31 Ekim 2011 Pazartesi

Yüzde 99 Hareketi Başarılı Olabilecek mi ?

Tarık Ali
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
                     
Şöyle yazmıştı Oscar Wilde: “Ütopya içermeyen bir dünya haritasına göz ucuyla bakmaya değmez. Çünkü o, insanlığın her zaman karaya çıktığı bir ülkeyi atlamıştır. Ve insanlık buraya çıktığında, onlara bakar, daha iyi bir ülke görerek yelken açar. İlerleme, ütopyaların gerçekleşmesidir.” 19. yüzyıl sosyalist ruhu, Sovyetler Birliği’nin yıkılışından bu yana “süper-şarjlı” biçimde dünyaya hâkim olana küresel kapitalizme karşı protesto için sokağa çıkan idealist genç insanların arasında yaşıyor.

New York’un finansal çılgınlığının kalbini mesken tutan Wall Street’i İşgal Et protestocuları, zorba finans-kapital sistemine karşı gösteri yapıyor: hayatta kalabilmek için zengin olmayanların kanını emmek zorunda olan açgözlülük virüsünü kapmış bir vampir. Protestocular; bankacılara, finansal spekülatörlere ve onların, bir başka alternatif olmadığında ısrara devam eden medyadaki uşaklarına nefretlerini gösteriyorlar. Wall Street sistemi Avrupa’ya tahakküm ettiğinden beri, bu modelin yerli versiyonları burada da hayat buldu. (Bir kez daha bu ülkenin Avrupalı olmaktansa Batıcı olmaya yönelik gerçek eğilimlerini ortaya çıkaracak şekilde, ilginç biçimde, Britanya’da etkili olan, İspanya’nın öfkelileri ya da Yunanistan’da grev yapan işçiler yerine Wall Street işgalcileri oldu) New York polisinden biber gazı yiyen gençler, işleri istedikleri biçimde yürütemediler belki ama neye karşı olduklarından eminler ve bu önemli bir başlangıç.

Bu noktaya nasıl geldik? 1991’de komünizmin yıkılmasını takiben, Edmund Burke’nin “Farklı sınıflardan oluşan tüm toplumlarda, belli sınırların en üstte olması şarttır” ve “Eşitlik misyonerleri, ancak canlıların doğal düzenini değiştirir ve yanlış yola saptırır” sözleri çağın ortak aklı oldu. Para, siyasetçileri yozlaştırır, çok para kesinlikle yozlaştırır. Sermayenin kalbinin attığı yerin tamamında, şunlarsın ortaya çıkmasına şahit olduk: ABD’de Cumhuriyetçiler ve Demokratlar, bağımlı ülke Britanya’da (Yeni) İşçi Partililer ve Muhafazakârlar, Fransa’da Sosyalist ve Muhafazakârlar, Almanya’da koalisyonlar, İskandinavya’da merkez sağ ve merkez solu ve buna benzer. Esas itibariyle, her durumda iki parti sistemi, etkili bir merkezi hükümete dönüştü. Yeni bir pazar aşırılıkçılığı meydana çıktı. Sermayenin, toplumsal edinimin en kutsal alanlarına girişi, gerekli bir “reform” olarak sayıldı. Kamu sektörünü hırpalayan özel finans girişimleri, standart hale geldi ve neo-liberal cennet yolunda yeterince hızlı ilerlemeyen ülkeler (Fransa ve Almanya gibi), The Economist ve Financial Times’ta muntazaman suçlandılar.

Bu dönüşümü sorgulamak, kamu sektörünü savunmak, kamusal hizmet kuruluşlarında devlet sahipliği lehinde savunuda bulunmak, kamu konutlarının ölü fiyata satılmasına karşı çıkmak, “muhafazakâr” bir dinozor olmak sayıldı. Şimdi herkes yurttaş yerine müşteriydi: yeni, potansiyel vaat eden Yeni İşçi Partili akademisyenler, kitaplarını okumaya zorlananlardan çekingen bir biçimde “müşteriler” şeklinde bahsedecekti; hepimiz şimdi kapitalistiz dercesine. Sosyal ve ekonomik iktidar seçkinleri, yeni hakikatleri yansıttılar. Piyasa, devlete tercih edilebilir yeni tanrı haline geldi.

Bu çizgiyi sineye çekenler şunu asla sormadılar: nasıl oldu da bu gerçekleşti? Aslına bakılırsa devlet, geçiş için gerekliydi. Piyasayı desteklemeye ve zenginlere yardım etmeye yönelik devlet müdahalesi hoştu. Hiçbir partinin herhangi bir alternatif sunmadığını düşünürsek, Kuzey Amerika ve Avrupa yurttaşları, uyurgezer biçimde felakete yürüdü.

Kapitalizmin zaferiyle mest olmuş merkez siyasetçiler, 2008 Wall Street krizine hazırlıksızdı. Kolay kredi sunan devasa tanıtım kampanyalarıyla gözleri boyanan yurttaşlar ve her şeyin iyi olduğuna inanmış haldeki evcilleştirilmiş, eleştiri yapmayan medya da öyle. Liderleri karizmatik olmayabilir ancak sistemi nasıl kullanacaklarını biliyorlardı. Her şeyi politikacılara bırak. Bu kurumsallaştırılmış duyarsızlığın bedeli şimdi ödeniyor. (Allah için; İrlanda ve Fransa halkı felaketi, Avrupa Birliği anayasası konusunda neo-liberalizmi özünde saygın bir yere koymak ve ona karşı oy kullanmaya dair tartışmalarda sezdiler. Yok sayıldılar.)

Wall Street’in konut edindirme balonunu bilerek planladığı, insanların ipotekle ikinci evlerini almaları ve onlara körcesine harcatarak kişisel borcu yükseltmek yolunda teşvik edilmeleri için tanıtım kampanyalarına milyarlar harcadığı, birçok ekonomist için besbelli idi. Balon patlamalıydı ve bu gerçekleştiğinde, devlet bankaları topyekûn yıkılmaktan kurtarana dek sistem sendeledi. Zenginler için sosyalizm. Kriz Avrupa’ya sıçramışken, AB tarafından bir kurtarma operasyonu başlatılmasıyla ortak pazar ve rekabet kuralları tuvalete atılıp sifon çekildi. Piyasa denetimleri şimdi kolaylıkla unutuldu. Aşırı sağ küçük. Aşırı sol güçbela var oluyor. Politik ve sosyal hayata egemen olan aşırı merkez.

Bazı ülkeler çökmüşken (İzlanda, İrlanda ve Yunanistan) ve diğer bazıları (Portekiz, İspanya, İtalya) uçuruma doğru bakarken AB (gerçekte BB, Bankalar Birliği) kemer sıkma ve Alman, Fransız ve İngiliz bankacılık sistemini kurtarma dayatmak için devreye girdi. Piyasa ile demokratik hesap verme arasındaki gerginlik artık maskelenemez. Yunanistan seçkinleri, topyekûn boyun eğme konusunda şantaja uğradı ve tüm milletin gırtlağını sıkan kemer sıkma önlemleri ülkeyi devrimin eşiğine getirdi. Yunanistan, Avrupa kapitalizmi zincirinin en zayıf halkası; demokrasisi krizdeki kapitalizmin dalgaları altında çoktan suyun dibini boyladı. Genel grevler ve yaratıcı protestolar, merkez aşırıcıların işini çok zorlaştırdı. On binlerce yurttaşın parlamentoya girmesini önlemek için polisin şiddet kullandığı Atina görüntülerini izleyen biri, ülkeyi yönetenlerin artık eski yöntemle yönetemeyebileceklerini hissediyor.

Bu yılın başlarında bir edebiyat şenliğinde konuşma yaptığım Selanik’te, izleyicilerin asıl ilgisi edebiyattan çok politik ve ekonomik sorunlaraydı. Bir alternatif var mıydı? Ne yapılmalıydı? “Derhal borç ödememek” şeklinde yanıtladım. Euro-zone’dan çıkmak, drahmiye dönmek, toplumsal ve ekonomik ulusal planlamayı başlatmak, yerel ve ulusal düzeyde ülkenin nasıl yeniden istikrara kavuşturulabileceğine –fakat yoksulların zararına olmayacak biçimde- dair tartışmalar düzenlemek. Zenginlerin, son on yılda üçkâğıtçı yöntemlerle biriktirdikleri paralar (özel vergilendirmelerle) geri kusturulmalı. Ancak sistemin tam ortasındaki vizyonsuz politikacılar böylesi fikirlerden çok uzaklar. Birçoğu, ülkenin ekonomik kaynaklarının sahibi olan ve bunları kontrol eden az sayıda insan adına çalışıyor.

Obama (tüm tatbiki kararlarda selefinin politikalarını sürdüren bir başkan) yönetimi altında borç batağına saplanmış olan ABD, tüm şehirlere sıçrayan yeni bir protesto hareketinin ortaya çıkışını gördü. Genç işgalcilerin enerjileri takdire şayan. Bahar, politik Amerika’nın kalbinden çok uzun zamandır uzaktı. Reagan ve Bush yıllarının buz kesmiş kışları, Clinton ya da Obama ile çözülmedi: paranın hepsine boyun eğdirdiği içi boş bir sisteme ve temel olarak finansal statükoyu korumak ve 21. yüzyıl savaşlarını finanse etmek için kullanılan, fazlasıyla çamur atılmış bir devlete hükmeden içi boş adamlar.

Çapraşıklık üzerindeki sis sonunda kalktı ve insanlar alternatif arıyorlar, ancak bunu siyasi partileri esas itibariyle yetersiz buldukları için onlar olmaksızın yapıyorlar. Şu anda New York, Londra, Glasgow ve başka yerlerde sahnelenen işgaller, geçmişteki protestolardan çok farklı. Bunlar, işsizliğin yükseldiği zamanlarda ve geleceğin ümitsiz göründüğü yerlerde tırmanan eylemler. Genç insanların büyük çoğunluğu, sihir yapıp büyük miktarda paralar çıkarmamaları halinde yüksek öğrenim alamayacaklar ve hiç kuşkusuz, yakın zamanda iki kademeli bir sağlık sistemiyle karşı karşıya kalmış olacaklar. Kapitalist demokrasi bugün, özdenetimleri ile sınırlanan ağız dalaşlarının bütünüyle önemsiz olması için parlamentoda temsil edilen başlıca partiler arasında esaslı bir mutabakat gerektiriyor. Bir başka deyişle, yurttaşlar artık bir ülkenin servetini –yurttaşların, büyük oranda kendi kendilerinin yarattığı serveti- kimin (ve nasıl) idare ettiğini bilemez.

Kaynakların tahsisi, toplumsal refah koşulları, servetin bölüştürülmesi gibi can alıcı sorular artık temsili meclisler içindeki gerçek tartışmaların konusu olmuyorsa, gençlerin anaakım siyasetten uzaklaşmaları ya da Obama ve onun küresel taklitçilerine dair büyük hayal kırıklıkları neden şaşırtıyor? 90’dan fazla şehirde, insanları sokağa çıkmaya zorlayan şey işte bu. Politikacılar, 2008 krizinin 1980’lerden bu yana takipçisi oldukları neo-liberal politikalarla ilişkili olduğunu kabul etme konusunda ayak dirediler. Hiçbir şey olmamış gibi bedel ödemeden yollarına devam edebileceklerini sandılar, ancak aşağıdan gelen hareketler bu sanıya itiraz etti. Kapitalizme karşı işgaller ve sokak protestoları, bir bakıma önceki yüzyılların köylü ayaklanmalarının bir benzeşiği. Genellikle sonradan bastırılan ya da kendi rızasıyla dinen ayaklanmalara, kabul edilemez koşullar neden oldu. Burada önemli olan, koşullar aynı kalırsa, çoğu kez henüz gelip çatmayan şeyin habercisi olmalarıdır. Hareketler, politik devamlılığı muhafaza edecek kalıcı bir demokratik yapı yaratmazlarsa varlıklarını sürdüremezler. Böylesi herhangi bir harekete daha büyük kitle desteği oldukça, örgütüllüğün bir biçimine daha çok ihtiyaç duyulur.

Neo-liberalizme ve onun küresel kuruluşlarına karşı Güney Amerika isyanları örneği bu bakımdan çarpıcı. Venezüella’da IMF’e karşı, Bolivya’da suyun özelleştirilmesine karşı, Peru’da elektriğin özellştirilmesine karşı verilen büyük ve başarılı mücadeleler, Ekvador ve Paraguay ile birlikte az önce saydıklarımızdan ilk ikisinde seçim başarısına dönüşen yeni politikaların temellerini yarattı. Yeni hükümetler bir kere seçildiklerinde, söz verdikşeri politik ve ekonomik reformları farklılaşan başarı düzeylerinde uygulamaya başladılar. 1958’de Profesör HD Dickinson tarafından New Statesman’da (İngiltere’de haftalık yayımlanan sol bir politik-kültürel dergi; ç.n.) İngiltere İşçi Partisi’ne sunulan öneri parti taafından reddedildi, fakat 40 yıl sonra Venezüella’daki Bolivarcı liderler tarafından kabul edildi:

“Refah devleti mevcudiyetini sürdürecekse, devlet yeni bir gelir kaynağı bulmalıdır, kendi kaynağını. Görebildiğim tek kaynak, üretken varlıktır. Devlet, herhangi bir biçimde görünmeli, arazilerin ve ülke sermayesinin çok büyük bir parçasına sahip olmalıdır. Bu destek gören bir siyaset olmayabilir: ancak bu sürdürülmedikçe, destek gören bir şey olan iyileştirilmiş sosyal hizmetler imkânsız hale gelecektir. Öncelikle üretim varlıklarını kamulaştırmazsanız, tüketim varlıklarını da uzun süre kamulaştıramazsınız.”

Dünyayı yönetenler, bu kelimelerde ütopyacılığın ifadesinden biraz fazlasını görecekler, fakat yanılacaklar. Bunlar gerçekten ihtiyaç duyulan yapısal reformlardır, Atina’daki tek başına kalmış PASOK önderliği tarafından yürütülenler değil. Bu yolun altında daha çok mahrumiyet, daha çok işsizlik ve sosyal felaket yatıyor. İhtiyaç duyulan şey, Wall Street sisteminin işleyemediğine, işlemediğine ve terk edilmesine dair bir ortak kabulle toptan bir geri dönüş. Neo-liberal devlet mekanizması tarafından desteklenen pazarın tek belirleyici olduğuna dair kabullerinde daha gaddar ve soğukkanlı olanlar, -tüm dönmelerde olduğu gibi- İngiliz destekçilerdi. Bu izlekte devam etmek, demokrasiyi boş bir deniz kabuğundan biraz fazlası haline getirecek yeni bir egemenlik yöntemi gerektirecektir. İşgalciler, bugün neredelerse orada olmalarına neden olan biçimde, içgüdüsel olarak bunun farkındalar. Merkezdeki aşırılıkçı politikacılar için aynısı söylenemez.

Yerkürenin farklı bölümlerinde meydanları ve sokakları işgal eden gençlere hayranlık duyuyorum. Egemenlerimize neşeyle, hevesle ve şevkle meydan okuyorlar. Ancak dünyaya hakim olan sert yüzlü bankacılar ve politikacılar kolaylıkla yerinden edilmeyecek. Birkaç zafer kazanmak için on yıllık bir mücadele ve örgütlülüğe ihtiyaç duyulmakta. Olabilecek herkesi bir talepler bildirgesi arkasında neden birleştiremeyelim –zenginlerin çıkarını temsil eden parlamentoya karşı bir “büyük itiraz” (“Büyük İtiraz”, İngiltere’de 1641 yılında parlamento tarafından Kral I. Charles’a sunulan ve parlamentonun yetkilerini kral aleyhine genişletilmesini öngören sorunlar listedir; ç.n.)- ve gelecek Sonbahar, itiraz listesinin insanlara yüz yüze dağıtılacağı milyonluk veya daha büyük bir yürüyüş düzenleyemeyelim? Yasa, parlamento önündeki gürültücü göstericileri yasaklar (1666’daki Restorasyon sonrasında uygulamaya konuldu), ancak “gürültücü”yü neredeyse bir hukukçu kadar iyi yorumlayabiliriz.

***

Kaynak: www.zcommunications.org

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü Kolektifi/Erkan Çınar

Hiç yorum yok: