9 Eylül 2011 Cuma

Meclis Boykotu Yanlış mı Dersiniz?

Musa Anter ‘in cenazesi…

Mehmet Sincar’ın cenazesi…

Öcalan’ın yakalanması…

Diyarbakır cezaevi vahşetini ayrı bir yere koyarsak, otuz yıldır süren bu savaşın Kürtlerde derin yara açan olayları bunlar… Niye Musa Anter ve Mehmet Sincar’ın öldürülmesi değil de cenazeleri?

Cenazeleri, gömülme biçimleri, öldürülmelerinden çok daha yaralayıcı, çok daha sasıcı oldu Kürtler için. Öldürülmekse, on binlerce Kürt öldürüldü, onlar da öldürüldü. Ama Kürt halkını temsil eden bu insanların cenazesinin kaçırılması, kimsesizler gibi gömülmesinin psikolojik mesajı öldürülmelerinden çok daha gaddarca oldu. Çok daha vahşice…

Kürtlerin benliğini, birlik ve dayanışma ruhunu gömme gayreti…

Kürtlere ne kadar yalnız, ne kadar güçsüz, kimsesiz, korumasız olduklarını gösterme zalimliği…

Bak, ünlü ve sana göre çok güçlü insandı, öldürdük ve cenazesinin kaldırılmasına bile izin vermedik, cenazesinin arkasından üç beş seveni bile yürüyemedi, seni öldürmenin, yok etmenin bizim için ne kadar basit olduğunu artık sen düşün!..

Kendilerinin karşı konulmaz kudretini ve Kürtlere de, bu güç karşısında bir hiç olduklarını hissettirme, gösterme gaddarlığı…

Öcalan’ın yakalanması, o vahşi sevinç, zafer gösterileri, aynı mesajın daha kapsamlısı oldu.

Bunları niye mi anlatıyorum?

Kürtlerin Meclis boykotunun yerinde ve çok doğru bir hareket olduğunu anlatmaya çalışıyorum.

Bazıları iyi niyetle, bazıları da bambaşka amaçlarla ‘meclise gidin, yeni anayasanın yapılmasına katkı sunun’ diyorlar ya, boş laflar…

Kürtler üzerinde o kadar ağır bir psikolojik harekat yürütülüyor ki, savaş uçakları desteğinde yapılan askeri harekatlar, bunun yanında hafif kalıyor. Bu ağır psikolojik bombardıman altında Kürtlerin önemli bir kesiminin de kafası karışıyor ‘Hata mı yapıyoruz?’ demeye başlıyorlar.

Mesele Hatip Dicle ve diğer milletvekillerinin hakları, dışarı çıkıp çıkmamaları değildir. Asıl sorun, Türk devletinin Kürtlere verdiği mesajdır ‘Yesen de budur, yemesen de budur’ demesidir. Meclis’in kapısını aralıyorum, girebilirsiniz ama kim olduğunuzu ve asıl önemlisi kim olduğumuzu unutmayın, demeleridir. Hak hukuk işlerini fazla ciddiye almayın, hareket alanınız bizim hoşgörü sınırlarımız dahilinde olur…

Gaye olarak, Mehmet Sincar’ın öldürülmesinden bir farkı yok, yaptıklarının…

Mesaj aynı…

Kürtler bu hukuksuzluğu sineye çekerek, o meclisegirerse, o meclise meşruiyet kazandırmaktan başka bir rolleri olmayacaktır. O meclisteki varlıkları oy oranlarıyla sınırlanacaktır ki, mevcut sayılarıyla Meclis’te neyi değiştirebilirler?

BDP grup başkanı tarafından sunulan önergeyi oylamaya sunuyorum. Evet diyenler, hayır diyenler? Ret edildi…
Bitti…

Ama orta yerdeki hukuksuzluğu gidererek oraya giderlerse, ağırlıkları bambaşka olacaktır.
meclise gitmelerinin bir manası olması için, iktidar partisi ile bir karara varmaları gerek.

Bunun imkanı mı yok?

O halde gitmenin de manası yok…

Türk devleti Kürtler ile arasındaki sorunları çözmek isterse, zaten diyalog gelişecek, hiç değilse sözlü güvence verilecek, ama yok, böyle bir niyetleri yoksa…

Bari o Meclisi meşrulaştırmayalım.
Vitrin süsü olmayı da ret edelim…

Kürtler o meclise gitmeden, o meclisin meşruiyeti olmaz. Onlar da bunu biliyor ve bu yüzden bu kadar yoğun psikolojik baskı altına alıyorlar Kürtleri…
Kürtler o meclise Kürtlerin haklarını savunmak için gitmeli, Türk devletinin dünyaya karşı yükünü hafifletmek, ellerini güçlendirmek için değil…

1996 yılında İstanbul’da gerçekleşen Birleşmiş Milletler  HABİTAT zirvesini hatırlıyorum. Azadiya Welat gazetesinde çalışıyordum o zaman. O sıralarda Kürt hareketi şimdiki gibi Kürtçe’ye önem vermiyordu, adeta dostlar alış verişte görsün kabilinden çıkarıyordu Azadiya Welat gazetesini. Kürtçe yayın yapmanın önemi üzerine epey yırtınmış ama kimseye derdimizi anlatamamıştık. Hemen her hafta ekonomik sıkıntılar yüzünden çıkıp çıkmayacağımız belirsizlik içindeydi. Oysa ihtiyaç duyulan para çok az bir şeydi. Mesele para sıkıntısı değil, ciddiye almamaktı. Olsa da olur, olmasa da olur, yaklaşımıydı. Doğal olarak da pek az okunuyordu.

 Devletin HABİTAT için hazırladığı ve Türkiye’nin ne kadar demokratik bir ülke olduğunu ‘gösteren’ broşürde Azadiya Welat, Zend ve başka Kürtçe yayınların kapaklarını gördüğümde, beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Haftalık gündem toplantısında ‘Ya bu gazeteyi en az Türk devletinin yararlandığı kadar, bizim de yararlanacağımız bir gazete haline getirelim ya da kapatalım, bari onlar da yararlanmasın’ önerisini sunmuştum ciddi olarak.
Bu şartlarda meclise gitmek de, aynı şekilde devlete hizmet olacaktır…

RAHMİ BATUR

Hiç yorum yok: