20 Ekim 2011 Perşembe

Haksızlar Kazanamaz!

Haksız olanlar baskı uygulayabilir ve katliamlar pahasına da olsa hükmetmek için her türlü yol ve yönteme başvurabilir, ancak eninde sonunda kaybederler.

Haksızlık ve adaletsizlik üzerine sağlam yapılar inşa edilemez. Dezenformasyon ve manipülasyonlarla gerçekler uzun süre gizlenemez. Eninde sonunda gerçekler ortaya çıkar, güç kazanır ve o yapılar çöker.

Türkiye’de de iktidarlar ve yandaşları halen haksızlık üzerinden ülkeyi ayakta tutma ve yönetme inancı içerisindeler. AKP’nin iktidarı ve son olarak tüm uzuvları ile Gülen Hareketi’nin buna eklemlenmesi, adeta gölge hükümet haline gelmesi ise ayrı bir durumu ifade ediyor.

Daha çok bir iktidar sarhoşluğu ile ifade edilebilecek bir durumdalar. Halk diliyle buna “görmemişin malı olmuş…” derler. Öyle ki, devletin tüm organlarını ele geçirerek her şeye muktedir olduklarına inanabilecek kadar iktidar sarhoşu olmuş haldeler. Bir ara bu “muktedir” hallerine öyle inandılar ki, 30 yıldır kesintisiz mücadele eden bir halk hareketini Sri Lanka’nın Tamillere yaptığı katliamlarla olduğu gibi bitirmeye gönül bağladılar. Gerçekler ise atılan manşetler ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın efelenmelerinden farklıydı.

Kendilerine muhalefet eden herkese aldıkları yüzde 50 oy ile halkın temsilcisi, daha gerçek ifadesiyle “efendisi” olduklarını söyleyerek, yaptıklarına meşruiyet kazandırmaktan da çekinmiyorlar. Eğer AKP hükümetinin demokrasiden anladığı yüzde 50 ise, son bir ayda 4500 kişinin gözaltına alınması, 1600’den fazlasının tutuklanmasını da herhalde “demokrasinin kaçınılmazı” olarak tanımlıyorlardır. Seçimler tek başına demokrasinin ölçütü olamazlar. Bunun için uzun tahliller yapmaya gerek yok, tarihte faşistler ve diktatörlerin arkalarına halk desteğini aldıkları görülmüştür. Daha yakına gelirsek, Suriye’de Başar El Esad, Mısır’da Hüsnü Mübarek ve Tunus’ta Bin Ali seçimlerle sürekli iktidara geliyordu. Mübarek’in “demokrasisi” Batılılar tarafından Ortadoğu’ya örnek olarak sunuluyordu, Bin Ali ise Kuzey Afrika’da model olarak ayakta tutuluyordu.

Ancak sözkonusu bu üç iktidarın hiçbiri de bugün AKP iktidarı kadar gözaltı ve tutuklama furyası yürütmedi. Bugün dünyanın hiçbir ülkesinde Türkiye’de olduğu kadar gözaltı ve tutuklama olduğuna dair veri bulunmuyor. AKP iktidarı üçüncü döneminde, kendi iktidarını sadece zor araçları ile ayakta tutmaya çalışıyor.

Önündeki tek büyük muhalif olarak duran Kürtleri de teslim alarak Kürt sorununu “çözme” anlayışı güden hükümet, Kürtlerin haklı mücadelesi karşısında kendisini ve devleti “mağdur” gösterecek kadar da gerçeklerden kopuk yaşıyor. Yandaşları da bu iktidarı korumak için ellerinden geleni yapıyor. Belki de korkuyorlar, bu kadar haksızlık ve baskıdan sonra bir telaş içerisindeler. İktidara öylesine sarılmışlar ki, her an düşme korkusu içerisinde, her tarafa saldırıyorlar. Bu öylesine bir hal aldı ki, dokuz yıllık iktidardan geriye sadece “baskı” kaldı. Tüm gücüyle bu iktidarı ayakta tutmak için aralıksız saldırıyor.

Bugüne kadar bütün muhaliflere etiketler yapıştırarak, çeşitli organizasyonlarla bağlantılandırarak susturmaya çalışan iktidar ve yandaşları, bugün çok aciz bir durumdalar. Daha düne kadar, PKK karşısındaki bütün yenilgi ve zayıflıkları “eski” orduya bağlayan yandaşlar, orduya hakim olduktan sonra yaşadıkları hezimetler için bir sorumlu bulamıyorlar.

Bu iktidar oluşturduğu sanal korkularla bir sorunu yok etmeye inandı. Zaten sürekli var olan ittifakları, üstün teknolojik silahları, “yenilmez” orduları yeniden pazarlayarak büyük bir korku iklimi yaratmak istediler. Yandaşlar da bu psikolojik harekata inanarak, gerçekten bu sorunu şiddetle bastırabileceklerine ikna oldular. Sonra bu öyle bir hal aldı ki, bir halkın en meşru hak taleplerini bastırarak kendi haklılıklarını dünyaya anlatmaya, “ileri demokrasilerini model olarak” pazarlamaya çalıştılar. Batılı ülkelerin ve süper güç Amerika’nın onlara destek veriyor olmasını, kendi yaptıklarının “meşruiyetinin” ölçüsü saydılar. Oysa onlara destek verenler de en az onlar kadar suçlu. Çıkar ilişkileriyle oluşturulan bu ittifakların, halkların meşru taleplerini ezmek için yeterli bir “doğru gerekçe” olduğunu düşünürken büyük yanıldılar.

Oysa şunu anlamaları gerekiyor, haksızlıklar üzerine doğrular bina edilemez. Haksızlıklar uzun süre “adalet” olarak pazarlanamaz. Bununla birlikte Kürtlerin mücadelesi hiçbir zaman iktidarın polis ve askeriyle karşılaştırılamaz. Türk faşizmini gölgelemek için ezilen Kürt halkının faşizminden bahsedilemez. 90 yıldır cinayet işleyen, katliam yapan, inkar eden ve tüm Türkiye toplumlarına baskı uygulayan bir devletin suçları, PKK’nin eylemleri gerekçe gösterilerek meşrulaştırılamaz.

Türkiye toplumun bugün gerçek aydınlara ihtiyacı var. Kürtlerin mücadelesinin kazanımlarını AKP’nin “reformu”, tıpkı bazı Taraf’çıların yaptığı gibi Basklıların mücadele kazanımlarını Zapatero’nun başarısı şeklinde göstererek doğru tespitler yapılmış olmaz.

Herşeyden önce asker, polis ve yargının “sivil vesayetin” emrine girmesi, onların yaptıkları tüm pratikleri meşru kılmaya yetmez. İktidar ve yandaşlarının artık ayılmaları gerekiyor. Sadece medyanın bu kadar yandaş olması bile bir demokrasinin en büyük kusuru olarak en çıplak haliyle sırıtıyor.

Ne yüzde 50 oy, ne üç dönem arka arkaya iktidar olmaları, ne de aldıkları dış destek haklı ve demokrat olduklarını göstermeye yetmez. Haklılık ve gerçekler uzun süre manipülasyon ve dezenformasyonlarla, polis-asker-yargı kıskacında oluşturulan korku iklimiyle sindirilemez. Bunda ısrar daha fazla acı ve felakettir. Haksızlar hiçbir zaman kazanamazlar. Hiçbir şey yapılmasa bile bir gün kendi haksızlıkları içinde yitip giderler.

Hiç yorum yok: