1 Kasım 2011 Salı

Mesleğin Ne? -Yabancıyım'

PERWER YAŞ -ANF


Berlin - “505–83SZV–92.42” nolu bir yazışmaydı sadece. 30 Ekim 1961’de Bonn’da Türk Büyükelçiliği, Dışişleri Bakanlığı’na çektiği faksın yanıtı alınmış, 12 maddeden oluşan 2 sayfalık bir anlaşma imzalanmıştı. Hiçbir tokalaşma ve resmi imza törene gerek duyulmadan yapılan anlaşma ise iki ülkede yaşayanların kaderini değiştirecekti.

Yeni bir Almanya bir kez daha savaşın yıkıntıları, büyük bir yangının sıcak külleri üzerinde kuruluyordu. Fakat bu kez ikiye bölünmüş, bir sarkacın, dünyadaki kamplaşmanın tam ortasındaydı. İki süper gücünün üzerinde güç gösterisi yaptığı ipin inceldiği yerdeydi. Nazi rejiminden kurtulan Almanya kancaya çekilmişti. Batısı ABD’ye, doğusu Sovyetlere yatmıştı.

Batının kalkınması için her şeyi yapan ABD, hangi ülkeden iş gücünün de alınacağını belirliyordu. İtalya, Portekiz ve Yunanistan’dan işçi gücü alınmış, fakat yetmemişti. Almanya’nın 1953-1973 yılları arasındaki misafir işçilik tarihini “Takas diplomasisi” adlı kitapta yazan araştırmacı Heike Knortz’ye göre ABD, Bonn’un kulağına Türkiye’yi fısıldamıştı.
Ancak Alman yetkililer, Türkiye fikrine sıcak bakmıyor, bir Müslüman ülkenin vatandaşlarından yana değillerdi. Almanya’nın 1995’te NATO’ya alınmasıyla baskılar arttı. Zira ABD, Sovyetlere karşı ‘ileri karakol’ olarak gördüğü Türkiye’nin elini güçlendirmek istiyordu. 1961’e gelindiğinde baskılar sonuç alınmış, her iki tarafta hazırlık başlamıştı.

Almanlar gelecek ‘paha biçilmez’ misafirleri için konaklanacakları 12 metrekareden oluşan odalar, fabrikalarda çalışacakları yerler, tercümanlar hazırlıyordu. Diğer tarafta ise daha sonra ‘acı vatan’ olacak, filmlere, gurbet türkülerine konu olacak Almanya efsanesi, Türkiye’nin her yerine yayılmıştı.

Almanya, alacak işçileri belirlemek için İstanbul-Tophane’de bir irtibat bürosu kurmuştu. Büroya müracaatın ardından, sağlığı yerinde olan, suç işlememişlere “Almanya kağıdı” veriliyordu. Anadolu’nun hemen her köyünde yıllarca sürecek bir ‘Alamancı’ hikayesi bir kağıt parçasıyla başlıyordu. Koca memleketlerini tahta bavullara sığdıranlar ellerindeki o kağıtla Sirkeci garına yanaşacak Münih trenini bekliyorlardı.

MÜNİH-11. PERON…

27 Kasım 1969. Yer; Münih Merkez Tren Garı. 11. Peron… Dönemin İş ve İşçi Bulma Kurumu Başkanı Josef Stingi, heyecanlı bir bekleyiş içinde. Yanına da bir grup basın mensubunu alan Stingi ve gazetecilerin gözü birazdan son istasyonda duracak trende. Artık akşam saatleri ve trenden tahta bavuluyla İsmail Babader iniyor. Babader şaşkınlık içinde, neredeyse bir kırmızı halı eksik.

Her iki dünya savaşının travmasından kurtulmaya çalışan Almanya’nın göçmen öyküsündeki ilk durak işte bu perondu. 1956’dan yılından itibaren, “misafir işçiler” bu perondan inerek yeni bir dünyanın kapılarını açıyordu. Her iki dünya savaşı arasında soluğu Amerika’da alan göçmenlerin New York’taki Ellis Adası’ndaki gibi, Almanlar’ın umudu, çalışmak için can atan “misafirleri” yıllarca bu perondan tüm ülkeye yayıldı.

Babader’e ise “Ülkeye gelen “milyonuncu Türk işçisin” diyordu yetkililer ve ödül olarak da İş ve İşçi Bulma Kurumu Başkanı Josef Stingi, o yılların vazgeçilmez icadı, bir televizyon hediye ediyordu. Devlet arşivinden saklanan, haber ajansı DPA’nın foto muhabiri o anı yakalıyor; devlet televizyonu mikrofunu Babader’e uzatıyor ve duygularını soruyor.

‘SİHİRLİ KUTU’DAKİ SIR…

Babader’e ne oldu bilinmez, o yıllardaki birçok işçi gibi döndü mü, kaldı mı? “Milyonuncu Türk”ün Almanya’da geriye kalan macerasına dair hiçbir bilgi yok. Babader’e karşılama ödülü olarak televizyon verilmesi ise tesadüf değildi. ‘Sihirli kutu’ savaşın izlerini silmeye başlayan Nazi Almanya’sının ardındaki ilk kuşağın vazgeçilmez eğlencesiydi.

Televizyon ve sinemalarda ise bir “seks furyası” almış başını gidiyordu. 1968-1974’e kadar Alman sinemalarına giren filmlerin yarısı seks içerikliydi. Hatta 1970’de, Babader’in gelişinden birkaç ay sonra Alman sinema tarihine “en başarılı ilk 5 filmi” arasına giren, 25 milyon tarafından izlenen, 38 dile çevrilen ve 1980’e kadar 13 bölümü süren “Okul kızlarıyla röportaj” adlı erotik film serisi geldi.

Gerçi bazı araştırmacılara göre erotik filmlerin amacı savaş sonrası azalan nüfusta çocuk sayısını artırmak, vatandaşı savaş bunalımından kurtarıp cinsel hayata yöneltmekti. Yani 68 kuşağının sarmalında, doğu-batı sarmalında arasında sıkışan gençlere “devrimi de yapmayın, aile büyüklerinize Nazi geçmişini de sormayın, sadece sevişin” mesajı veriliyordu.

İşte o yıllarda fabrikalarda ter dökmenin, ülkeyi kalkındırmanın yanı sıra kimilerine göre eşinden, yavuklusundan ayrılan “Anadolu erkeği” Alman nüfusunun yükselmesinde de yardımcı oldu. Resmi olmayan istatistiklere göre o yıllarda Türkiye’den gelen üç işçiden biri “sarışın Alman”a gönül kaptırdı; ya evlendi, ya da dost hayatı yaşadı.
50 YIL SONRA KİM ‘YABANCI’?

50 yıl sonra geriye dönülüp bakıldığında ise bambaşka bir manzara ortaya çıkıyor. Biraz Türkiyeli, biraz Almanya’nın kültürünü alışmış, aslında hiçbir yere ait olmayan farklı sosyal-etnik bir kimliğin oluştuğu konusunda herkes hemfikir. İşte ‘dördüncü kuşak’ göçmen için böyle bir tablo çiziliyor. (Gerçi Fatih Akın “Ben yüzde 70 Almanım” diyor.)

Kimi Almanlara göre “misafirliklerini bilmeyen” göçmenler medyada ise hep “dövüldü”. Seçimler öncesinde ırkçı partilerin sarışın Alman kızın yanı başında açılan balondaki “Ali beni taciz etme” sözlerinin yer aldığı “Geri dönüşü biletiniz bizden” afişleri.

“Kızını satan baba”, “Ben ithal gelinim”, “Her dört çocuktan biri yabancıdan doğuyor”, “Hoca üçüncü karısının kemiklerini kırdı”, “Kuzeniyle evlendirilecekti, evden kaçtı” manşetleri… Ana haber bültenlerinde göçmen konulu haberler geçtiğinde hep ekranda dondurulan türbanlı-pazar poşetli-çocuk arabalı kadın görüntüsü...

2010 göç raporunu açıklayan göç ve uyumdan sorumlu devlet bakanı “Üniversiteyi başarıyla bitiren Türkiye’den gençler, akademisyenler niye Almanya’yı terk ediyor? Onlar burada kalmalı” dedi. Bakanın sözlerini tersten okuduğumuzda “Sadece aptal Türkler burada kaldı” sonucunu çıkartmak mümkün.

Çünkü Alman yetkililere göre göçmenlerin şu andaki en büyük sorunu eğitim ve buna bağlı olarak işsizlik. Örneğin istatistiklere göre diplomasız Almanların oranı yüzde 2 iken, bu rakam Türkiyeli göçmenler arasında yüzde 15’ye kadar çıkıyor. İşsizlik ise en fazla nüfusları 300 bini bulan, nerdeyse 10 kişiden birinin göçmen olduğu Berlin’de görülüyor. Berlin’de işsiz göçmenlerin oranı yüzde 22, Almanların ise yüzde 10.

Kimi gençlere “Mesleğin ne?” sorusunu yönelttiğinizde aldığımız “Yabancıyım” yanıtı bizi şaşırtıyor. Fakat Die Zeit gazetesinin hazırladığı “50. Yıl” ekindeki şu giriş sözleri aslında yabancılık yarasının ne kadar derin olduğunu özetliyor:

“İkinci Dünya Savaşı ve 6 Milyon Yahudi’nin öldürülmesi ile Alman halkı kendine yabancılaşmış, aynaya bakamaz hale gelmişti. Savaştan dönen erkekler, kadınlarını tanımıyordu. Kadınların ise ruhları ve bedenleri yabancı askerler tarafından parçalanmıştı, kocasını sevemiyordu. Sonunda basmakalıp birleşmenin üzerinde bıyıklı, baş örtülü başka yabancı bir grup geldi.”

50. YILDA KÜRDÜN ADI YOK!


Peki Kürtler? Yıllar sonra gelen “900 bin Kürt yaşıyor” itirafına rağmen Almanya, hala Kürtleri bir göçmen grubu olarak tanımlıyor. Kürdistan’da savaşın doruğu çıktığı 90’lı yıllarda Almanya, Kürtler için bir kaçış istasyonu, bir sığınaktı. Ancak 1991’de “Türkiye’de Kürtler izleniyor, baskı altındalar” kararından önce de Almanya’ya binlerce Kürt işçisi ve emekçisi gelmişti.

1966 Varto depreminin ardından Almanya’nın kapılarını açması Muş ve civarında yaşayanlar için büyük bir fırsattı. Yine İç Anadolu’da yüz yıllık sürgün hayatından sonra da birçok Kürt, soluğu ikinci sürgün ülkesi Almanya’da almıştı.

Ancak hem medyada yer alan yazılarda hem de Alman yetkililerinin 50. yıl mesajlarında Kürtlerin de sözü edilmemesi, ülkenin kalkınmasına yardımcı olan emekçi Kürtlere teşekkür edilmemesi içimizi sızlatıyor. Kürtlerin Almanya’da “yabancı grubun içindeki yabancı” olduğunu gösteriyor.

ANF NEWS AGENCY

Hiç yorum yok: