16 Ağustos 2012 Perşembe

15 Ağustos Dersleri


PKK’nin silahlı mücadeleyi başlattığı 15 Ağustos 1984'’ten bu yana 28 yıl geçti.

Bu yazımda Kürtlerin tarihinde çok önemli bir yer tutan ve ’diriliş bayramı‘ olarak kutlanan 15 Ağustos Atılımını -kısaca- değerlendirmek, o günde bu güne hızlı bir yolculuk yapmak istiyorum.

Elbette, 15 Ağustos’u ve silahlı mücadeleyi anlayabilmek için her şeyden önce PKK'’nin ortaya çıkış sürecine ve o sürecin özelliklerine bakmak gerekiyor.
PKK'’nin ortaya çıkışı Türkiye’de köklü değişimlerin yaşandığı 1960'’lı yılların sonlarına tekabül ediyor.

Yukarından inme hızlı bir kapitalistleşmenin dayatıldığı, toplumun –hızla- çözülmeye zorlandığı, ekonomik-sosyal ve siyasal alanda kargaşa ve kaosun yaşandığı o dönemde Türkiye, yaşamın her alanında sarsıcı etkileri olan yeni bir ‘şok’ dalgasıyla karşı karşıya kalmıştı.

Eski ile yeni değer yargıları, ilerici- gerici düşünce akımları, sefahat arayışları ile sefalet yakınmaları iç içe geçmişti.

Köyler boşalmış, şehirler dolup taşmış, yoksulluk ve işsizlik artmıştı. Yarınından emin olmayan, umudunu yitirmiş kesimler çoğalmıştı. Çözülen geleneksel değerlerin yerini radikal talepler almaya başlamıştı. 

Kapitalist gelişmenin asıl sarsıcı etkileriyse Kürdistan’da yaşanmıştı.

Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana Kürtlere inkar ve imha temelinde uygulan 'milli zulüm' devam ettiği için, sosyal çözülme ulusal tepkiyle iç içe geçmiş, Kürt ulusalcılığını da tetiklemişti.

(1960'’lı yılların sonlarında Kürdistan köylerine Komando Harekatları düzenleniyor, köy meydanına toplanan ve çırılçıplak soyundurulan erkeklerin cinsel organlarına ip bağlanıyor, ip bunların anneleri, eşleri, kız kardeşleri ya da kızlarının eline veriliyor, çekmeleri isteniyor, kadınlı-erkekli Kürtler bu şekilde aşağılanıyordu. ) 

Bir yandan kapitalizm yarattığı çözülme, diğer yandan devletin uyguladığı ‘milli zulüm‘ Kürtlerde ulusal bilinci hızla geliştiriyor, yeni arayışların içine itiyordu.

1970’'li yılların ortalarına gelindiğinde Kürdistan tarihinin en önemli gelişmelerinden biri ortaya çıktı; Kürt aydınlanması, dünya çapında esen özgürlük ve sosyalizm rüzgarının da etkisiyle nicel ve nitel sıçrama yaptı!

Kürt aydınlanması patladı ve Kürdistan’ın en ücra köşesine doğru yayılmaya başladı.

Bu gelişme karşısında Türk devleti çare olarak yine ve yeniden şiddete sarıldı.

Ne de olsa şiddet, burjuva demokratik sürecini tamamlayamamış, hatta bildik manada devlet bile olamamış Türk devletinin elindeki tek araçtı.
Türkiye daha 12 Mart 1971’de gerçekleştirdiği askeri darbeyle toplumsal gelişmenin önünü şiddetle kesmeye çalışmıştı.

Dönemin Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmanç, 'sosyal gelişme ekonomik gelişmenin önüne geçti' demiş, bunu şiddetin gerekçesi yapmıştı.

Tepeden inmeci kapitalist kalkınma modelinin yarattığı sorunlarla sarsılan Türk devleti, toplumsal gelişmenin bu yeni boyutunun ortaya çıkardığı sorunları çözme niyeti ve yeteneğine sahip değildi.

Hele hele Kürt aydınlanmasını 'yumuşatarak' sistem içinde tutmaktan yana hiç değildi.

Aksine toplumsal gelişmeleri zor kullanarak kontrol altına almak, Kürtleri bastırmak, sistemini çıplak zorla yaşatmak istiyordu.

Türk devleti zordan başka bir şey bilmiyor; zordan başka bir şeyi düşünmek de istemiyordu.

Bu nedenle Kürtleri sistem içinde tutmayı değil, ‘dağa sürmeyi’ tercih etti. Kürt aydınlanmasının önünü silahla ve kanla kesmeyi ‘milli politika’ olarak benimsedi.

Kürtleri ezerek ve aşağılayarak dağa sürmek 12 Eylül 1980‘'de yapılan askeri darbenin en önemli gündem maddesiydi.

Cunta bu yüzden Kürdistan’da vahşi bir terör estirdi.

Kürtleri sistem içinde tutmak, onların demokratik haklarını kullanmalarına olanak vermek yerine ’dağa çıkmaya‘ zorlayan devlet, sonunda PKK’'yle karşı karşıya geldi.

PKK de diğer Kürt oluşumları gibi aydınlanma sürecinin ürünü olan bir partiydi. Nesnel sürecin bir öznesiydi.

Nesnel süreç radikalizme hizmet etmektedir. Bunun bir sonucu olarak PKK de sorunları radikal yöntemlerle çözeceğini ileri sürmekte, iktidara giden yolun ‘namlunun ucundan‘ geçtiğini söylemekteydi.

PKK'’den önce de bazı Kürt örgütleri silahlı mücadele kararı almış, bu amaçla Filistin ve Lübnan’da gerilla grupları bile eğitmişlerdi.

Ancak askeri cuntanın uyguladığı terör bu örgütleri sindirmişti.


Darbe sonrası Kürt halkının Türk devletine olan öfkesi de kabarmış, vahşi bir barbarlığın egemen olduğu 12 Eylül koşullarında ‘silahlı mücadele‘ tek seçenek haline gelmişti.

PKK, halkın öfkesini ve tepkisini arkalayarak devlete anladığı dilden karşılık verdi.

Halk PKK'’ye o süreçte ‘intikam hareketi’ misyonu biçmişti.


Bu sayede kısa sürede de yükseldi. Zamanla Kürdistan‘da hem devletin otoritesini geriletti hem de Türk devletine Kürtlerin varlığını kabul ettirdi.

Tabii ki PKK’nin ortaya çıkış süreci bu kadarla sınırlı değil. Nesnel süreçle ilgili bir dizi iç ve dış etmen vardır. Soğuk Savaş da bunlardan biridir.

O dönemin özelliklerine bakmadan, yakın tarihi önümüze koymadan ‚‘''PKK’'yi Ergenekon kurdu''‘, yok, ''‘MİT kurdu‘'' demek, komplo teorileri üretmek,ırkçı, inkarcı ve imhacı sistemi aklamaya çalışmaktan başka bir şey değildir.

Hiçbir halk hareketi hele hele PKK'’nin öncülük ettiği şekliyle şiddetli ve yaygın bir halk isyanı birileri istedi diye başlamaz. Ayrıca alt yapısı olmayan hiçbir öznenin geleceği de olmaz.

Kaldı ki Kürt sorunun yaratan PKK değildir.

Aksine PKK’yi yaratan Kürt sorunudur. Her nesnel süreç kendi öznesini yaratır. Türkiye’nin mevcut sisteminden, bu çalkantı ve çelişkilerden bir savaş çıkacaktı.
Yaşanması gereken yaşanacaktı. Kürt halkı da kaçınılmaz bir biçimde bir Abdullah Öcalan, bir Mazlum Doğan, bir Mahsum Korkmaz vd. yaratacaktı.

Bundan kaçış yoktu.

Çok acılar yaşandı ancak, tarihin savaşa evirilen akışını o zamanlar değiştirmek mümkün olmadı, olamazdı.

Bugün artık hem Kürtlerin hem de Türklerin 28 yıldır süren savaşın muhasebesini yapmaları ve bazı dersler çıkarmaları gerekiyor.

Geçmişte yaşanması gereken yaşandı ancak hiç olmasa gelecekte bunlar yaşanmayabilir.

Ne var ki Türkiye devleti, hükümeti, siyaseti, akademik dünyası ve medyasıyla aradan geçen 28 yıldan gerekli dersleri çıkarmış değil.

Sorunu anlamış, kavramış da değil.
Bu yüzden Kürtlerin insani, ulusal ve demokratik haklarını vermek yerine, hala ‘terör’ ve hala ‘taşeron’ edebiyatı yapıyor.

Türk devleti kurulduğunda bu yana önce İngilizlere, sonra da Amerika’ya tetikçilik yapıyor,başkalarının çıkarları için kendi halkıyla ve vatandaşlarıyla savaşıyor ve aynaya bakma ihtiyacı hissetmeden de temel insani hakları için mücadele eden yoksul Kürtleri başkalarının ‘taşeronu’ olmakla suçluyor.

Türkiye’'nin en kıdemli istihbaratçısı bir ‘Türkiye’yi Türkler yönetmiyor’ diyor ama, o kalkmış Kürtlere ders vermeye çalışıyor.!

Maalesef Türkiye kendi gerçeğiyle yüzleşmek istemiyor.

Batı’nın onu içine düşürdüğü ‘ulus devlet’ tuzağından da bu yüzden kurtulamıyor.

Böyle giderse de başımıza bela olacağa benziyor. Kendisi bilir; ne de olsa böylesi kapışma süreçlerinde ‘azdan az çoktan çok’ gidiyor.

*

Son olarak: Kürt halkı 15 Ağustos‘la birlikte devrimsel bir değişim ve dönüşüm sürecinin içine çekilmiş, orada yeniden yaratılmak suretiyle, kendisiyle, kendi değerleriyle, tarihsel kökleriyle buluşturulmuştur.

Kürt meselesi öyle bir hale geldi ki artık ne Türkler ve Türkiye eskisi gibi kalabilir ne de Kürtler ve Kürdistan.

Bundan böyle artık Türkiye’nin bölgenin ve dünyanın sahnesinde bir aktör olarak Kürtler de var; Kürdistan’da.

15 Ağustos öncesi Kürtlerin bir ismi bile yoktu, şimdi elle tutacakları kadar yakın bir ülkeleri ve özgürlükleri var!

Var ve Türk kardeşlerimizin o çok sevdikleri ifadeyle ‘sonsuza kadar‘ da var olacak.

Elbette, Türklerle birlikte mi, yoksa onlardan ayrı mı var olmaya devam edecek sorusuna zaman yanıt verecek.

Bunun kararını da Kürtlerden önce Türkler verecek.


Zira, nam-ı diğer Özgürlük Hareketi olan ve Kürdistan halkının kökleri 200 yıl kadar öncesine uzanan özgürlük mücadelesinin en şiddetli ve dolayısıyla da en sarsıcı ifadesi olan PKK’nin girdiği yoldan geri dönmesi, ya da tasfiyesi artık mümkün değildir…

gunayaslan@hotmail.de

Hiç yorum yok: