6 Ocak 2013 Pazar

Ateşkese Evet, Ama...

Ahmet KAHRAMAN

Perşembe günkü yazımda, yeni baştan olan barış görüşmelerinin analizini yaparken, Kürdistan’ın son özgürlük uğruna, yalnız son 30 yılda verdiği kayıplar ve katlandığı dayanılmaz ağırlıktaki bedellerin rakamsal özetini vermiştim.

Son sözü, en başa getirerek devam ediyorum:


“Ateşkes”e evet, ama silah bırakmak…


İşte bu olgu çözüm değil, çözümsüzlüktür. Çünkü, kanayan sorun orta yerde dururken, arkadan gelenler yere bırakılmış silahı kaldırıp, kullanacaktır. Tarih bunu böyle yazıyor. Silah bırakmanın Türk tipi çözüm, yani çözümsüzlük, kan izlerini uzatıp, yıllara yaymak olduğunu…


Ayıca silah bırakmak, dört parçada örgütlenmiş Kürdistan ulusal hareketinin amaç, doğrultu ve hayallerinden sapma, büyülü rüyayı terketmek, öte yandan Kürdistan ruhunun mücadele kalesi, efsanevi Qendil’i düşmanlarına teslim etmek demektir.


Bütün bunlar, imkansızı istemektir. Çünkü, yalnız başına Qendil, Kürdistan ruhudur. Qendil’in efendileri, kabul görmese de, her zaman kendi çapında bir devlettir.


Dahası gerilla gücü, dört parçada Kürtlerin teminatıdır. Eğer, geniş çaplı ve yaygın soykırım yapılmıyorsa bugün, gerilla gücünden çekinme sayesindedir. Gücün silinip gitmesi, Kürtlerin sahipsizleşmesidir.  


Kürt hareketinden istenen buysa, Kürdisatan’ın korumasız ve yalnız kalmasıdır.


Her neyse, silah bırakmanın imkansızlığına dair sebep ve sonuçları uzatmak gereksiz, ama tedbirli ve karşılıklı olmak üzere, ateşkes her zaman mümkündür. Çünkü savaş, barışa ulaşma yollarını amaç içindir.


Kürdistan mücadelesi, Türk tarafını bir kere daha sıkıştırmış masaya çekmeyi başarmıştır.


Ancak, Türk tarafı verdiği “söz”e, yaptığı anlaşmalara saygısızlıktan sabıkalıdır.  


Geçmişte İngiliz ve Fransızlar Lozan’da Türk devletini kuruyor, anayayası yazıyorlardı. Atatürk, bugünkü Recep Erdoğan’ı gibi Türklerin tartışmasız tek muktediri, Kürdistan meselesi ise tek sorundu. Atatürk Kürtleri kandırıp susturmak için Kürdistan’a “özerklik” sözü veriyor, gazetecileri İzmit’e çağırıp “nasılını” da açıkladıktan sonra, yasasını bile parlamentodan geçiriyordu. Fakat, “vaziyet bitirilince” Kürtler, sahip olduklarını da kaptırmanın hayal kırıklığıyla kalmış, parçacıklar kurtarma telaşına düşmüşlerdi.


Kürtler, 1925 hazırlıksız ve zamansız savaş alanına çekildikten sonra, bu kez “silahını teslim edip, evine çekilen huzur içinde yaşayacaktır” sözü verilmiş, elde ne varsa hepsi teslim edilmiş, Türk devletine 1925’den Atatürk’ün ölümüne kadar süren, silahsız dolayısıyla direnişsiz kırım imkanı hediye edilmişti.


Kürtlerin dipsiz “söz”ler, arkası olmayan yalanlarla oyalanıp, dolandırılması son 30 yılda da defalarca tekrarlandı. Karşılıklı anlaşma ile ilan edilen her “ateşkes”ler tek taraflı kaldı. Türkler kanda banyo, kızıl göllerde yüzme keyfi yaşadı. Gerillanın, 1999 yılı anlaşması ile yurt dışına çekilme yolları kan nehirlerine dönüştü.


AKP süreci ise utanmazlığın doruklarda bağdaş kurmasıdır. Ötekiler “söz”ü tanımıyor, bunlar nerelerinden çıktığını bilmiyor, anlaşmalara ihaneti, kandırıp dolandırmayı başarı sayıyorlardı.
Yalnız Kürtler değil, uyanabilen Türkler de, “haklar ve özgürlüklerin çiçek açtığı, Avrupa standartlarında, askeri vesayetin kırıldığı ileri demokrasi” vaadiyla dolandırılmanın acısıyla kıvranıyorlardı.


Recep Erdoğan Kürtlere, “dağa çıkacağınıza siyaset yapın” diyor, sonra seçeni ve seçilmişleriyle öne çıkanları hapishaneye tıkıyor, ırkçı kin taşmışçasına sokakta çocuklar, dağlarda çobanlar, yollarda kervanlar kırılıyor, anlaşma ile sağlanan ateşkesler, dağlarda kan çiçekleri açıyor, Erdoğan’ın adı Kürtler arasında verilmiş söze ihanet, kan ve göz yaşı olarak anılıyordu.


Öbür yanda gözü, kulağı ve beyni olan MİT müsteşarı PKK temsilcileriye oturduğu masada, dolandırıcı aceleciliğiyle “ne zaman silah bırakcaksınız?” diyerek başlıyor ve aynı sözlerle susuyordu.


Erdoğan, istediklerini alamayınca, gerillanın Silvan’da kırım taarruzuna karşılık vermesini barış görüşmelerini sabote etmek olarak niteleyip, Kürt halkının adı öne çıkmış tüm bireylerini rehin almak üzere, tutuklamalar başlatıyordu.


Kürt hareketi, Erdoğan rejimini şimdi bir kere daha konuşmaya mecbur kılmıştır. Ancak, gerideki aldatmaca, dolandırmaca mezbelesi, zibillik ve çöplüğünden sonra, Kürt tarafı artık daha temkinlidir.


 Kürtlerin, şimdiye kadar verdiği bütün “söz”lerine ihanet eden ve konudaki sabıka dosyası oldukça çok olan kişi ve adamlarına güveni yoktur.


PKK Kürdistan meselesinden doğduğu halde, onu ayrı ele alıp, silah bıraktırmayı çözüm haline getirmek, sorunu saptırmaktır. PKK sorundan doğmuş bir gerçektir.


Kürtler, şimdi asıl sorunu bir kere saptırma ve sulandırmaya başladığı için ona saygı duymuyor, asla güvenmiyorlar.


Yalnız Kürtler mi?


 Demokrat damarlı Türk kalemler de, bunların dürüst davranacağına inanmıyor, “dolandırıcıya dikkat” dercesine şüpheyle bakıyorlardı. Ruşen Çakır’ın, “Devlet Öcalan’ı kullanıp atacak mı?” başlıklı yazısı ile bunu ima ediyordu.


Aynı Çakır, bir televiz konuşmasında bugüne kadar Öcalan’ı diledikleri gibi kullanamadıklarını söylüyordu.


Her şeye rağmen, her başlangıç umuttur…


Hiç yorum yok: