31 Aralık 2013 Salı

Devrimci Halk Savaşı’na Karşı NATO’nun Gladio Savaşları


Abdullah ÖCALAN

1950 başlarında NATO’ya girilerek, gladionun Türkiye kolu olan Seferberlik Tetkik Kurulu oluşturulmuştur. Bu tarihten sonra tüm muhalif güçleri ve siyasi iktidarı kontrol edecek güç, Türk gladiosu olacaktır. 6-7 Eylül olayları ve Kıbrıs Mukavemet Teşkilatı’nın harekete geçirilmesi Türk gladiosunun ilk eylemleridir

Kürdistan’da 15 Ağustos 1984 Hamlesi’ne karşı savaşan esas gücün NATO’nun gizli ordusu gladio güçleri olduğu gittikçe netleşmiş bulunmaktadır. Türk güvenlik sisteminin PKK’ye karşı mücadelede yetersiz kaldığını kanıtlayan en önemli olay 15 Ağustos 1984 Hamlesi’dir. Güvenlik sisteminin yetersizliği aslında Ankara’dan çıkışımızla başlayıp Ortadoğu’da üslenmemizle kesinleşmişti. Hamlenin gerçekleştirilmesi bu kesinliği açığa çıkardı. Ardından 1985 yılında Almanya merkezli NATO gladiosu harekete geçirildi. Unutmamak gerekir ki, Alman devletinin PKK’yi 1985’te ‘terörist’ ilan eden ilk devlet olması bu gladio ordusuna merkezlik etmesi nedeniyledir. NATO gladiosu inşa edilirken, Avrupa’daki bölümden Almanya’daki merkez sorumlu tutuldu. Başlangıçta bu gerçekleri bilmiyorduk. Hatta Almanya başta olmak üzere, AB’yi ve diğer Avrupa ülkelerini devrimci mücadelenin dostları sayıyorduk. Halklara karşı (buna Avrupa halkları da dahildir. Özellikle İtalya, Yunanistan ve Balkan halkları başta gelmektedir) gizli yürütülen bir savaşın söz konusu olduğu çok sonraları anlaşıldı. NATO kurulduğunda, bu ordu da komünizmin sızmalarına karşı kuruldu. Çok az kimse bunun farkına vardı.  Gizli ordu en çok İtalya, Yunanistan, Türkiye ve Almanya’da devrimcilere karşı harekete geçirildi. Sovyet Rusya’nın tehdit olmaktan çıkması ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte, Türkiye dışındaki diğer NATO üyesi ülkelerde önemini yitirdi. Türkiye’de ise, tersine çok daha üst düzeylere taşındı. Bunda İran Devrimi (1979) ve Afganistan’ın Sovyetler Birliği tarafından işgali (1980) önemli rol oynadı. Ayrıca Ortadoğu’da oynadığı jandarma rolü nedeniyle Türkiye gladiosuna sınırsız destek sağlandı. İsrail’i koruma istemi de bunda önemli bir etkendir. Petrol kaynakları ve işbirlikçi iktidarların korunması gladioyu hep devrede tutmaya zorlayan diğer önemli etkenlerdir.

15 Ağustos Hamlesi’nin beklenmedik çıkışı bu ortamda gerçekleşti. Türkiye gladiosu Türk devrimcilerinin kalan son izlerini de 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle temizlemişti. 15 Ağustos 1984 Hamlesi hesapta yoktu. Gerçekleştiğinde ise, başlangıçta basit bir sol maceracı çıkış sanıldı. Klasik ordu, polis ve istihbarat güçleriyle hemen üstesinden gelineceğine inanıldı. Fakat ilk yılda işin bitirilememesi, meselenin NATO’ya taşırılmasına yol açtı. NATO, kuruluş yasasının 5. maddesine göre müdahalede bulunmayı 1985’te kararlaştırdı. Alman devletinin aynı yıl PKK’yi ‘terörist’ ilan etmesi bu karar nedeniyleydi. 1985’ten sonra da görünüşte Türk güvenlik güçleriyle çatışıyorduk. Bilinçli olarak bu görüntü verdirilmişti. Savaş özünde NATO gladiosuyla yürütülüyordu. Elbette gladionun Türkiye’deki kolu çok büyük rol oynuyordu. Ama tek kol değildi. Sayıca büyük olması sonuç almasına yetmiyordu. Türk güvenlik güçlerinin tek başına değil yıllarca, bir yıl bile o kapsamda savaş yürütmesi zordu. Sürdürse bile kısa bir süre içinde devlet olarak iflası anlamına gelirdi. Dolayısıyla açıktan olmasa ve mekanizması büyük oranda gizli çalışsa da, savaş bir NATO savaşıydı. Günümüzde Afganistan’da ve Irak’ta, daha önceleri Somali’de yürütülen savaşların çok üstünde boyutları olan ve uzun süreli yürütülen bir savaştı bu. PKK olarak savaşın bu gizli ve gerçek yüzünü kavrayamıyorduk. Avrupa ve ABD’ye yönelik eleştirilerimiz ideolojik düzeyde kalıyordu. Genelde son iki yüzyılda, 1920’ler sonrasında, özelde de 1984 sonrasında Kürdistan’da Kürt halkına ve PKK’ye karşı yürütülen hegemonik güç savaşlarında kapitalist modernitenin çözümlemesini yapma kapasitesinde değildik. Bu nedenle NATO çözümlememiz çok eksik kalmıştı. Reel sosyalizmin slogan düzeyindeki yaklaşımını aşmıyordu. Zaten gladiodan ad olarak bile haberdar değildik. Kürdistan’daki halk savaşının düzeyi genişleyip derinliği artıkça, bu gerçeklik yavaş yavaş açığa çıkmaya başladı. Almanya’dan sonra ABD ve İngiltere’nin 1990 sonrasında PKK’yi ‘terörist’ ilan etmeleri, daha önceki Papa suikastı ve Olof Palme cinayeti, gerçeği biraz daha anlaşılır kıldı. İtalyan gladiosunun açığa çıkarılması diğer önemli bir aşamaydı.

PKK’ye ve devrimci halk savaşına karşı yürütülen gladio savaşlarından önce demokratik ve sosyalist muhalefete ve Kürt halkının varlığına karşı yürütülen cumhuriyet dönemi komplolarını hatırlamak gerekir. Koçgiri isyanı 1920’de bastırılmış, Mustafa Suphi önderliğindeki on beş kişilik Komünist Parti Merkezi 1921 yılının Ocak ayı sonlarında Karadeniz’de boğdurulmuş, aynı yıl Çerkez Ethem kuvvetleri dağıtılmış, ayrıca sultanlık ve halifelik yanlısı isyanlar bastırılmıştır. Asli müttefikler olan Kürtler, islami ümmetçiler ve komünistler, Ulusal kurtuluş savaşı sonunda kurulacak yeni düzenin dışında bırakılmışlardır. Buna karşı gösterilen tepkiler daha sert bir biçimde bastırılmıştır. Tek partinin proto faşist düzeni meşrulaştırılmaya çalışılmıştır. Almanya ve İtalya’da aynı tarihlerde yükselen faşizmin benzeri Türkiye Cumhuriyeti’ne de yansımıştır. Kürtlerin varlığına yöneltilen asimilasyon ve soykırım uygulamaları 15 Şubat 1925 provokasyonuyla resmen başlatılmış, bunlara karşı gelişen direnişler en son Dersim’de 1938 katliamıyla bastırılıp, halkın geri kalan önemli bir kesiminin mecburi iskanıyla sonuçlandırılmıştır. Bu dönemde İngiliz ve Fransız emperyalizmiyle sağlanan anlaşma temelinde Kürdistan’ın parçalanması ve Kürtlerin kimliklerinden uzaklaştırılması için her türlü baskı, sömürü ve asimilasyon yöntemleri uygulanmıştır. Amaç homojen bir ulus devlet yaratmaktır.
1950 başlarında NATO’ya girilerek, gladionun Türkiye kolu olan Seferberlik Tetkik Kurulu oluşturulmuştur. Bu tarihten sonra tüm muhalif güçleri ve siyasi iktidarı kontrol edecek güç Türk gladiosu olacaktır. 6-7 Eylül olayları ve Kıbrıs Mukavemet Teşkilatı’nın harekete geçirilmesi Türk gladiosunun ilk eylemleridir. 1951 komünist tevkifatı belki de başlangıç eylemidir. 27 Mayıs 1960 darbesi, daha sonraları yapılan bütün iktidar düzenlemeleri ve muhaliflerin etkisizleştirilip tasfiye edilmesi hep Türk gladiosunun denetiminde gerçekleştirilecektir. Emniyet, istihbarat ve genelkurmay her ne kadar bağımsız güç gibi görünseler de, esas güç kontrolü ve kullanımı gladio örgütlenmesiyle gerçekleştirilmektedir. 12 Mart 1971 darbesiyle birlikte devrimci ve demokratik hareketlerin tasfiyesi, sisteme iyice hakim olan gladio örgütüyle yürütülmüştür. Taksim ve Maraş katliamları, Ecevit’e suikast girişimi başta olmak üzere, devrimcilere, aydınlara ve halka yönelik tüm suikast ve katliamlar NATO’nun gladio ordusunun doktrin ve uygulamaları çerçevesindedir. 12 Eylül askeri darbesi NATO gladiosunun en önemli eylemlerinden biridir. Bu döneme kadar NATO ve Türk gladiosu iç içe ve diğer güvenlik güçlerinden hem bağımsız hem de onların üstünde rol icra etmektedir.


Maraş eskiden beri Kürtlerin tasfiyesinin dolaylı ve direkt yöntemlerle planlandığı bir merkezdir. Aynı husus Fırat’ın batısındaki tüm Kürtler için geçerlidir. 1925’teki Şark Islahat Planı’nda Fırat’ın batı yöresinde Kürtçe konuşan tek bir Kürt’ün bırakılmaması, hepsinin asimilasyon başta olmak üzere çeşitli yöntemlerle tasfiye edilmesi öngörülmektedir

Bu dönemden itibaren PKK’ye yönelik bir kronoloji düzenlersek:

Grup aşamasından 12 Eylül askeri darbesine kadar PKK’ye yönelik takip ve tasfiye amaçlı saldırılar, gladio güçleri de devrede olsa bile, ağırlıklı olarak geleneksel güvenlik güçlerince (MİT, emniyet ve jandarma) yürütülmektedir. Gelişmesine pek şans tanınmadığı için, grubumuzun daha aktif ve aktör konumunda olan diğer örgütler kadar takip edilmediği kanısındayım. Grup THKP-C’nin bir uzantısı olarak değerlendirilip öyle bırakılmış, THKP-C’nin tasfiye edilmesiyle grubun da tasfiye olacağı varsayılmıştır. Grup bazı şahıslarca kontrol edilip elde tutulmak istenmiş olabilir. 1975’ten sonra grubun bağımsız olduğu anlaşılınca, KDP üzerinden Sterka Sor (Kızıl Yıldız) eliyle müdahalede bulunulduğu, bunda Alaattin Kapan denilen ve en son Haki Karer’i katleden unsurun kullanıldığı bilinmektedir. KDP’nin başından itibaren İsrail paralelinde ve NATO’yla bağlantılı olarak hareket ettiği ve Kürdistan genelinde bir kontrol örgütü olarak destek gördüğü kesindir. Gladionun denetiminde olduğu ve özellikle 1961’den itibaren Türk gladiosunun da desteğiyle silahlandırılıp ayaklanmaya teşvik edildiği belirtilebilir. Aynı desteğin İran şahlığı üzerinden sürdürüldüğü çok sayıda belgeyle kanıtlanacaktır. Dolayısıyla KDP üzerinden Kürdistan’daki sol gruplaşmalara yapılan müdahaleleri gladionun dolaylı desteği biçiminde değerlendirmek önem taşımaktadır.

Sterka Sor’un sözde ‘Beş Parçacılığı’ (Kürdistan’ın küçük bir parçasının da SSCB’de kaldığını savunuyordu!) bu görüşü doğrular niteliktedir.

Daha sonra KUK’la takviye edilen bu müdahale, grubun Ankara’dan çıkmadan, çıksa da Fırat’ın doğusuna varmadan tasfiyesine yöneliktir. 1976 yılından itibaren harekete geçen Pilot Necati Kaya, eğer ajansa (kesinliğini bilemiyoruz, araştırılması gerekir) Türk gladiosuna bağlı olabilir. Eğer gruba yönelik bir tasfiye planı varsa, bu planı uygulamaya geçirme şansı bulamamıştır. Grup bilinçli olarak bu tuzağa düşmemiştir. Eğer babası Ali Yıldırım kanalıyla Kesire Yıldırım’ın bir ajanlığı söz konusuysa (bu da kesin bilinmiyor, araştırmayı gerektirir), geleneksel olarak MİT kadrosu çerçevesinde düşünülebilir. Dilaver Yıldırım konusu da hakkında yanlışlık yapmamak açısından üzerinde araştırma yapılmasını gerektirir. Alaattin Kapan’ın 18 Mayıs 1977’de Haki Karer’i provokasyonla tuzağa düşürüp katletmesi, daha grup aşamasındayken PKK’ye yönelik Türk ve NATO gladiosunun ilk eylemi olabilir. 1977’de grubun ilk defa ciddi olarak tasfiye kapsamına alındığı belirtilebilir. Eğer program yayınlanmasa, PKK’nin ilanıyla buna yanıt verilmese ve Alaattin Kapan ölümle cezalandırılmasaydı, grubun tümüyle olmasa da ciddi bir tasfiyeyi yaşaması beklenebilirdi. 1978 sonlarındaki Maraş katliamı, o yörede hızla gelişen gruba karşı gladionun ikinci büyük eylemi olarak değerlendirilebilir. Maraş eskiden beri Kürtlerin tasfiyesinin dolaylı ve direkt yöntemlerle planlandığı bir merkezdir. Aynı husus Fırat’ın batısındaki tüm Kürtler için geçerlidir. 1925’teki Şark Islahat Planı’nda Fırat’ın batı yöresinde Kürtçe konuşan tek bir Kürt’ün bırakılmaması, hepsinin asimilasyon başta olmak üzere çeşitli yöntemlerle tasfiye edilmesi öngörülmektedir. Maraş katliamını halen yürürlükte olan bu plan çerçevesinde düşünmek gerekir. Özellikle Malatya, Adıyaman, Elazığ, Dersim, Sivas, Erzincan ve Antep yöresindeki Kürtlere yönelik olarak sistematik biçimde uygulanan asimilasyon ve gladio eylemleri bu bağlamda düşünülmek durumundadır.

Özcesi, 1960’lardan sonra gelişen sol ve Kürt muhalefeti üzerinde gladionun giderek yoğunlaşan bir denetimi ve baskısı vardır. 12 Mart 1971 darbesiyle daha da yoğunlaşan bu denetim, baskı, çatışma ve suikastlar sistematiktir ve örgütle bağlantılıdır. İslamcı ve ülkücü gruplar kadar sahte Türk ve Kürt sol grupçuklar da gladio savaşları çerçevesinde kullanılmışlardır. Gladionun Türkiye’deki varlığı 1955-60’tan itibaren tüm hükümet oluşumlarında, sağ ve sol gruplar arasındaki çatışmalarda, darbelerin planlanıp uygulanmasında, önemli suikastlar ve katliamlarda son derece etkilidir. Diğer güvenlik ve istihbarat örgütlerinin bağımsız rolü giderek sınırlandırılmış, hatta bu örgütler ele geçirilmişlerdir. Tüm ekonomik, sosyal, kültürel, diplomatik ve iktidara ilişkin faaliyetler devletin güvenliği kapsamında ele alınarak, gladio stratejisi ve taktikleri çerçevesinde değerlendirilip yönlendirilmeye çalışılmıştır. Başta sol ve komünist hareketler, daha sonraları kontrolleri dışında gelişen devrimci ve sosyalist Kürt hareketi üzerinde gittikçe yoğunlaşan operasyonlar yürütülmüştür. 1970-80 arası operasyonların en yoğun dönemi olup, 12 Eylül askeri darbesi ve solun stratejik bir darbe almasıyla sonuçlanmıştır. Kürt devrimci sosyalist hareketinin 1980 sonrasında Ortadoğu’daki üslenmesi kendisine de yöneltilen bu operasyonları boşa çıkarmıştır.

*‘Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü’ adlı kitabından alınmıştır.

Hiç yorum yok: