15 Mart 2015 Pazar

Haluk Gerger: AKP’nin Lebensraum İhtiyacı ve Kürdistan


HALUK GERGER
 
AKP iktidarı, “Yeni Türkiye”yi inşa ediyor. Ama AKP, aynı zamanda, şimdi artık çökmüş bulunan “Eski Türkiye”den kalma devlet ve sistem krizini de yönetiyor. Yani, AKP iktidarı bir “kriz yönetimi” de.

Türkiye krizinin üç boyutu var. Birincisi, “sorunların anası” Kürt Sorunu. İkincisi, sistemik iktisadi kriz. Üçüncüsü de, bu iki yapısal krizin politik, sosyal, kültürel, vb. yansımaları. “Eski Türkiye” bu bunalımların ağırlığına dayanamayarak göçtü. AKP iktidarı dolayısıyla devraldığı yapının krizini de yönetmek durumunda.

Türkiye, yakın tarihten, İkinci Dünya Savaşı sonrasından başlarsak çözümlememize, yapısal krizlerini hep iki yöntemle çözdü. Birincisi, Devlet Terörü idi. Askeri darbeler bu devlet zorunun doruk noktalarıydı. İkinci olaraksa, emperyalizmin çok yönlü destekleriydi Türkiye’yi ayakta tutan. Bunlara bir de, kendi bölgesindeki statükonun, bütün çalkantılara rağmen, özünde ve temel karakteristiklerindeki istikrarı koruması ile içerdeki inkar-imha siyasetinin etkinliğini ekleyebiliriz.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’yi içine düşmüş olduğu ölümcül krizden çıkartan Soğuk Savaş oldu. O dönemde, kapitalist sistemin yeni hegemonu ABD, bir elinde harcamakla bitmez görünen dolarlar, ötekinde de gelişmiş silahlar, tetikçi aramaktaydı. Türkiye’nin o zaman neredeyse içiçe geçmiş bürokrasisiyle burjuvazisi bu çağrıya yanıt verdiler ve NATO üyesi olarak, yeni bir yaşam iksirine (ya da isterseniz “oksijen çadırında nefes alma” imkanına) ulaştılar. 1957’den başlayarak iç ve dış gelişmelerle çürük tekne su almaya başladı. 1955-57’deki bugünün karbon kopyası gibi seyreden Suriye krizleri, iktisadi çöküş ve gençlik eylemleri, Gezi’ye benzer Kızılay 555K olayları, Menderes iktidarının sonunu getirdi; sistem 27 Mayıs 1960’da Devlet Zoru’na başvurmak mecburiyetinde kaldı.

1960’lı yıllar küresel ölçekte “kapitalizmin altın çağı olarak” anılır. İçten yanmalı motordan beyaz eşyaya üretici güçlerdeki büyük gelişmeye eşlik eden tüketim dalgasıyla birlikte, kapitalizm her yerde ve elbette bu arada Türkiye’de de, ekonomik gelişmeye, istikrara kavuştu.

1974 petrol krizi, Asya ve Afrika’daki politik gelişmeler, merkezlerde 68 hareketi ve Vietnam yenilgisinin travması, uluslararası kapitalizmde genel, ABD’de de özel bir kriz süreci yarattı. Dış desteği yitiren Türkiye de yeni ve ağır bir bunalıma sürüklendi. Krizden yararlanarak iktidara gelen Ecevit hükümeti dönemindeki kıtlık ölçüsündeki yokluklar, iktisadi çöküş ve bunun sosyal/politik etkileri, önce faşist sokak saldırılarını, ardından 24 Ocak kararları ile burjuvazi-sivil siyaset hamlesini ve nihayet çaresizlik girdabında CIA ortaklığıyla 12 Eylül faşist darbesini getirdi.

1980’ler, emperyalist bloğun Reagan-Thatcher öncülüğündeki atak yılları oldu. Bu ülkelerde hem içerde, hem de dışarda büyük bir saldırıya geçildi. İçerde sendikal hareketler, muhalefet, geniş emekçi yığınlar yer yer Devlet Zoru’nun da acımasızca kullanılmasıyla bastırıldı, sermayeye muazzam alanlar açıldı, tekelci devlet toplumsal kaynağı burjuvazinin emrine tahsis etti. Dışardaysa, bütün borçlu kapitalist devletler çökertildi, uluslararası kapitalizm yeniden tanzim edildi ve Reagan’ın büyük İkinci Soğuk Savaş saldırısı başlatıldı. Yeni Soğuk Savaş bir yandan uzayın silahlandırılması dahil her alanda Sovyetler Birliği’ni hedef aldı, öte yandan da petrol bölgesi Körfez’i gündemine koydu. Özal’ın Körfez’de rol üstlenmeye yönelik “bir koyup üç alma” siyaseti, Muş, Batman gibi askeri üslerin de devreye sokulmasıyla, yeni bir tetikçilik siyasetinin geliştirilmesi biçiminde tecelli etti. Böylece bir yandan içerdeki ABD destekli Devlet Zoru, öte yandan da istikrara kavuşmuş emperyalizme hizmet siyaseti, Türkiye’nin günü kurtarmasını mümkün kıldı.

1990’larda Sovyetlerin yıkılması, Doğu Avrupa’dan Çin’e, yeni bakir pazarların denetimsiz bir hoyratlıkla sermayeye açılması ve spekülatif sermayenin egemenliği, gelecek kuşakları ipotek etme pahasına da olsa, yeni bir nefes borusu oldu.

Yine de, 2001’de Türkiye yeni bir krizin pençesine düştü ve eski Türkiye fiilen çöktü, AKP krizi de yönetmek üzere iktidarı devraldı.

Tam da bu dönemde Türkiye “istikrarı”nın öteki iki kaynağı da artık kurumuştu. Ortadoğu statükosu çökme sürecine girmişti ve Kürt asimilasyonu bir daha geri dönmemek üzere parçalanmıştı.
Nihayet bu durumun ölümcül etkisini bildiğinden, ABD duruma özel olarak müdahil olmuş, tam bir dağılmayı önlemek üzere Öcalan’ı kaçırıp Türkiye’ye teslim etmişti. Bu büyük stratejik hamle “Eski Türkiye”yi kurtarmaya yetmemiş ama AKP’ye krizi yönetmede yaşamsal önemde kredi açmıştı.

Benzer bir imkan da, kapitalizmin devasa birikim bunalımının sonuçlarıyla ortaya çıktı. Bu bunalım klasik Keynezyen yöntemlerle çözülemeyince, liberal Batı’da büyük iflaslar eşliğinde bankaların devletleştirilmesinden şirketlere hazineden muazzam miktarlarda paranın aktarılmasına uzanan politikalar devreye sokuldu. Devlet müdahalesi yakın tarihte görülmemiş boyutlarlara ulaştı. Öyle oldu ki, şirketlere, bankalara ve sermaye gruplarına aktarılan “havadan paralar” ile ‘gökten dolar yağar” oldu bütün dünyada. Buradan Türkiye’ye de damlalar aktı ve böylece kriz Türkiye’yi “teğet geçti.”

Ama yapısal kriz sistemi olduğu gibi kaldı; AKP sadece günü kurtarma mertebesinde krizi yönetti.
Şimdi artık deniz bitti.

Gökten yağan dolarlar, şimdi güvenli liman olarak Amerika’ya gidiyor. Yarın Amerikan Merkez Bankası’nın faizde yapacağı yarım puanlık bir artışın Türkiye için ne devasa sorunlar yaratacağını göreceğiz. Bir zamanlar birim bazında 1 dolar sınırına yaklaşan, 1 İsviçre Frankıyla eşitlenen Türk Lirası’nın sadece faiz arttırımı dedikodularıyla tarihi diplere doğru hareketlendiği ortada. Petrol fiyatlarındaki arızi düşüşün ya da Avrupa Merkez Bankası’nın genişleme kararının yaraya merhem, büyük kara deliğe yama olamayacağını göreceğiz. Genç işsiz nüfusun yüzde 20’lere ulaştığı, bütün makro verilerin alarm verdiği Türkiye’nin doludizgin uçuruma sürüklenmekte olduğu açık.

Deniz sadece yaşamsal ekonomi alanında bitmedi. Amerikan gücündeki gerilemeyi Obama da açıkça ifade ediyor. Türkiye’nin sığındığı dağlara sadece kar yağmıyor, tipi ve bora, tektonik depremler etrafı hallaç pamuğu gibi atıyor, darmadağın ediyor. Ortadoğu ve Kürt istikrarı ise, çoktan bitti.

AKP, bu durumda, krizi nasıl yönetmeye soyundu?

Kapitalizmde, yani sermaye devletlerinde bu türden yapısal bunalımların belirli bir noktadan sonraki aşamalarında gündeme gelen kriz yönetimi çıplak faşizm olarak ortaya çıkıyor. Faşizmin, bir kriz yönetimi olarak, iki temel ayağı var. Birincisi, “tek adam diktatoryası” ile içerde zorbalık yönetimi, devlet terörü. İkincisi ise, dışa yayılma, yani kendine bir hayat sahası açmak. Proje bu: Bir kriz yönetimi olarak “Hayat Sahası”, yani, Hitler Almanyası’ndan kalan ve artık teknik uluslararası bir deyim olarak literatürde yerini almış bulunan LEBENSRAUM...

Birinci yöntemin devreye sokulmasını yaşıyoruz. MİT Yasası’ndan şimdi tartışılan İç Güvenlik Yasası tasarısına, sadece yasal bir zemin hazırlanmakla kalınmıyor, Esnaf örgütlenmesinden yargının, üniversitelerin, bütün eğitim sisteminin yeniden yapılandırılmasına, su altında ve üstünde, çok çoraplar örülüyor. “Başkanlık rejimi” ile tek dil, tek bayrak, tek millet sisteminin “tek adam” ile taçlandırılması tamamlandığında, bizi içine tıktıkları kriz yönetimi tabutuna son çivi çakılacaktır kuşkusuz.

İşin bu boyutu çok yazıldı, anlatıldı.

Bu yazıda konumuz “hayat alanı” ihtiyacı ve arayışı...

Bu ihtiyacı dayatan iki kriz odağı var. Birincisi, iktisadi kriz. Mali ve ekonomik anlamda “denizin bittiği” anda sermaye mutlaka dış açılım, pazar, müşteri, kaynak, ticaret ortağı, acenta aramak zorunda kalır. Eskinin TÜSİAD sermayesi, ideoloji, politik-teknik-ekonomik altyapı, perspektif, tarihsel miras, gelenek gibi çok çeşitli nedenlerle bu konuda özellikle Ortadoğu bağlamında yetersizdi. Oysa, MÜSİAD sermayesi, yine benzer çok çeşitli nedenlerle krizin yönetilmesinde Ortadoğu’ya açılmayı zaruri ve mümkün görüyor. Bunu da hayata geçiriyor.

Türkiye’nin yeşil holding sermayesi olan “Anadolu kaplanları”, Ortadoğu’yu doğal hayat alanı olarak algılıyor. Nazi Almanyası’nda bu hayat alanı, Doğu Avrupa idi ve Rusya’ya kadar uzanan bir coğrafyayı kapsıyordu. Türk sermayesi bakımından, Mısır ve Libya dolayımıyla Afrika’ya kadar uzanan bu yaşam alanı algısı ve iddiasında, tarihsel miras, ortak din ve kültür, coğrafi yakınlık argümanları var. Büyük burjuvazinin şimdiki bu hegemon tabakası, Anadolu muhafazakarlığıyla, İslam’la ve esnaf-çarşı kökenlerinin kültürüyle, siyasi temsilcisinin oluşturmaya soyunduğu Osmanlı-Türk-İslam sentezinin ivmesini de arkasına alıyor.

Elbette, bir sistemin, tek adam diktatoryasının emir-komuta zinciri içinde, kriz yönetme tarzının bir parçası olan hayat alanı arayışını, “Önder”in kişiliğinden bağımsız olarak ele almak, O’nun damgasını görmezden gelmek yanlış olur. Örneğin, Nazi Almanyası’nın Lebensraum saldırganlığını “Führer”in (Hitler’in) kişiliği biçimlendirmişti. İtalyan macerasında da “İl Duçe”nin (Mussolini’nin) karakterinin traji-komik izleri vardı.

“Ulu Önder”lerin denetimsiz hırs, kapris, vehim ya da öteki patolojik gelgitlerinin öne çıkması, kendinden büyük davaların, (Aryan ırkının, ya da İslam dünyasının veya başka bir büyük misyonun) mesihliğine soyunulması, bunun dış dünya ile gerilimler, hatta çatışmalar yaratması, bu stratejinin yaşanması kaçınılmaz yan etkileri. Sonuçta, o ihtiras ve üretilen ululuk yanılsaması, misyon algısı ve benzeri insanüstü mertebeler, hem iktisadi ve politik gereklerle örtüşüyor, çakışıp onları tamamlıyor, hem de gidişatı biçimlendiriyor.

Kuşkusuz, ele geçirilen her sermaye alanı, pazar ya da üretim-dağıtım zinciri, kültürel ve politik değerlerin de taşınmasını içerir ve dolayısıyla, stratejik bir hegemonyanın da kurulması/dayatılması anlamına gelir. Yani ekonomik nüfuzun mutlaka stratejik bir karşılığı da olur. Dolayısıyla, sermayenin pazar ve ekonomik alan açma uğraşı, siyasetin (devlet ve hükümetin) politik/askeri hegemonya inşasından soyutlanamaz, bu ikisi birlikte yürür, birbirlerini beslerler. “Hayat alanı” kavramının ve siyasetinin stratejik karakteri de bundan kaynaklanır. Yani, MÜSİAD’ın krizi aşmak için zorunlu gördüğü salt iktisat karakterli bölgesel hayat alanı açma uğraşı bile, ekonomiyle sınırlı kalmaz, politik/askeri bir olguya da dönüşür. Sadece o düzlemlerdeki hegemonyayı da beraberinde taşıdığı için değildir bu. Devletsiz ve askersiz gerçekleşemeyeceği, güvenceye bağlanmış kalıcılık taşıyamayacağı için de, ekonomik olanla siyasi/askeri hegemonya organik bir bütün oluştururlar. Ekonomik hamleler, politik huruçla, devlet katkılarıyla, resmi-bürokratik kılıkla ve askeriyesiyle birlikte harekete geçer.

İktisadi olanla stratejik olanın çakışmasının Türkiye bağlamında ayrıca salt/saf politik ve askeri gerekçesi de vardır. O da Kürt Sorunu’dur. Türk sermayesinin dış açılımının, genişletilmiş hayat alanının giriş kapısı Kürdistandır ve dolayısıyla ekonomik bir mantık da sözkonusudur ama Kürdistan coğrafyasının önemi sadece buradan kaynaklanmamaktadır elbette.

Herşeyden önce, o kapıların kilitlerini açacak ekonomi dışı zorlamalara, onları yalamalaştıracak maymuncuklara, aşacak mancınıklara ihtiyaç vardır. Ama asıl mesele bu da değildir. Bunlar sonuçta ekonomik yayılmanın destekleridir. Oysa, burada, ekonomi başka bir stratejik hedefe yardımcı konumdadır aynı zamanda.

Türkiye, Kürt krizini eski yöntemlerle çözemediğini, salt şiddete dayalı ve topyekun tasfiyeyi öngören yöntemin başarısız kaldığını, hatta aksine kendisini zayıflattığını, örselediğini, yıkıma götürdüğünü yaşadı, gördü. Zaten kriz de böyle ortaya çıktı ve egemenlik sisteminde strateji değişikliğini gündeme getirdi. Özal’la başlayan süreç, yani Kürt eksenli krizi yeni yöntemlerle yönetme politikası, iş başa düşünce AKP tarafından geliştirilerek uygulamaya sokuldu.

Kürt sorununun yarattığı ölümcül krizi yönetme sürecinde de LEBENSRAUM ihtiyacı, bir politik/askeri çare olarak iktisadi alandaki zorunlulukla örtüşüyor, hatta onu da belirliyor. O olmasa da kendi hükmünü icra edecek başat dinamik bu.

Bu noktayı tam kavramak için bir “ulusalcı” ya da “Eski Türkiye”ci kavrayıştan yola çıkabiliriz. Buna göre, Türkiye Kürt krizini ancak genişleyerek yönetebilir. Bunun sloganlaşmış hali, “Musul’u almazsak Diyarbakır’ı kaybederiz” biçiminde formüle edilmişti. Türkiye’nin bu hedefe salt şiddet yoluyla, savaşla ulaşamayacağı, özellikle Kürt yükselişi, Güney Kürdistan’ın kuruluşu ve bunlara ilişkin Amerikan “kırmızı çizgileri”yle ortaya çıkmıştı. AKP yönetimi, şimdi, Kürt krizini “genişleyerek çözme” stratejisinde yeni yöntem ve taktik uygulamalarıyla yol almaya çalışıyor. Bir yandan ekonomik düzlemdeki yayılmayı bir altyapı olarak kullanıyor, bir yandan da bunun stratejik yollarını döşüyor. Yani, bu alanda da “hayat alanı” bir kriz yönetimi olarak hayata geçirilmeye çalışılıyor.

Bu perspektifte “hayat alanı”, münhasıran olmasa da, esas olarak, Kürdistan coğrafyası elbette. Onu çevreleyen alanın da stratejik değeri görülüyor kuşkusuz. Dolayısıyla, Irak, Suriye ve İran da doğrudan bu stratejik ilgi alanı içinde. Bunların destek ya da kuşatma imkanları olarak değerlendirildiklerini varsayabiliriz. Dolayısıyla, Irak siyaseti, Güney Kürdistan’a yaklaşım, Iran’la ilişkilerin seyri ve Suriye stratejisi, işgal ya da tampon bölge kışkırtmaları, IŞİD kankalığı, hepsi birden, Lebensraum stratejisinin taktik hamleleri olarak görülmeli.

AKP iktidarı, Kürt krizini, Kürdistan coğrafyasını, Osmanlı’daki gibi bir imparatorluğun organik parçası olmasa da, bir hegemonik alanı olarak dizayn ederek; Kürtleri bir millet değil de ümmetin unsuru ve sömürge türü organizasyonun uzvu olarak biçimlendirerek; aşiretvari beylik yapılanması çerçevesinde vassal türü bir bağımlılık kontratına hapsederek, reaya-tebaa zincirleri cenderesinde, denetim altına almayı, ya da hayat alanını böyle oluşturmayı, düşlüyor. Bu projede, Osmanlı türünden bir “muhtariyet”in sömürgeci için yük olmayacağını, bu türden sanal bir özerkliğin, sorunun ve krizin, tasfiye temelinde çözümü anlamına geleceği hesaplanıyor. Böylece Türkiye’nin hayat alanı içindeki Kürtler kendi hayatiyetlerini yitireceklerdir. Türkiye’nin hayat sahası Kürtlerin ölüm tarlaları olacaktır. Dayatılan tarz içinde feodal saiklerle ve merkezi manipülasyonlarla birbirlerine karşı yönlendirilecek Kürtlerin böylece, coğrafi parçalanmışlıklarına ek olarak, ulusal birliği de ölümcül yaralar alacak, psikolojik, sosyal, ekonomik, politik, ideolojik yeni bölünmelerle derinleştirilecektir.
Bu yeni hayat sahası inşası başarıyla ulaşırsa, Türkiye emperyalist desteklerini tahkim etmede de avantaj elde edecektir. Şimdilik, gördüğümüz gibi, bu hamle, Türkiye ile Batı ve İsrail arasında kaçınılmaz olarak gerilimler, çelişki ve çatışkılar da yaratmaktadır ama ilerde bölgesel hegemon olarak Türkiye’nin manevra alanını genişletebilecektir. Davutoğlu, 30.11.2014’deki “Yeni Türkiye Yolunda” başlıklı televizyon konuşmasında, “Türkiye kendi coğrafyasına hapsedilemeyecek kadar büyük bir ülkedir” derken tam da kendi Lebensraum argümanının mesajını iletmekteydi Batı’ya. Aslında Davutoğlu’nun “stratejik derinliği” bir anlamda hayat alanı projesinin teorileştirilmesi çabasıdır.

Lebensraum örneği, gelişmiş bir kapitalist ülke olarak Almanya’nın emperyalist paylaşımı da içeren kriz yönetimi ve krizi aşma çabasını anlatıyor. Bu, Türkiye gibi bir ülkede, alt emperyalist hevesler taşısa ve sermayenin olağan yayılmacı dinamikleriyle beslense de, nesnel sınırlılıklarla biçimlenmiş bir “Bölgesel Hegemonya”ya tekabül ediyor. Daha önemlisi, bu tür ülkelerin hayat sahası arayışı efendilere karşı değil de, onlara sığınarak gerçekleştirilmeye çalışılır. Onu örneğin Nazi Almanyası’ndan ayıran bir temel özellik de budur. Dolayısıyla AKP’nin hayat sahası projesi de, bütün gerilimlere karşın, esasta, ABD ve İsrail destekli yürütülmek isteniyor. Yine de, projenin, özellikle kişisel boyutunun öngörülemeyen istikrarsızlaştırıcı etkileri ve dış dünyanın hesaplanamayan tepkileriyle ivme kazanıp farklı çatışma noktalarına, intiharvari serüvenler türünden savrulmalara açık olduğu da gözden kaçırılmamalıdır. Hayat fırsat ve risklerle dolu. IŞİD de, örneğin, bu projede hem yol açıcıdır, kullanılan bir fırsattır, hem de bir engeldir ve bir engel olarak aşılması bile bir fırsattır. Bu özelliğini Rojava’da gördük. Bugünlerde Musul’da da denenmekte.

Sözkonusu bölgesel hegemonya ya da hayat alanı, demek ki, iktisadi, kişisel ve Kürt Sorunu’na ilişkin politik kriz ihtiyaçlarının üstüste gelmesiyle güçlü bir stratejik yönelime, bir devlet ve düzen politikasına, düşsel hezeyanlarla süslenmiş sahici bir projeye, kriz yönetimi yöntemine dönüştü.

Osmanlıcılık ve İslam, projenin ideolojik dayanaklarının bir bölümünü oluşturuyor. Davutoğlu’nun “stratejik derinlik” tezleri teorik altyapıyı inşa çabaları. Bir de elbette moral unsur eklenmelidir bu türden hamlelere. “Türk-Kürt kardeşliği” demogojisi bunların bir tanesidir. İkincisiyse, klasik “medeniyet götürme” efsanesidir. Unutmamak gerekir ki, Amerikalılar da yerlilere medeniyet götürmüştü; Avustralyalılar da aborjinleri uygarlaştırmıştı; ve nihayet, İsrail de Filistinli vahşi Araplara Batı medeniyetini öğretmektedir. Erdoğan bunları şöyle harmanlıyor bir konuşmasında: “Fetih zorla almak değildir, gasp etmek hiç değildir. Fetih engelleri ortadan kaldırmaktır. Fetih hem kapılardaki hem gönüllerdeki kilitleri kırıp atmaktır. Fetih şehir surlarını aşmak değil gönüllerin etrafına örülmüş surları aşmak, gönüllere ulaşmaktır...Fetih, gönüller yapmak, ekmeğini yoksulla paylaşmak, komşunun hatırını sormak, yetimin başını okşamaktır...Medeniyet fetihle mümkün olur. Fetih varsa medeniyet vardır, Fatih varsa medeniyet vardır.”

Bu arada eklemek gerekir ki, faşizan kriz yönetimlerinde, şovenizm ve militarizm en esaslı iki cankurtaran simidi olarak işlev görürler. Lebensraum uygulamasının bir büyük avantajı da işte bu iki aracı söylemden pratiğe aktararak kendiliğinden somut ve belirleyici dinamik mertebesine yükseltmektir. Tabiri caizse, ideolojik retoriğin somut bir güce dönüşmesi böyle gerçekleşir. Böylece, topluma pratiğin şırıngasıyla zerkedilen zehirle, çürük yapıda aktif ve sağlam bir toplumsal zemin yaratılır. Benzer işlevi, toplumu insani tahribata, moral yıkıma, ahlaki çürümeye mahkum eden bilinçli pratikler de görür ve dolayısıyla onlar da devreye sokulur. Aslında, bu manada, krizin toplum üzerindeki olumsuz etkileri, faşist kriz yönetimine çok yardımcı olur. İşin bu boyutunu da yaşamaktayız...

Eski Türkiye’nin inşası, kriz ortamında imparatorluktan daralmaya yönelmiş bir süreçti. O zaman Kürtler, feodal temizlik ve saflığın da etkileriyle ve elbette uluslaşmadaki eksiklikleriyle, “kardeş bir halkı zor zamanında vurmayalım ve ortak bir vatan inşa edelim” dediler, feodal onura yakışan bir alicenaplık gösterdiler. Ve, kısa sürede, onlara şükran duyması gereken “kardeşleri”nden cevaplarını aldılar...

Bu sefer “Yeni Türkiye,” krizini yönetirken, genişlemeye yönelen bir politika izliyor. Bakalım, “Yeni Kürtler” bu tarihsel momentte ne yapacaklar? Türkiye’nin hayat sahası Kürtlerin can damarlarını kesen bir saldırı olarak mı görülecek, yoksa, kardeşlerin ortak vatanda buluşması olarak mı?

Kürtler yine kritik/stratejik bir yol ayrımında, karar kavşağında.

Eski Türkiye’nin Sol’u, Komintern’le birlikte, Kürtlere el vermedi, aksine onları gericilikle suçlayarak yalnız bıraktı. Şimdi de durum çok farklı değil. Yeni Kürtler de, aynen eski Kürtler gibi, yine yalnızlar.

Evet top yine mazlum Kürdün sahasında...

KAYNAK: Newroz Gazetesi

Hiç yorum yok: