“Kur’an vahyi çerçevesinde” başlığıyla devam etmesini düşündüğümüz bu
çalışma, önceki “Kur’an vahyi çerçevesinde: Arzuhal” çalışmasına
paraleldir, ama onun devamı değildir. O çalışmanın da –inşallah- devam
etmesi gerekiyor.
Evrensellik,
yerellik ve bütünlük; bunların her biri yaşama ilişkin birer tutumu
yansıtır. Bu üç tutum insanın hayata bakış açısını temsil eder. Her
biri, birer ideolojik yaklaşımı da betimler. Kimi talihsiz biçimde
evrensellik aşamasına takılır ve bütün ömrünü bu aşamaya hapseder; kimi
ise birinden diğerine doğru hareket ederek ilerlemesini sürdürür.
Bütünlük, bir aşama olarak diğer ikisinden daha yüce ve önemlidir.
Bununla birlikte her üçünün de, en azından ahlakî açıdan
olumladığımızda, insanın esenliğini amaçladığını var sayarız.
Bütün çocuklar evrenseldir ve evrensellik fıtri olmak bakımından ilk-eldir.
Evrensellik
aşaması, bilinenin aksine aslında ilk-el bir aşamadır. İlk-el derken
tam olarak banal ilkelliği vurgulamıyoruz; ziyadesiyle fıtri oluşmayı
belirtmeye çalışıyoruz. Mesela ergin olmayanlar; bütün çocuklar
evrenseldir. Onlar evrenselliği bir tecrübe olarak keşfetmediler! Henüz
içine doğdukları bütün iç ve dış çevresel faktörlerle bir
kıvama-olgunlaşmaya ulaşmadıklarından fıtri olarak hepsi benzerdir.
İster
Firavun’un çocuğu olsun, ister Musa’nın çocuğu olsun; bütün ergin
öncesi çocuklar için kavramlar ve olaylar aynıdır. Mesela Firavun’un
çocuğu da, tıpkı bir İsrail çocuğu gibi, bir İsrailoğlunun sırf
İsrailoğlu olduğu için zulme uğramasına anlam veremez. Fakirlik-zenginlik
gibi kavramları, hangi çocuk kendisinin zengin veya fakir olduğunu
tecrübeyle keşfedebileceği ergenliğine dek anlamaya hazırdır! Karun’un
çocuğu olmakla bir dervişin çocuğu olmak arasında henüz hiçbir fark
yoktur! Veyahut da Kürt olmak veya Türk olmak hangi çocuk için
ayrımcılık adına bir önemi haiz olabilir! Türklükten veya Kürtlükten
bahsedilirken hangi Türk veya Kürt çocuğu Türklüğü veya Kürtlüğü
bilinçli birer edim olarak üzerine alır!
Çocukların Savaş-Barış, Adil-Zalim, Türk-Kürt veya Zengin-Fakir gibi olay ve kavramları anlamlandırmada, algılamada veya ayırt etmemede
evrensellikleri benzer seyreder. Çocuk sorgulamaya başladığında, işin
burasında, nesnelere karakter yüklemeye başlarken yetişkinlerden temel
farkını da ortaya, yine birbirine benzer olarak, koyar.
Şartlandırmada,
çocuk, evrenselliğinden dolayı her zaman iyiyi seçer; Türklük iyi
Kürtlük kötü olarak şartlandırıldığında, evrenselliğine iyinin karşılık düşmesi sayesinde Türk çocuk da Kürt çocuk da Türk olmayı seçer.
Çocuklar
birbirlerinin oyununu bozarlar, ama –özel olarak şartlandırılmamış-
hiçbir çocuk Kürt veya Türk ayırımıyla diğer çocuğun oyununu bozmaz.
Çocuklar birbirlerinin oyuncaklarını sahiplenirler, ama hiçbir çocuk
Kürt veya Türk ayırımıyla diğer çocuğun oyuncağını gasp etmez.
Kur’an
vahyinde, çocuklar, edimlerinde niyet (bilinç) taşımadıklarından
istisnasız masum ve güçsüz sayılır. Dolayısıyla edimlerinin hiçbirinde
sorumluluk altına alınmazlar. Çocuklar evrenseldirler, ama hiçbir
sorumluluklarının ve güçlerinin bulunmadığı bir evrenselliktir bu.
Çocuklar; düşüncelerindeki, yargılarındaki ve isteklerindeki ilk-el
düzeyde evrensellikleriyle olay ve kavramları karakterize etmek ve
onları çözümlemek için “Kürt sorunu” gibi örneklemlerle girişimde
bulunmazlar.
Çünkü
bütün bu olay ve kavramlar, bilinçli bir kıvamlaşma-olgunlaşma
sürecinde öznenin kendi nesnesine atıfta bulunur. Ve atıfta bulunan
nesneye bir karakter kazandırır. Böylece karakter yüklenmiş nesneler
birer olguya dönüşür. Ve ipin ucu işte bundan sonra kopar: Karakter
yüklenmiş nesnelerin nasıl göründüğü, nesnelere yüklenen karakterin
nasıl bir düşünce, yargı ve istek ile tesis edildiğiyle alakalı olarak
netleşir. Düşünce, yargı ve isteklerinde “Kürt sorunu” örneklemiyle
girişimde bulunmayan yetişkin evrenseller bu bakımdan (çocuksu) ilk-el
evrenselcilerdir.
Ergenler evrensellik, yani öz aşamasından yerellik, yani öznel aşamaya ilerler.
Çocuklardan
farklı olarak yetişkinlerde; yani ergenlerde edimler nasıl göründüğüne
ilişkin olarak ele alınır. Ve yetişkinlerin bütün edimleri onları
sorumluluk altına alır. Ve artık yetişkinler masum ve güçsüz değildir.
Yetişkinlerin masum ve güçsüz olmaması onların edimlerinin nasıllığı
dolayısıyla değil bizzat yetişkin olmasıyla alakalıdır.
Kur’an
vahyi bir aksiyom olarak ergen hiçbir kişi, grup ve toplum tekini masum
ve güçsüz saymaz. Bunun tek istisnasını ergen kişi tekinin, grup veya
toplumun “diğerine” veya “ötekine” göre içinde bulunduğu maddi ve manevi
varlığının düşürülmüşlüğü veya düşkünlüğü teşkil eder. Bu istisna da
masumiyet istisnası değil, güçsüzlük istisnasıdır. Özgür olmayan kişi,
grup veya toplumun edimlerinde belirleyici olan güçsüz olmaları
olduğundan, onların masum olmamaları
edimlerinde sorumluluk altına alınmalarını gerekli kılmaz. Mesela,
birini kırbaçlayan yetişkin bir kişinin, yetişkin olduğundan masum
olduğu söylenmez. Ve fakat eğer özgür değilse, yani birinin kölesiyse,
yetişkin olsa da güçsüzdür ve ediminin sorumluluğu sahibine yüklenir.
Çünkü onu sahibi adına kırbaçlamaktadır, kendi adına değil. Çünkü onu
kendi adına kırbaçlamaya resmen yetki, yetenek ve tercih sahibi
değildir. Masumiyet konusu da güçsüzlükten etkilenir; güçsüzlüğü,
masumiyeti konusunda hafifletici sebep olarak kayda değer tutulur.
Yukarıdaki pasaj bağlamında konu arası “Kürt” ve “Kölelik” ayracı
a) Kürt ayracı:
Mesela,
Kürt olma tabiatına resmen sahip olmayan herhangi bir –işçi- “Kürt”,
Almanya’ya Kürdistan’dan ve Kürt olarak gitmez, Türkiye’den ve Türk
olarak gider. Almanlar tarafından, Türkiye’den ve Türk olarak gelen bu
kişilerin Kürdistan’dan ve Kürt olarak geldikleri fiilen kabul edilse
de, Almanlar da Kürdistan’dan ve Kürt olarak gelen bu –işçi- “Kürtlerin”
uyruğunu resmen Türk olarak kabul eder.
İster Almanya’da, ister Türkiye’de olsun, Kürt olma tabiatına resmen sahip olmayan herhangi
bir “Kürt”, kendi adına hiçbir zihni ve ameli performansını resmi
olarak kabul ettiremez. Yani herhangi bir Kürt, mesela, her türlü
seyahat iznini Türkiye’den de, Almanya’dan da Türk olarak alır. Herhangi
bir Kürt, mesela, elinde ya Türk yada Alman veyahut da hem Türk hem
Alman kimliği bulundurmak mecburiyetindedir. İstendiğin kadar de-fakto
olsun; durum de-jure olarak budur…
Alman
toplumu fiilen Kürt ve Kürdistan’ı öteden beri bilmekteydi, nihayet
“Kürt gerçeği” yaftasıyla Türk ıtlak olunan (sayılan) toplum da fiilen,
ama şimdilik Kürtleri kabul etti (etmek zorunda kaldı).
Demek
ki, Türkiye’de ve Türk ıtlak olunan toplum nezdinde fiili duruma
gelmek, on binlerce Kürdün ölesiye ve ısrarlı biçimde on yıllarca
sürdürmekten vazgeçmediği hareketin bir meyvesidir. Demek ki, mesela, bu
Kürtlerin ölesiye ısrarları birkaç yıl sürseydi, bu fiili duruma bugün
kavuşmak hayal olacaktı.
Kürt
hareketinin hemen hemen ilk on yılında Kürtler, bağımsız Kürdistan
adına silahlı harekete kalkıştıklarını belirttikleri halde, Türkiye,
ilgili hareketi, ilkin dış mihrakların oyuncağı olmuş “üç-beş çapulcu
Türk vatandaşı” olarak kabul etti. İkinci aşamada, eli silahlı dağa
çıkan gözü dönmüş üç-beş “Türk vatandaşı eşkıyası” olarak kabul etti.
Üçüncü aşamada, “Türkiye vatandaşı terörist bir grup ve terörist bir
örgüt” olarak kabul etti. Ve nihayet ölesiye sürdürülen ısrarın bir
sonucu olarak ilgili hareket, “Kürt gerçeği”nin kabul edileceği
ambiyansı tesis etti ve İran, Suriye, Irak ve Türkiye siyasi
sınırlarında yaşayan Kürt “kökenlilerin” katılımıyla bölücülüğü
amaçlayan “terörist Kürt örgütü” olarak tanımlanmaya başlandı.
Sû-i
kast olduğu her halinden belli olan müstekbir toplumsal konseptin
değişmeyen iradesi tekrar etmektedir. Bu müstekbir irade, zor ile kabul
ettikleri “Kürt” tanımlamasının içeriğini boşaltarak ve özellikle
“egemenlik” kavramından tümüyle soyutlayarak tekrar başa dönüp inkârın “çakmasını”, AKP ve ona eklenmekten imtina etmeyen Müslümanlık eliyle gerçekleştirmek istemektedir.
Yani
şimdiki süreç, Kürt hareketi zoruyla kabul ettikleri “Kürt gerçeğini”,
Kürt hareketinden ayırmak için, “Kürt gerçeğini” AKP’ye oy veren
Kürdistanlılara indirgeyip askeri ve siyasi Kürt hareketini “terörist
Kürt örgütlenmesi” olarak marjinalleştirme sürecidir.
Demek
ki, egemen müstekbir konseptin kabul ettiği “Kürt gerçeği”, aslında,
İslami toplumsal unsurlarla, kurum ve kuruluşlarla özdeşim kurdurarak
eskisinden daha da kökleştirdiği sistemin “çakma inkârdır”. Buna “yeni
nesil inkâr” da diyebiliriz!
İslami
kesimle imkân bulan bu çakma inkâr, şimdi asıl görevini inşa etmekte
ve; temel iki örneklem yanılsamasını, yani “Kürt gerçeği”ni Kürtlerin,
TRT6’yı Kürtçe’nin başına kakmakla yetinmeyip “Kürt açılımı”nı Kürt
hareketinin sabote ettiğini menkıbeleştirerek Kürtlerin “egemenlik”
davasını nankörlükle itham etmektedir.
Oysa
Kürtler, pek tabi ki masum değiller, ama güçsüz düşürülmüşler! Ve fakat
mevcut müstekbir toplumsal konsept tarafından; gerek “Kürt gerçeği”yle
Kürtlerin, gerek “TRT6”yla Kürtçenin ve gerekse de “Kürt açılımı”yla
Kürt hareketinin başına kakılmak istenen minnet, Kürtlerin zor ve
baskıyla egemenliklerinin elinden alınmasıyla mümkün olan mihnetten
başkası değildir.
Zalim,
zulmünün sonucunda oluşan olağan dışı toplumdaki olağan dışı olayları
mazlumun suçu diye simüle ederek, tekrar aynı zulmü yapmakta ve fakat
mazluma ilişkin olarak ortaya koyduğu “Kürt gerçeği”, “TRT6” ve “Kürt
açılımı” gibi atraksiyonları evrensel bir değer olan “iyilik” adına
yaptığını propaganda ederek kendi halkını ve Müslümanlık sosuyla da Kürt
halkını aldatmayı amaçlamaktadır.
Yine
zalim, zulmünün sonucunda oluşan olağan dışı toplumdaki olağan dışı
olayları mazlumun suçu diye simüle ederek, tekrar aynı zulmü yapmakta ve
fakat mazluma ilişkin olarak ortaya koyduğu “Kürt gerçeği”, “TRT6” ve
“Kürt açılımı” gibi atraksiyonları yutmayan Kürtleri ve bu Kürtlerin
davasını ve bu yoldaki iradesini tüm evrensel kavrayışların veya
açıklamaların itip-kaktığı “kötülük” kavramının içine mahkûm ederek
kendi halkını ve Müslümanlık sosuyla da Kürt halkını aldatmayı
amaçlamaktadır.
b) Kölelik ayracı
Köle; tercih yeteneği, yani öz iradesi elinden alınmış ve beden ve ruh olarak efendisine bağlı kılınmış kişiyi tanımlar. Köle,
ne evrenseldir ne de yereldir; onun kendine ait bir kimliği yoktur.
Onun bütün evrenselliği, yerelliği ve kimliği efendisinin tercihleriyle
biçimlenir. Efendisi ne ise, o da odur. O ne çocuktur, yani masumdur; ne
de yetişkindir, yani güçlüdür.
Masum
değildir; yani davranışlarının niteliği hakkında bilgi ve bilinç
sahibidir; yani efendisi adına da olsa birini kırbaçlarken üzülüyordur
veya zevk alıyordur: Üzülüyorsa, niçin kırbaçlıyor? Zevk alıyorsa, bu
büyük bir suç değil midir? Bu yüzden masum değildir.
Güçlü
değildir; yani eylemi kölelik vasfıyla yaptığından, yani kendi iradesi
ve tercihiyle yapmadığından, eylemi yapıp yapmama konusunda güçsüzdür ve
bu sayede sorumlu değildir.
Masumiyet
ve güçsüzlük bağlamında Bilal-i Habeşi ve Vahşi diye bilinen iki
kölenin ve bir köle kadının oğlu olan Ammar b. Yasir’in örnekliği
dikkate değerdir.
Bilal,
iman konusunda efendisine itaat etmedi ve Müslüman olduğunu açıkladı.
Ama hala bir köleydi. Bilal’i sahibinden satın alarak onu ölümden
kurtarıp özgür bıraktılar. Bilal imanını açıklayarak efendisine itaat
edip Müslümanlara ve kendi nefsine karşı suç işlemek istemedi. Fakat
imanını gizleseydi de, kimse güçsüz Bilal’i işleyebileceği günahlar
yüzünden mahkum etmeyecekti; çünkü ona hiçbir seçenek bırakılmıyordu.
Vahşi
diye bilinen köle, iman etmedi ve dendiğine göre “özgürlük” ile Hz.
Hamza’yı katletme seçeneği arasında bırakıldı; bir çeşit kölelik
içerisinde güç yetirebilme muhtariyeti. Kendisiyle ve kendi durumuyla
hiçbir ilişkisi bulunmayan bir insanı öldürmek büyük bir suçtu ve Vahşi
bu suçu eyleme dökmeyi ihtiyar etti. Vahşi kendi özgürlüğü için kendi
özgürlük sorunuyla hiç alakası olmayan Hz. Hamza’yı katletti ve bu
ediminin sorumlusu oldu. Çünkü Hz. Hamza’yı öldürmeme gücü de tanınmıştı
kendisine.
Ammar
b. Yasir köle bir kadınla Kureyşli olmayan bir adamın oğluydu. Kendisi
köle değildi, fakat Mekke toplumsal dengeleri bakımından bir kölenin
oğluydu, ayak takımındandı. Köle annesi ve arkasız babası bir çok
işkenceye uğradı ve şehid edildi. Kendisine uygulanan ağır işkenceler
yüzünden müşriklerin hoşlanacağı sözler söyledi. Bu büyük bir suçtu,
fakat arkasız olan Ammar, bu suçu işkence altında işlediğinden masum
sayıldı.
Mekke’de
köle ve sahipsizlere karşı efendiler her türlü tasarrufa sahiptiler.
Özgürlere ise ailelerinden başkası dokunamazdı. Hz. Huzeyfe
bunlardandır. O, Mekke’nin efendilerinden birinin oğludur. İman
etmiştir, ancak kendi ailesinden başkası ona eza etme tasarrufuna sahip
olamamıştır. Dolayısıyla Hz. Huzeyfe ne masum ne de güçsüzdür; bütün
davranışlarından mesuldür.
Bilal’e
ve Ammar’a tanınan imtiyaz; dar bir seçenek de olsa, salt o eyleminde
güçlü olduğundan, o eyleminde Vahşi’ye ve özgürlere, mesela Huzeyfe’ye
tanınmamıştır.
Köle
bir toplum olarak anlatısı aktarılan Kur’an vahyindeki tek toplum
İsrailoğullarıdır. Bu toplumun Yunus 83. ayetinde aktarılan tutumları
korkuya bağlı kılınarak geçiştirilmiştir: “Firavun
ve onun seçkinler çevresi kendilerine zulmeder korkusuyla kavminden
ancak bir zürriyet/bir grup genç Musa'ya olan inançlarını açıkladı:
çünkü Firavun ülkede gerçekten de nüfuz ve iktidar sahibiydi, ve üstelik
ölçüsüz, acımasız biriydi”. Ayetin tefsirinde, mesela Tefhim Tefsirinde, “Daha
sonra gelen kelimeler açıkça göstermektedir ki, İsrailoğulları Hz.
Musa'nın (a.s) nübüvvet ve risaletine inanmadıkları için değil,
Firavun'un zulmüne duçar olmaktan korktukları için çekimser
davranmışlardır”. denmektedir. M. Esed ise; “‘Alâ
havf” ifadesi, imanlarını açığa vurmaktan çekinmeyenlere izafeten,
“korkularına rağmen” anlamıyla yorumlanacak olursa, yukarıdaki cümlenin
anlamı şöyle olacaktır: ‘Firavun ve onun seçkinler çevresinin
kendilerine zulmedecekleri yolundaki korkularına rağmen, kavminden küçük
bir grup Hz. Musa'ya olan inançlarını açığa vurdu’. Ayet'in bu yolda
anlaşılması, bizim tercümemizi destekleyici yönde, çoğunluğun korku
yüzünden imanlarını açığa vurmaktan kaçınmış olduğu anlamını da içinde
taşıyacaktır” ve ‘Musa'ya
inandılar’; ayetin devamı, burada söz konusu olanın, imanın kendisi
değil onun açığa vurulması olduğunu gösterdiği için bizim aktarımımız da
bu yönde olmuştur. diye açıklamaktadır. Yani “Musa’nın
kavminden ancak bir grup genç Firavun’un ve önde gelenlerin korkusuna
rağmen Musa’ya iman ettiklerini açıkladılar; kavminin geri kalanı ise
korkudan Musa’ya iman ettiklerini açıklamadılar” gibi bir anlam
tefsirlerde söz konusu edilmektedir. Bu köle toplum, imanlarını
açıklamamakla masum olmadıklarını göstermiştir ve fakat korkunun
dehşetiyle güçsüz bırakıldıklarını açıkça anlamaktayız. Güçsüzlük,
onların köleleştirilmesi sayesinde mümkün olduğundan bu toplum bu
eyleminden sorumlu kılınmamıştır. Bu toplumun bu eyleminin objektif
açıklamasından başka Kur’an vahyinde topluma dönük hiçbir başka olumsuz
kritik söz konusu edilmemiştir (İlgili ayetin siyak ve sibakına ve
tefsirlerle karşılaştırmalı bakınız).
“Kürt”
ve “kölelik” ayracından önceki pasajdan devamla, Kur’an vahyinin ergen
hiçbir kişi, grup ve toplum tekini masum ve güçsüz saymaması, açık
beyanlı istisna örneklemleriyle aksiyomdan ayrılmıştır.
Yani,
her kişi, grup veya toplum tekini kendi içinde ilgili aksiyomla ele
alırken, birbiriyle ilişkilerinde, ilişkinin içerik ve biçimine göre
ilgili aksiyomla ve istisnalarla paradigmasını kurmuştur.
Burada
bir bütün olarak bahsettiğimiz ilişkiler kişi, grup ve toplum tekinin
sosyal, politik, ekonomik veya diğer içerik ve biçimlerdeki kendi
aralarındaki ilişkilerdir. Bir bütün olarak bahsini yaptığımız aksiyom
ve ayraçlar bu ilişkiler bağlamındadır. Yani kişi, grup veya toplum
teklerinin itikadî-soyut Allah inancı ile kurulan ilişkiler ne
masumiyete ne de güce ihtiyaç duymaz. Bir kölenin, salt soyut Allah
inancı ile ilişki kurabilmesine onun güçten düşürülmüş olması engel
değildir.
Kur’an
vahyi evrensel ön-kabullerle yerel istisna ayraçları arasındaki
ilişkinin kurulma yetisi olarak ergen dönemi standart bir sınır için
açıklar. Çünkü ergenlik çağı, evrensel
olanı yerel olana bağlama ve -eğer evrensel olan kalkış noktası
değilse- yerelden evrenseli kesbetme gücünün mümkünden imkana geçtiği
çağdır: “Lemmâ beleğa eşeddehu vestevâ; güçlü ve olgun çağına
ulaştığında; 28/14”. Bu çağda kişi teki aksiyomla ayraç farkını ayırt
etme yetisini haiz kabul edilir: “âteynâ humken ve ilmen; muhakeme ve
ilim yetisi verdik (edindi); 28/14 ikinci cümle”.
Bu
yetiyi gereği gibi kullanamayan yetişkinler, ilk-el olan
evrenselliği/aksiyomu/nesneli açıkça “ilkel” olarak kullanır ve
yerel/öznel olanı harcayarak bütünlüğe doğru ilerlemesini sürdüremez.
Oysa
bütün kişi, grup ve toplum teklerinin sosyopolitik ilişkilerini
objektif-yansız ele almayı Kur’anî bir evrensel duruşla yapan Müslüman
bir yetişkin veya ergen, bu evrenselliği yine Kur’anî bir ayraç
duruşuyla haklıya, mazluma veya mustazafa karşı zararsız hale getirerek
ilerlemesini sürdüren kişi olmakla yükümlüdür.
Kur’ani
ayraç yerel olana, öznel olana, özel olana ilişkindir. Bir aksiyom
olarak kişi, grup ve toplum teklerinin ilişkilerini kendi içinde ve
kendi aralarında yansız olarak ele almak, işin başında fıtri olan ve
ilahî olan niyetselliği sergilemek anlamına gelir, bu niyetsellik
başlangıçta meseleye ahlakî olarak yaklaştığınızın tüm taraflara ilan
eden bir ispattır. Ama hemen hemen sorun üreten tüm ilişkiler, ilişkinin
kavramsal içeriğine (termilojisine) ve ilişkinin yapısal biçimine
(morfolojisine) vakıf olmayı gerekli kılmaktadır. İşte meselelere dönük
evrensel yaklaşımın, meselenin içerik ve biçimini dikkate alarak ona
müdahale etmesi yerele/öznele/özel olana veya ayraca doğru ilerlemesiyle
imkan dahilinde olacaktır. Evrensel olandan yerel olana ilerleyen
yaklaşım işte ancak böylece bütünlüklü yüce tutum alışı
gerçekleştirecektir.
Mesela; 1.
Bakara suresinin 2/193. ayetinden yaşamı kuşatan evrensel, yerel ve bütünlüklü tecrübeye ilişkin olarak:
a)
Evrensel olan mutlak Kur’anî bilgi; kişi, grup ve toplum ilişkilerinde
esas olan yaşam tecrübesindeki önsel tutum, “lâ udvân; düşmanlık yoktur”
bilgisidir.
b)
Evrenselin yerele doğru ilerlemesiyle mutlak Kur’anî bilgi, tüm bu
ilişkileri “illâ ala’z-zâlimîn; zalimlerden başkası” ayracıyla kayıt
altına alır.
c)
İçeriği ve biçimiyle yaşamı kuşatan ilişkilerdeki saltık evrensel
“düşmanlık yoktur” bilgisini “zalimlerden başkası”yla parentezleyen
Kur’anî ilerleme; yani evrensel olandan yerel olana doğru ilerleyerek
soyut evrensel bilgiyi, yerel/özel olan ayracıyla zihni ve ameli
tutumunu somutlayan Kur’anî bilgi, “lâ tekûne fitnetun ve tekûne’d-dînu
lillah; fitne kalmayıp, din Allah’ın oluncaya kadar” bütünlük hedefini
temin etmek için, “kâtiluhum; onlarla –zalimlerle- savaşın”ı tesis eder.
Mesela; 2.
Âl-i İmrân suresinin 3/28. ayetinden yaşamı kuşatan evrensel, yerel ve bütünlüklü tecrübeye ilişkin olarak:
a) Genel insanlık içerisinde inanan kişi, grup ve toplum teklerinin
birbiriyle “velayete/dostluğa” dair ilişkilerinde tüm ümmeti bağlayan
evrensel mutlak Kur’anî bilgi; velayet kavramının içerdiği özü kapsayan
özsel dostluğun “bir inkâr edenle bir mü’mine karşı veya bir mü’minin
yanından bir inkâr edenle” kurulamayacağıdır. Yani bu, –saltık veya
soyut anlamda- inananlara karşı olmayı
sonuçlayacak bir dostluğun inananın yanında inkâr edenle
kurulamayacağını önseller. Bu yüzden, yaşam tecrübesinde dostluk
ilişkisi -saltık veya soyut- mü’mine karşı biçimsel olarak da kurulamaz.
Yani dostluğun mü’minler arasındaki evrensel yaklaşımını “lâ
yettehizu’l-mu’minûne’l-kâfirîne evliyâ e mindûni’l-mu’minîn; müminler,
müminlerin yanından-yakınından inkâr edenleri dost edinmesinler” diye
belirler. Bu dost edinmeme belirlemesi kişisel, grupsal veya toplumsal
fırsatçılıkla eşdeğerdir.
b) Kur’an,
saltık evrensel öze ilişkin olan bu dostluğu; yaşam tecrübesinde inkâr
edenle kurulan biçimsel dostluğun, dostluk kavramının özüne ilişkin olup
olmamakla ayraçlar. Yani yaşam tecrübesinde evrensel bir yaklaşım olan
dostluğun kavramsal içeriğini, “lâ yettehizu’l-mu’minûne’l-kâfirîne
evliyâ e mindûni’l-mu’minîn; müminler,
müminlerin yanından-yakınından inkâr edenleri (onların -kamusal ve
meşru bireysel- çıkarlarına karşı olacak biçimde) dost edinmesinler” ile
inkâr edenle biçimsel bir dostluğun kurulmuş olmasını ancak
yerel/öznel/özel olanla ayraçlar; bu ayraç veya istisna, “illâ en
tettekû minhum tukâten; korkulacak bir şey dolayısıyla onlardan
korkmanız hariç”, özel olanıdır. Müminler arası evrensel tutum ile
yerellik arasında direk kurulan bir bağla açıklanan ayeti, bu şekliyle
tekrar ettiğimizde ortaya şöyle bir anlam çıkar; “korkmayı gerekli kılan
bazı şeyleri yapabileceklerinden korkmanız hariç, mü’minler,
mü’minlerin yanından inkâr edenleri dost edinmesin”. Çünkü mü’minin
yanından ve ona karşı inkâr edeni dost edinen mü’minin yaptığı şey, eğer
böyle bir ayraca-istisnaya sahip değilse, “men yef’al zâlike feleyse
minallahi fi şey’in”; Allah’tan bir şey değildir. Anlaşılacağı gibi
ilgili ayraç (korku ve sakınma ayracı) tümüyle (zaruri gereklilikle ve
basit çıkarlar adına olmamakla) politiktir ve doğal olarak kavramın
özüne değil biçimine ilişkindir. Bu ayracı dikkate almayan, yani yerele
veya özel olana doğru ilerlemeyen bir evrensellikçinin, ayraca mahkum
olana zarardan başka bir yol göstermeyeceği anlaşılmaktadır.
c)
İçeriği ve biçimiyle yaşamı kuşatan ilişkilerde mü’minleri bağlayan
–saltık- evrensel “inkâr edenleri dost edinmeyin” bilgisini “bir
korunma” ile istisna eden Kur’anî ilerleme; evrensel bilgiyi öznel olana
karşı kayıtlayarak, yerel bilgiyi de evrensel çıkışla veya evrensele
varışla mesul tutarak evrensellikten yerelliğe ilerleyen mü’minin zihni
ve ameli tutumunun varacağı
yeri, “ilallahi’l-masîr; dönüş Allah’adır” gerçeği ile ileri
sürülebilecek evrensellik-yerellik bahanelerini samimiyet ile bütünlüklü
kılmaktadır. Çünkü evrenselliğin somut yerel korku gerçeğini dikkate
alması ve yerelliğin istisnayı istismar etmemesi Allah’ın, mü’minlere
dikkatli olmalarına dair açık ihtarıdır.
Mesela; 3.
Şûrâ suresinin 42/39-43 ayetlerinden yaşamı kuşatan evrensel, yerel ve bütünlüklü tecrübeye ilişkin olarak:
a) Kişi,
grup ve toplum ilişkilerinde yek diğerine zorbalık edene, bağilik edene
karşı birleşenler, bağinin/zorbanın kendilerine yaptığı gibi onu
cezalandırma hakkına sahiptir. Ve fakat, kötülüğü kötülükle
cezalandırmak da benzer bir kötülüktür (veya kötülük doğurabilir): Allah
ise asla zalimleri sevmez, öyleyse evrensel mutlak Kur’anî bilgide esas
olan yaşam tecrübesindeki önsel tutum, af ve barıştır. Çünkü, “men afâ
ve eslehâ fe ecruhû alallah; kim affeder ve barışırsa onun ecri Allah
katındadır”. Af ve barış, zorba ve zorba karşısında birleşenlerin
ilişkiyi ıslah edebilme imkânının her iki taraf içinde anlamlı olduğuna
işaret eder: Zorba af edildiğinde “zorbalık” ortadan kalkıyor ve bozuk
ilişkiler düzeltiliyor ise, illa cezalandırma hakkını kullanmak zulüm
girdabına çekilmeyi sağlayabilir. Zulmü ise, o bir hak üzere bile inşa
edilse, Allah sevmez.
b)
Af, ıslahı sağlama imkanını oluşturmuyorsa, evrensel yaklaşımın yerele
doğru ilerlemesiyle mutlak Kur’anî bilgi, çok önemli bir ayracı temin
edecek vurguyu inşa eder. “Ellezine esâbehumu’l-bağyuhum; kendilerine
zorbalık çattığında”, “yentasirûn; yardımlaşırlar-kendilerini
savunurlar” ve “velemeni’n-tesarû zulmihî” zulümden sonra kendilerini
savundukları ve kötülüğe benzeri bir kötülük ile karşılık
verip zorbalığa karşı yardımlaştıkları için, artık; “ulâike mâ aleyhim
minsebîl; onlar aleyhine bir yol yoktur”. Dolayısıyla zulüm ve zorbalığa
karşı kendini savunanların zulüm işledikleri gibi bir söylem, asılında
yalnızca zalim ve zorba olanı zulme karşı kendini savunanla bir tutma
olur. Çünkü “inneme’s-sebîlu” aleyhinde bir yol bulunan, yani asıl suçlu
ve suçlanacak olan; “alellezîne yezlimûne’n-nâse ve yebğûne fi’l-ardi
biğayri’l-hak; insanlara-halka zulmedip haksız yere yeryüzünde zorbalık
yapanlar”dır.
c)
Af edip ıslah etmek evrenselliğinden yerele ilerlemeyen; yerel olana
hiç bakmayan saltık evrensel yaklaşım, yerelin, yani zulme maruz kalanın
karşılık vermesini benzer bir zulüm olarak ele alır. Af edip
barışma-ıslah etme evrensel imkânını hiç kollamayan yerel olan ise,
zulümden doğan karşılık verme hakkını benzer bir zulme bulaşarak
eylemselleştirebilir. Bu durum hoş karşılanmasa da, mazlumun suçlanması
asıl suçlu olan zalimin pisliğini örteceğinden doğru bulunmaz. Kur’anî
bilgiye göre bütünlüğün tesisi, bu gibi durumlarda zorluğu kabul edilen
en azimli işlerden olan sıkıntıya göğüs gerip af etme imkanının peşinde
olmakla mümkündür. Mücadeleyi bırakmak değil, mücadelenin tüm
sıkıntılarını “bağışlama” üzerine kurmaktır. Yani mücadeleyi sürdürmek
ve bağışlama düşüncesinden vazgeçmeden mücadelenin tüm sıkıntılarına
sabretmektir. Kısaca barışçıl bir mücadeleyi, çok zor da olsa, sürdürmek
esas olmalıdır. “Velemen saberû ve ğafera”, sabredip bağışlamak mazluma
asla “mücadeleden vazgeç” demek değildir, eğer gücü yetiyorsa, af etme
evrenselliğini, yerel olanın savaşımını ıslaha dönük mücadelesiyle
sürdürerek bütünlüklü bir tutum almasıdır. “Eğer gücü yetiyorsa!” Çünkü
“inne zâlike; şüphesiz bu” “lemin azmi’l-umûr; azimli işlerdendir”.
Ve mesela; 4.
Hucurât suresinin 49/9-10 ayetlerinden yaşamı kuşatan evrensel, yerel ve bütünlüklü tecrübeye ilişkin olarak:
a)
Evrensel olan mutlak Kur’anî bilgi; mü’minler arasında kişi, grup ve
toplum ilişkilerindeki önsel tutumun, “inneme’l-mu’minine ihvetun”, yani
kardeşliğin esas olduğu bilgisi üzerine kurulmasıdır. Bütün ilişkilerin
özünü kardeşlik içermelidir. Ve fakat kardeşlik vurgusuyla belirtilmek
istenen şey, sorunsuz bir yaşamın varlığı değil, muhtemel sorunlara
karşı kardeşlik duygusu ve hukuku içerisinde olmaktır. Mesela mü’minler
arasında gözlemlenen savaş tehlikesinde esas olan yaşam tecrübesindeki
evrensel önsel tutum, “feeslihû beynehumâ; aralarını hemen düzeltin“den
“ıslah-barış”tır. Kur’anî bilgiye göre savaş marazi bir durumdur ve
zorunluluktan dolayı söz konusu olan yalnızca bir savunma aracıdır ve
savunma amaçlı olmayan savaş suçtur ve asla başvurulacak
ilk çare değildir. Ve fakat bir savunma aracı da olsa savaş bir gerçek
olarak tarihsel ve güncel bir olgudur. Savaş söz konusu olduğunda
Kur’anî tutum “adalet ve kıst” evrenselliğiyle barış evrenselliğini
kayıt altına alır. Yani savaş kuvveden fiile çıkmış ise, artık barış tek
başına Ku’anî bir ilke olarak ele alınmaz ve “feeslihû beynehumâ”;
barışmanın yanına “bi’l-adli ve aksitû; adalet ve kıst ile” eklenir.
b)
Salt barışı esas alan evrensellik, yerele doğru ilerlemeyince savaşın
taraflarıyla ilişkiye geçmeyecek ve yalnızca deyim yerindeyse barış
adına gözlemde bulunacaktır. Bu ise barışa dair bir ilke olarak evrensel
tutum alışı anlamsızlaştıracaktır. Yaşamla yalnızca gözlem yoluyla
ilişki kuran ve yaşama dair girişimde bulunmayan, yani yerele doğru
ilerlemeyen ve salt soyut barışı gerçek kabul eden evrensellik
karşısında Kur’anî bilginin tutumunu, daha savaş belirtilerinin başında
barışı esas alan, “feaslihû beynehumâ; aralarını düzeltin, onları
barıştırın” evrensel tavrıyla yerele doğru ilerleyerek gözlemden aktör
olmaya sıçrayan bir yaklaşım olarak buluruz. Vukuu beklenen savaşa veya
savaş tamtamlarının çalmasına hemen müdahaleyi barış esası üzerine inşa
eden Kur’anî tutum, vukuu söz konusu olan savaşta ise barışı “adalet ve
kıst” ilkeleri olmaksızın yeterli görmez. Çünkü savaş sürecinde “adalet
ve kıst” ilkelerinden bağımsız bir barış, “hakkı” intaç eden bir barış
değildir artık. Öyleyse Kur’anî tutum, barışı “adalet ve kıst” ile kayıt
altına alan, yani yerel olan ayracı belirleyen tanımla bütünlüğe doğru
ilerlemesini sürdürecektir. Adalet ve Kıst’ı gerekli kılan süreç; “fein
bağet ihdâhumâ ale’l-uhrâ; birinin diğerine tecavüze yeltenmesi”
ayracıdır. Bu ayraç, evrensel barışı-ıslahı kayıt altına alan “adalet ve
kıst” kayıtları öncesindeki temel sorumluluğu da, “fekâtilu’lletî tebği
hattâ tefîe ilâ emrillah; saldırgan Allah’ın emrine dönünceye dek
onunla savaşın” olarak belirler. Yani sorumluluk, savaşan taraflardan haklının yanında yer alıp fiilen olaya ilişkin girişimde bulunmaktır.
c)
Mü’minlerin kardeş olmaları, savaş tehlikesini daha baştan bertaraf
etmek ve savaş sürecinde “adaletle” barışı sağlamak için meseleye
müdahale etmenin önemli bir gerekçesidir. Kardeşlik evrenselliğiyle
inananlara savaşan tarafların meselesine karışma yetkisi verilmiştir.
Soyut evrensellikten yerel olana doğru ilerlemeyen bir gözlem, mevcut
savaşı kardeşlik karşıtı olarak değerlendirecek ve sorunun soyut kardeş
olma bilgisiyle halledileceğini yalnızca düşünecektir. Oysa yerele, özel
olana doğru ilerleyen bir kardeşlik, sorunu kardeşlik çerçevesinde
çözmek için taraflar arasında haklı-haksız araştırmasını ve
tanımlamasını yapacak ve haklı-haksız ikilemine binaen soruna ilişkin
girişimde bulunacak ve barışı sağlamak için “adalet ve kıst“ ölcütlerine
dikkat edecektir. Adalet ve kıst yoluyla temin edilen barış, işte bizi
gerçek bütünlüğe yani, “innema’l-mu’minine ihvetun; bütün mü’minler
kardeştir”i tesis etmeye ulaştıracaktır. Çünkü, “innellahe
yuhibbu’l-muksitîn; Allah muksitleri sever”, yani Allah kardeşler
arasında mümkün olan bir savaşı, adaletle, ama eşit olarak çözmek
isteyenleri sever.
Bütünlük, evrensellik ve yerellikten daha yücedir.
Evrensellik
iyi olmak bakımından ilk-eldir, yani bir çocuğun fıtratının temiz
olması gibi bir oluşmayla iyi olanı deklere eder. Ama yerelliğe doğru
ilerlemediği ve orada doğru olanı bulmaya çalışmadığı zaman, fıtraten
temiz olan çocuğun ergenlikte salt kendi doğrularını edinmesi gibi başka
insanlara zarar verecek hale gelmesi söz konusudur. Yani evrensel olan,
yerel olana doğru ilerleyip (tabi ki doğru bir içerik ve biçimde) ona
müdahale ederek “ilk-el” evrensel olmayı “ilkel” olmaktan kurtarır ve
işe yarar hale getirir. Aksi, halde kendi içinde bir esenlik taşısa da,
evrensel olmakla hiçbir işe yaramamak hemen hemen aynı şeydir.
Evrenselden start almayan yerellik de kendi içindeki esenliğiyle
yapayalnızdır, ama evrensel olana varması mümkündür.
Bütünlük,
tabulaştırılan evrenselliğin ve yerelliğin zararlarından insan
bilincini ve davranışını geliştirip koruduğundan her ikisinden de
yücedir.
Meselelere
müdahale etmeyen çocuksu salt evrensellikten de, evrensel aşamadan
ilerlemeyerek başlangıç hareket noktasını ıskalayan salt yerelcilikten
de (ki bu biçimde de her ikisinin kendi içinde faydalı olduğunun
varsayılmasında hiçbir mahsur yoktur) daha yüce olan “bütünlük”lü tutumu
ve onu edinmeyi “Kürt sorunu”yla örneklemeye çalışalım.
“Kürt sorunu” bütünlüklü zihni ve ameli tutumun örneklemidir.
“Kürt
sorunu” evrensel, yerellik ve bütünlük çerçevesinde, evrensel olanın
ayracı, yani yerele doğru ilerlemesi ve oradan bütüne ilişkin zihni ve
ameli tutumu ortaya koymayı mümkün kılan bir örneklemdir.
“Kürt
sorunu” evrenselliğin yerel, öznel veya özel olan ayracıdır. “Kürt
sorunu”nun yerel olması evrensel olana örneklem teşkil etmesi anlamına
gelir. Yoksa salt bölgesel anlamında değil. Yani, “Kürt sorunu”
bölgeseldir; evet, ama evrensel olana sorumluluk yükleyen, evrensel
olanı girişime zorlayan ve evrensel olanı somutlayarak realize eden bir
sorundur. “Kürt sorunu”nun evrenselin ayracı olması, onun evrensel
olanın kendisi olmadığını anlatır. Evrensel olan daimdir, oysa ayraç
olan yerellik sorun bağlamında muvakkattir. Ve fakat evrensel olanın
daimliği, sürekli değişen ayraçlarla kaim olur. Evrensellik, değişen
ayraçlarla sürekliliğini sağlayıp ilerlemesini sürdürmedikçe bütünlük
gerçekleşmez. Yani yereli olmayan saltık evrensellik bütünlüğü temin ve
tesis edemez. Yerel olan ilgili sorun veya örnek değişene kadar, o
bölgede evrensel olan ile yerel olan aynı şeydir. Yani yerel olana özgü
olmakla evrensel olana özgü olmak mesela, “Kürt sorunu”nda birdir.
Şimdi “Kürt sorunu”nda evrenselden yerele, evrensel yerelden bütünlüğe doğru ilerleyen zihni ve ameli yönteme bakalım.
Devam edecek –inşallah-.
Yavuz DELAL
ufkumuz.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder