25 Ekim 2011 Salı

Silahlı Mücadele ve Kontr-Gerilla Stratejisi Diyalektiği


Harun ERCAN / State University of New York at Binghamton


“Ben de bu dünyaya geldim geleli / Ölmezsem, öldürmezsem/ Kim benim farkıma varır?” Turgut Uyar, PKK ortaya çıkmadan çok önce, “Malatyalı Abdo için bir Konuşma” başlıklı şiirinin sonunda bu dizeleri sarf eder. Türkiye’deki Kürtlerin silahlı mücadeleye yönelmesinin tarihsel kökenlerini bu kadar az kelime ile bu kadar isabetli anlatabilecek başka bir söz dizisi bulmak oldukça güçtür. Nitekim, Kürt hareketinin silaha yönelmesinin tarihsel arkaplanında, devletin, ölmeyen ve öldürmeyen Kürtlerin taleplerini kale almama, bastırma ve bu süreçte meselenin kökünü asimilasyonla kurutma stratejisi vardı. Bu strateji aslında 1990’larda PKK’nin tasfiye edilemeyeceği netleştiğinde çöktü, lakin 2000’lerde bir üst seviyede yeniden kuruldu. Bu yeni seviyede ise Kürtlerin varlığını inkar etmek yok, Kürt hareketiyle siyasi egemenlik paylaşmamak adına hemen her yolu denemek var.

Türkiye’de toplum, sermaye ve medya şirketleri üzerinde muazzam bir tahakküm kurmuş olan AKP rejimi, aylardır 1990’ların kötü bir replikasını ortaya koyuyor, Türk medyasında konuşan hemen herkesin ağzı yeniden psikolojik savaş kokmakta. Bu yeni psikolojik savaş söyleminin çekirdeğinde yer alan argüman, ''artık silahlı mücadele döneminin kapandığı''dır.  


2000’lerin başından itibaren, 11 Eylül sonrası, yeni terörizm söyleminin ve yarattığı siyasi-hukuki iklimin politik şiddet kullanan muhalif yapılar üzerine alan daraltıcı etkilerini inkar etmek abesle iştigal olur. Lakin esas sorulması gereken şu: Gerilla hareketlerinin olduğu silahlı çatışma vakalarını nihayete erdiren temel belirleyenler neler? Gerçekten de değişen dünya iklimi mi? Bu kısa yazıda ortaya konan iddia şudur: Gerilla dinamiğinin olduğu etnik/sınıfsal çatışmaların sonucunu belirleyen devlet, muhalif örgüt ve örgütün temsil ettiği kitle arasında değişen dinamik ilişkilerdir, liberal hegemonyanın muhalif silahlı yapılarla kurduğu pragmatik ilişkiler değil.

Doğru soruyla başlamak: Neden silahlı mücadele?


Eğer seçimler yoluyla, yaşadığı dertlerin siyasetini barışçıl yollarla yapmak mümkünse, neden milyonlarca insan yasa dışı ilan edilmiş, sürekli baskı ve zulüm gören bir hareketi destekler ve hatta, onbinlercesi tüm yaşamını bir köşeye bırakarak bu hareket adına savaşır? Sorunun cevabı uzun değil aslında: İlk başta, başka çare bırakılmadığı için. Sonrasında ise, ele silah aldıktan ve toprağa kan aktıktan sonra, yeni vücuda getirdiği özgür varoluşuyla hayatta kalabilmenin yegane yolu anlaşmaya dayalı bir barış sürecinden geçtiği için.


Kürt meselesi tartışılırken ana akım medyatik ve entelektüel mecralarda en az konu edilen sorulardan birisi “Neden silahlı mücadele?” sorusudur. Çünkü bu sorunun cevabı, Türkiye’de Kürtler ile egemenlik paylaşmamaya ant içmiş anlayışın zayıf karnına değen yumruk etkisi yaratır. 1984’ten önce Kürtler 25 yıl boyunca ciddi siyasi etki yaratan politik şiddet eylemleri gerçekleştirmediler ve barışçıl yollarla hak talep ederken sürekli devlet tarafından reddedilmelerine rağmen silahlı mücadeleye başvurmadılar. Türkiye İşçi Partisi içinde başlayan bir siyasi serüven DDKO’larda devam etti, sonra da 1970’ler kabarmasında sosyalist-devrimci Kürt örgütleri esasen legal alana yönelerek bir mücadele ortaya koydular. 1971 askeri müdahalesi Kürt hareketinde legal alan inancını temelinden sarsarken 1980 darbesi bu inancı yerle yeksan etti. Velhasıl, Kürt hareketi hem ideolojik olarak hem de mücadele stratejisi bakımından aşama aşama radikalleşti ve 1984’te başlayan silahlı mücadele kitlelerce 1990 yılına kadar mütereddit bir şekilde izlendi. Kitlelerin harekete devri ise devletin Kürtlere karşı en ağır insan hakları ihlallerini işlediği süreçte çok içiçe bir şekilde 1990’ların ilk yarısında gerçekleşti.


Peki ortaya konan gerilla pratiğine kontrgerilla stratejisiyle cevap veren devlet uygulamaları Kürt hareketi ile kitlesi arasında ilişkide ne gibi sonuçlar üretti? Kitle-parti, ılımlı-radikal unsurlar arasında ayrım yapmayan devlet şiddeti, eğer şiddetin uygulandığı bölgede yaşayan toplumu arzuladığı şekilde çatışma başladığında dönüştürememişse, mutlak suretle geri teper. Kitleleri devlete karşı savaşan gerilla hareketlerine kanalize eder. El Salvador, Guatemala, Meksika, Peru, Malezya ve Filipinler gibi ülkelerde yaşanan gerilla çatışmaları bu iddiayı doğrulamaktadır. Türk devletinin 1990’lar boyunca kontrgerilla stratejisi bağlamında uyguladığı kaybettirme, köy yakma pratiklerinin Kürt hareketine kitleleri kanalize etmesinin nedeni de budur. Bu senaryonun tekrar edilmeye çalışması da, eğer 26 defa yapılan sınırötesi operasyonlardan alınamayan sonuç yine alınamayacaksa, AKP rejiminin öngürdüğü etkilerin tam tersi etki yaratabilir. AKP’nin yeni savaş konseptinde sivil Kürtlere karşı bu sefer ‘temiz’ bir yaklaşım geliştireceğini iddia etmesinin temelinde de bu kaygı yatmakta aslında. AKP medyasının BDP ile uğraşmasının altında yatan temel neden de aslında bu kaygıdır.


Zamanın ruhu dinamiği: Silahlı mücadele devri bitti mi?


Toplumsal hareketlerin, yani belirli siyasi ve toplumsal talepler için kitlelerin sokaklara indiği durumlarda, politik şiddete başvurmaları genellikle devletlerin meseleyi idare biçimleriyle alakalıdır. Devletlerin kullandıkları bastırma pratiklerinin ve muhalif yapıları rejime kabul etmemelerinin sonucudur. Yani politik şiddet kullanımına dair değişen dünya iklimi esas belirleyen değildir.  


Son 1 yıl içerisinde Arap Baharı rüzgarlarının estiği ülkelerde, göstericileri bastırmaya çalışan devletlerin hemen hepsi göstericileri politik şiddet kullanmaya mecbur bırakmıştır. Avrupa’nın ve ABD’nin desteklediği Libyalı muhalifler silahlı mücadele ile rejim değiştirirken bu aktörlerin vicdanları her türlü şiddete karşı oldukları iddiası, yani oynadıkları ikiyüzlü tavrı saklayabilecekleri sanrısı hiç ama hiç gerçekçi değil.

Silahlı mücadeleyi merkezine alan siyasi projelerin dünya çapında itibar kaybetmesi, politik şiddet kullanan örgütlerin hareket alanlarını daraltır ama gerilla stratejisinin kullanıldığı mücadeleleri nihayete erdiren temel belirleyen olmaz. 


2001’den sonra dünya çapında gelişen terörizm söylemi ve getirdiği yeni hukuki sınırlamalar, esasen hareketlerin kitleleri arasındaki ilişkiyi zora sokmaktadır. O yüzden liberalizmin silahlı muhalif yapılarla kurduğu pragmatik ilişkiyi gölgelemeye çalışan AKP söylemine bir hatırlatma yapmakta fayda var: El Slavador, Peru, Sri Lanka ve Guatemala örneklerinde net bir şekilde görüleceği üzere, gerilla hareketleri ya kitleler nezdinde itibarlarını kaybettiklerinde uzun-vadede yenik düşerler ya da ulus-devletler örgütleri destekleyen kitlelere yönelik ağır insan hakları ihlallerine giriştiğinde. Eğer AKP bu ikisinden birini uygulamaya sokmayacaksa, kendi hesabına bir sonuç üretmesi  pek mümkün görünmemekte. Nitekim, ağızlarda sakız olan Sri Lanka modelinin temelinde yatan taktiklerden birisi kitlesel katliamlar gerçekleştirmekti ve kuşkusuz yaptılar da.

Hiç yorum yok: