6 Haziran 2012 Çarşamba

Hitler Eiffel’de Fotoğraf Çektirmişti

 
Almanya’nın orduları, 14 Haziran 1940 günü Paris’e girmiş, Hitler Fransa’yı zapt ve teslim aldığını sanarak, 23 Haziran günü fatih edasıyla efsanevi şehri teftişe gitmişti.  

Korkaklık, bütün diktatörlerin ortak özelliğidir.


Hitler, askerlerinin gövdeleriyle ördüğü koruma duvarı arasında ve panzerlerin eşliğinde Paris’in simgesi Eiffel (Eyfel) kulesine gitmiş, gerçeklerden kopuk bilinciyle, “buraların efendisi benim” fotoğrafları çektirmişti.


Oysa, hiç bir işgal kalıcı, uzun sürmüş Kürdistan öreneğinde görüldüğü üzere sokakları, kırlarında korkusuzca dolaşamadıkları ülke, kendilerine ait değildi. Eninde, sonunda kovulup, gittikleri tarihi gerçekti.


Türk devleti yüz yıldan beri, kan döküp, yangın alevlerini harlayarak Kürdistan’ı fethe çalışıyordu. Kandan huzur arayan, kendini fatih sananlardan hiç biri, korkusuzca ve huzur içinde, adım atamamıştı. 


 Recep Tayyip, eski bir işportacıdır. İşportacılık, dürüstlükle yapıldığı sürece elbette ayıp değildir. Vicdansızlık, ayıp ve insanlık hukukunda suç olan kandırmaca, öteki anlatımla dolandırıcılıktır.
Recep Tayyip’in hayatını, sanat ve eserlerini yazan eski eylem ile işlem ortağı Mehmet Metiner, onun yok parasına aldığı bayat simitleri evde ısıtıp, sokaklarda taze diye sattığını hikaye ediyor ve bu kandırma ile dolandırmayı başarı hanesine övgü olarak kaydediyor.


Asıl voleyi ise hayal satıcılığıyla vurup, bununla hem ülke kaderini avucunda tutan tek mevki, makam sahibi oluyor, hem de Gültan Kışanak’ın deyimiyle damadı, oğullarıyla kardeş ve kaynının hazineleri hariç, 18 yılda servetini 730 kat artırıyordu.


Serveti arttıkça, Türk halkından her iki kişiden biri onu daha çok takdir ediyor, bağlanıyordu.


Hile, hurda orada dursun, o yeni maskenin altında artık dindardı. Politika sahnesinde şiirler okuyarak, yerine, şehir ve bölgeye göre ısmarladığı nutuk metinlerindeki isimleri haykırarak, dahası Avrupa Birliği hedefini başa alıp, ardından “onu da geçen ileri demokrasi” naraları atarak, sıra Kürtlere geldiğinde “artık analar ağlamayacak” diyerek ilerliyor, oyları heybesine dolduruyordu.
Hayal satıcılığının sonra mı? Sonrası, El Kaide, biraz Suudi Arabistan, Hitler, biraz da Kemalizm kokulu bugünkü manzara…


Kürtleri kandırma taklalarını bitirip, onları kandıramayacağını anladığı gün, Hitler’in hitabının “ya sev ya da terk et” tekerlemesine dönüyor, onun “tek lider” sözünü eksik bırakıp, yüzlerine karşı “tek bayrak, tek millet, tek devlet, tek dil” diye haykırarak, ırkçı özü orta yere koyuyordu. Bu arada kandırmaca tekerine sopa sokan Kürtlerden kadın, çocuk 10 bin tanesini cezaevine dolduruyor, Roboskî’de bir araya toplanan Kürt çocuklarının tepesinden aşağıya bomba yağdırılıyor, o da başarıları ve insanlık hizmetinden ötürü generallerini kutluyordu.


Sonra, Kürtlere iyi yapmış adam rolünde onlardan alkış bekliyor, en vahimi, onları simittçilik günlerinde kandırıp, dolandırdığı insanlar yerine koyuyor, “Kürt kardeşlerimle yüz yüze görüşme” adını verdiği Amed yolculuğuna çıkıyordu. Ama umduğunu bulamıyor, kapalı kepenkler, çekili perdeler, bomboş yollarla karşılanıyordu. O da korkudan güdülerini kaybetmiş, köy içine düşmüş şaşkın kurt gibi yan, “berwar” giderek, yandaşlarına ulaşıyordu.


Oysa devlet bütün gücüyle atakta, polis ve askeri orduları korkularını zail edip, ruhuna huzur serpmek için, zırhlı savaş araçları (onlar Hitler’in deyimiyle panzer diyorlar), tekerlekli tanklarla kavşaklarda barikatlar kurmuş, köşe başlarını tutmuş, maskeli adamlar binaların çatılarında mevzilenmişlerdi. Başlarından ayak parmaklarına kadar zırhlara bürünüp yan yana dizilmiş polis ve askerler, ama her an ortaya çıkacak muhtemel düşmana karşı parmaklar tetikte, etrafı kolaçan ediyorlardı. Biri “hoşt” dese tetik çekmeye hazır…


TC Başbakanı, bunca korku dağıtıcı barikata rağmen, belalısından kaçan mahallenin yalandan kabadayısı gibi şehrin dışından, yan yollardan (çevre yolu) boş sokakları, ağaçları, polis, asker, tank barikatını selamlaya selamlaya, dünyalarına göre midelerinden yakalanıp tutulmuş, onuru satın alınarak yeme bağlanmış, kimileri o şehir, bu şehirden taşınmış çürük Kürtlerden yandaşlarının toplandığı spor salonuna gidiyordu.


Yol boylarında balkona çıkan kadınların görüntüsü, “ne yüzle geldin buraya?” haykırışları, o alkış beklerlen öfke ve nefretin sesi “cehenneme kadar yolun var” sesleri yankılanıyordu, Türk televizyonlarında.


Ama, halk arasında utançtan başlarını kaldıramayan, ihanetin derin çöküntüsüyle, çürümüş kişiliklerini gizleyen maskeli dolaşan yandaşları da vardı. Recep Tayyip, ırkçı eserlerine rağmen, onlara ninni söyleme yerine hala hayal satıyor, “asimilasyonu kaldırdık” diyebiliyordu, onlara.


İçlerinden, “ana dilden eğitim hakkının gasbı, Kürdistan’ın statüsüzlüğü ve teklik asimilasyondur” diyen bir tek namuslu ses çıkmıyor, onurlu duruş görülmüyordu. Milyonlarca Kürt, ulusal kurtuluş mücadelesi yolunda zalime direnirken, o küçücük azınlık, bir lokma yiyecek uğruna onurunu satan insan ezikliğiyle boynu büküktü. Başlarını yem torbasına sokmuş, insan oğlu onurundan kopuk…


Paris’in simgesi Eyfel’dir. Amed’in ise surları…


Hitler, fatih görünme hayaliyle Eyfel önünde fotoğraf çektirmişti. Recep Tayyip, işgaldeki şehrin surlarına da çıkamadı, korkudan.


Onun bilinci almıyor, ama aklının yarısı olan nutuk yazarları acaba ne zaman anlayıncıya kadar anlatacaklar “sokaklarında gezemediğin yer senin değildir” diye.


AHMET KAHRAMAN
akahraman61@hotmail.com
 
 

Hiç yorum yok: