka bir yol üretebilmiş değil. Şu an bunun pek işaretleri de yok. Tam tersine bunlarda diretme var. Bu uygarlığın kendini üretememesinin bir yansıması olarak algılanabilir. Haliyle mevcut arayışlarda kapitalist sistem içinde ya da sınıflara, kategorilere ayrılmış uygarlık anlayışıyla sürmektedir. Buradan mevcut çıkışlar, ancak mevcut olanın solu veya sağı, daha bireyci ya da daha toplumcu yönü içine alacak bir düzenlemeyle olacaktır. Ama tam farklı ve aşılmış bir sistem ve onun neticesinden bahsetmek henüz mümkün görünmüyor. SAİT ÖZTÜRK

Hiç yorum yok: