“İsmail
Beşikçi ve Türkiye’de İfade Özgürlüğü Sempozyumu”nu düzenleyen
AKADER’i, katılımcı arkadaşları, yurt dışından gelen ve konuşmacı olarak
bu sempozyuma destek veren araştırmacıları ve kurum yöneticilerini
sevgiyle selamlıyorum.
İfade
özgürlüğü sansür ve otosansür kurumlarıyla yakından ilişkilidir.
Türkiye’de sansür ve otosansür, daha çok Kürd sorunu nedeniyle gündeme
gelmektedir. Bu çerçevede iki kavram üzerinde durma gereği hissediyorum.
“Ulusların kendi geleceklerini belirleme hakkı”, “Ulusların kaderlerini
tayin hakkı” Bu iki kavram aynı şey değildir.
İnsanlar,
uluslar kendi geleceklerini kendileri kurarlar. Kendi gelecekleriyle
ilgili planlar, projeler yaparlar, onları kendi düşünceleri ve
eylemleriyle yaşama geçirmeye çalışırlar.
Kader
ise tanrılar tarafından çizilir. 1920 lere bakalım. Kişilerin ve
ulusların kaderini çizen tanrılar kimlerdir? Bu tanrılar, dönemin iki
önemli, önde gelen emperyal devleti ve Ortadoğu’nu iki köklü devletidir.
Dönemin
iki empeyal devleti Büyük Britanya ve Fransa’dır. Ortadoğu’nun iki
köklü devleti ise, Osmanlı İmparatorluğu ve İmparatorluğun devamı olan
Türkiye Cumhuriyeti ile, İran İmparatorluğu ve İmparatorluğu’nun devamı
olan yen İran Şahlığı’dır.
Bu
dönemde, Kürdler’in ve Kürdistan’ın kaderi bu dört güç tarafından
çizilmiştir. Bu dört güç işbirliği içinde, Kürdleri ve Kürdistan’ı
yeryüzünden ve tarihlerden silmek için yoğun bir işbirliği içinde
olmuşlardır. Bu dört güç işbirliği içinde Kürdlerin ve Kürdistan’ın
üzerine çullanmışlardır.
“Biz kaderimize razıyız”
Kürdlerin
ve Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması bu dönemde
gerçekleşti. Bu üçüncü bölünme ve paylaşılma oluyor. Birincisi, 16.
yüzyılın ilk yarısında , Osmanlı İmparatorluğu ve İran İmparatorluğu
arasında gerçekleşmiş, 17. yüzyılın ilk yarısında 1639 da
resmileşmiştir.
İkinci
bölünme, İran kesimindeki Kürdlerin ve Kürdistan’ın bölünmesidir.
1812-1813, 1826-1828 Rus-İran savaşları sonunda, İran kesimindeki
Kürdlerin ve Kürdistan’ın bölünmesi ve paylaşılması gerçekleşmiştir.
Bölgenin kuzey kesimleri Rus İmparatorluğu’nun sınırları içine
alınmıştır.
Bu
konular gündeme geldiği zaman, Kürdler, “biz bağımsızlık istemiyoruz,
bağımsızlık Kürdler için iyi değildir…” gibi laflar ediyorlar. Bunu
sadece PKK söylemiyor. Öbür Kürdler, de, öbür Kürd siyasetleri de, daha
doğrusu Kürdlerin önemli bir kısmı benzer şeyler söylüyorlar. Buysa,
“biz kaderimize razıyız” demektir. Sınır düşünmüyoruz, bayrak
istemiyoruz… demenin bundan başka bir anlamı yoktur.
Halbuki
1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde yaşama geçirilen bu politika
Ortadoğu’daki en kapsamlı, en kalıcı, en derin emperyalist bir
politikadır.
Kürdlerin
ve Kürdistan’ın 1920’lerde, üçüncü defa bölünmesi, parçalanması ve
paylaşılması biz şunu gösteriyor. Bir ulus tarihin belirli bir
döneminde, bölünmeye, parçalanmaya, paylaşılmaya uğradığı zaman, bu
artık kendini üreten, çoğaltan bir süreç yaratmaktadır. Giderek
aşiretler, aileler, bölünmekte, hatta aynı aile içinde kardeşler,
birbirlerine hasım güçler haline gelmektedir. Böylece bölünme,
parçalanma ve paylaşılma hem yaygınlaşmakta
hem de derinleşmektedir.
Uluslararası Düzen ve Kürdler
Bugün
dünyada 207 devlet var. Güney Sudanla birlikte 208 olacak. Bu
devletlerden 193 ü Birleşmiş Milletler’e üye. Bu devletlerden çok büyük
bir kısmının nüfusu bir milyonun altındadır. Nüfusu bir milyonun altında
olan devlet sayısı kanımca 40’dan fazladır. 27 üyeli Avrupa
Birliği’nde, Luxemburg, Kıbrıs, Malta devletlerinin nüfusu bir milyonun
altındadır.
Örneğin
Kıbrıs’ta Rumlar’ın Türklerle toplamı bir milyonu bulamaktadır.
Lüxemburg’un ve Malta’nın nüfusları yarım milyon civarındadır. Estonya,
Letonya, Litvanya, Slovenya gibi devletlerin nüfusları ise, 2-3 milyon
arasında değişmektedir. Avrupa Birliği’nde, sadece, Almanya, İtalya,
Fransa, İngiltere, İspanya’nın nüfusu, Kürdlerin Ortadoğu’daki toplam
nüfusundan fazladır. Belki Polonya, Kürdlerin nüfusu kadar bir nüfusa
sahiptir.
47
üyeli Avrupa Konseyi’nde, Andora, San Marino, Monaco, Liechtenstein
gibi devletlerin nüfusları 30-40 bin civarındadır. Bu devletler
Birleşmiş Milletler’in de üyesidir.
Arap
Birliği’ne ve İslam Konferansı’na üye olan Bahreyn, Katar, Cibuti gibi
devletlerin nüfusları bir milyonun altındadır. Dünyada nüfusları on bin,
15 bin civarında olan devletler bile vardır.
Bütün
bunlara rağmen, Kürdlerin Ortadoğu’nun ortasında, 40 milyonu aşkın
nüfuslarıyla, uluslar arası camiada herhangi bir statüye sahip
olmamaları dikkate değer bir durumdur.
Ortadoğu’nun
ortasında, Kürdlere ve Kürdistan’a bu statüsüzlüğü dayatmalarında
dolayı, başta Büyük Britanya ve Fransa olmak üzere, Avrupa yoğun bir
şekilde eleştirilmelidir. Bu iki emperyal devletde, iktidarda kim olursa
olsun, ister muhafazakarlar, ister solcular, ister liberaller olsun,
her zaman Kürd karşıtı olmuşlardır. Her zaman Kürdleri ezen devletlere
güç vermişler, onlarla işbirliği yapmışlardır. Sovyetler Birliği’nin de
anti –Kürd bir tavır sergilediğini vurgulamak gerekir. Bu dönemde,
Paris’in ve Londra’nın, anti-Kürd tavrıyla Moskova’nın anti-Kürd tavrı
arasında ciddi bir fark yoktur.
Devlet Terörüne Destek
Bugün
Avrupa, hala Kürd sorununu hak, hukuk özgürlük açısından değil, “terör”
kavramı çerçevesinde değerlendirmektedir. Avrupa Birliği, Avrupa
Konseyi gibi kurumlar Kürd sorununu, Kürdistan sorununu hala, “terör”
kavramı çerçevesinde değerlendirmektedir. “Terör ezilecektir”, “Terörün
kökü kazınacaktır” vs. 1920’lerde kurulan Kürd karşıtı statükoyu, yani
Kürdleri, Kürdistan’ı statüsüz bırakan statükoyu savunmaktadır. Bu
bakımdan, Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi gibi kurumaları yoğun bir
şekilde eleştirilmesi gerekir. Avurpa Birliği’nda, Avrupa Konseyi’nde,
nüfusları yarım milyonu bulmayan devletler varken, 30-40 bin civarında
nüfusu olan devletler varken 40 milyonu aşkın nüfusa sahip Kürdlerin
mücadelesinin “terör” kavramı çerçevesinde değerlendirilmesi ciddi bir
eleştiri konusu olmalıdır. Batı Akademisi, Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi de dahil Batı yargı kurumları, Batı basını, Uluslar arası Af
Örgütü de dahil sivil toplum kurumları eleştirilmelidir. Bu kurumlar,
“teröre karşıyız” diyerek devlet terörüne sınırsız destek veriyorlar.
“Teröre karşıyız” diyenlerin, devlet terörü konusunu özenli bir şekilde
görmezlikten geldikleri ise dikkate değer bir durumdur.
Kaldı
ki Kürdler, örneğin 200 yıldır özgürlük mücadelesi veriyorlar. Bu
dönemde, nüfus olarak kayıplarını milyon rakamlarıyla ifade etmek
gerekir. Çok ağır bedellere rağmen olumlu bir sonuca varılmaması,
uluslar arası camianın anti-Kürd tavrından, devlet terörüne destek olan
tavrından ileri gelmektedir. Halbuki yukarıda adı geçen devletler,
hiçbir bedel ödemeden böyle bir statüye kavuşmuşlardır. Örneğin, Kürdler
sadece 1988 yılında, Enfal sırasında 200 bine yakın kayıp vermiştir.
Örneğin, 1937-1938 de Dersim’de Kürderin kaybı, 50 binden fazladır.
Bugün,
PKK’nin üslendiği Qandil, bir gün Türk savaş uçakları tarafından ikinci
gün İran savaş uçakları tarafından bombalanmaktadır. Üçüncü gün
Qandil’i her iki devlet birden bombalamaktadır. Köyler yakılıp
yıkılmakta, insanlar ölmekte, sürüler telef olmaktadır. Kürdistan doğası
tahrip edilmektedir .Irak merkezi hükümeti bu duruma sessiz kalmakta,
Suriye bu tutumu desteklemektedir. ABD; AB, Rusya Federasyonu, Kürdlerin
çığlıklarını duymamaktadır. Böylesin anti-Kürd bir statükonun nasıl
kurulduğu, nasıl bugüne kadar korunarak kollanarak geldiği, elbette çok
ciddi bir incelemenin konusu olmalıdır.
Tarımda
bazı zararlılar vardır. Süne zararlısı, kımıl zararlısı, çekirge
zararlısı, tarlaların, farelerin baskınına uğraması, kuraklık… Bunlar
mevsimlik zararlılardır. Ve bazı yıllarda görülürler. Görüldüğü yıllarda
Kürdler için bir felaket yaratırlar. Ama, Kürdler, çok daha ağır
felaketler de yaşamaktadırlar, Bunlar yapısaldır. Süreklidir. Kürdlerin
üzerindeki Türk, Arap ve Fars felaketi budur. Bunun birinci derecede
sorumluları ise, 1920, dönemin iki emperyal devleti Büyük Britanya ve
Fransa’dır. Giderek Avrupa’dır, Batı dünyasıdır.
Yukarıda
adı geçen bu devletlerin devlet olma haklarına elbette karşı
durulmuyor, sadece, Kürdlere, Kürdistan’a kaşı geliştirilen anti-Kürd
tavır, devlet terörüne destek veren tavır irdelenmeye çalışılıyor.
Bugün Batı kurumları, Avrupa, ABD, AB vs. devlet terörüne sınırsız bir destek vermektedir.
9
Kasım 2005’i hatırlayalım. Ogün, JİTEM unsurları, Şemdinli’de, Seferi
Yılmaz’a ait Umut Kitabevi’ne bomba attı. Halk bomba atanları yakaladı. O
günkü Kara Kuvvetleri Komutanı, Umut Kitabevi’ne bomba atanları, “iyi
çocuklar” diye tarif etmişti. Bu olayda, devlet suçüstü yakalanmıştı.
Ama, ne AB, ne de Avrupa Konseyi bu olayı değerlendirmedi. Devlet
teröründen dolayı Türkiye’yi protesto etmedi. Bu olayı görmezlikten
geldi. Halbuki gerillaların güvenlik güçleriyle mücadelesinde aynı
kurumlar, bu kurumları üyesi devletler, gerillayı suçlamak için
birbirleriyle yarışa giriyorlardı. İşte bütün bunlar, devlet terörüne
verilen bir destektir.
Bu olayda, hukukun nasıl katledildiği de ayrı bir konudur. Bu, ayrıca değerlendirilmesi gereken bir konudur.
“Düşün
suçu” davalarından dolayı, Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde
mahkum oluyordu. Mahkumiyetler gittikçe artıyordu. Bu mahkumiyetlerden
dolayı, tazminat ödemesi gerekiyordu. Bu konuda, 1995 yılında, dönemin
başbakanı Tansu Çiller şöyle söylemişti: “Bu tazminatları öderiz,
yapacağımızı da yaparız…”.
Bu,
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne kafa tutmak anlamına geliyordu. Ama,
AHİM’in bu konuda, Türkiye’ye karşı hiçbir yaptırımı olmamıştır. Yazı,
kitap, düşün açıklamaları Türkiye’de her zaman suç olarak
değerlendirilmiştir. Özellikle Kürdlerle ilgili düşün açıklamaları her
zaman suç olarak değerlendirilmiştir. 1990’ların ortalarından beri, bu
konularda bazı yasal ve anayasal değişiklikler yapılmıştır. Ama her
defasında, düşünce, ifade suç olarak korunmuştur. Bu tutumlar da devlet
terörüne destek vermekten başka bir şey değildir. Anayasa’nın 90.
Maddesinin 5. Fıkrası da, örneğin, genel olarak, Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi kararları lehinde değerlendirilmemektedir.
Bugün
Avrupa, Kürd kimliğini tanımamaktadır. Bugün Almanya’da bir milyonun
üzerinde Kürd yaşamaktadır. Fakat bunlar Türk olarak kabul edilmektedir.
Kürdler örneğin Fransa’ya, İngiltere’ye, Türkiye’den gitmişlerse Türk,
Irak’tan gitmişlerse, Arap, İran’dan gitmişlerse Fars kabul
edilmektedirler. Kürd kimliğini tanımamak, Devlet terörüne destek
olmanın bir boyutu da budur. Bu Kürdlerin sürgünlük yaşayan Kürdler
olduğunu da hatırlatmak gerekir.
“Bölücülüğe, ayrılıkçılığa karşıyız”
Kürdlerin
önemli bir kısmı, “biz bölücülüğe, ayrılıkçılığa karşıyız, biz
devrimciyiz, enternasyonalistiz…” diyorlar. Benzer bir ifadeyi, biz
ümmetçiyiz” diyerek İslamcılar da kullanıyor. Bu sözde, tarih bilinci
yoktur, toplum bilinci yoktur. Çünkü bölünen,
parçalanan, paylaşılan sensin. “Biz bölücülüğe karşıyız” demek,
1920’lerde, Kürdlerin başına geçirilen bu lanetli çorabın, bilincine
varmamak demektir. Halbuki, Kürdlerin ve Kürdistan’ın bölünmesi,
parçalanması ve paylaşılması, Kürdlerde, bir insanın iskeletinin
parçalanması gibi, beyninin dağılması gibi bir etki yaratmıştır.
Bazı
Kürd araştırmacılar da, Kürdistan ve Kürdler, İran, Irak, Suriye,
Türkiye arasında paylaşılmıştır” gibi şeyler söylüyorlar. Bu söylemde de
gelişmiş bir tarih bilinci ve toplum bilinci yoktur. Çünkü bu söylem
emperyal güçlerin Kürdler ve Kürdistan hakkındaki projelerini,
düşüncelerini gizlemektedir. Öte yandan 1920’lerde Irak, Suriye var
mıydı? Irak, Büyük Britanya’nın, Suriye Fransa’nın mandası (sömürgesi)
ydi. Kürdler ve Kürdistan hakkında karar alanların emperyal devletler
olduğu besbellidir. Büyük Britanya, Irak’a 1930’ların başlarında
bağımsızlık verdi. Fransa ise Suriye’ye İkinci dünya Savaşı’ndan sonra
bağımsızlık verdi.
Tarih
bilincinden, toplam bilincinden yoksun olanlar ise, , “Kürdler,
Irak’ta, İran’da, Türkiye’de, Suriye’de dağınık bir şekilde
yaşamaktadırlar…” şeklinde bir ifade kullanıyorlar. Sanki Kürdler M.Ö.
2000 yıllarından bari böyle yaşıyorlar şeklinde bir izlenim yaratmaya
çalışıyorlar. Kürdllerin ve Kürdistan’nın neden ve nasıl bölündüğü
konularına hiç değinmiyorlar…
1919-1920’leri
yaşayan Yahya Kemal Beyatlı bir yazısında, bölünmenin, parçalanmanın ne
kadar ağır durumlar yarattığını anlatıyordu. “Şunun bunun mandası olmak
önemli değildir, yeter ki bölünmeden kalalım, bir bütün olarak
kalalım…” diyordu.
Toplum Bilinci, Tarih bilinci
1962-1963
yıllarında Bitlis’de askerlik yaptım. 1993 yazında, Van, Başkale,
Yüksekova, Şemdinli, alanlarında bulundum. Buralarda, gerek şehirlerde
gerek kırsal alanlarda pek çok kilise kalıntı gördüm. Bu kiliselerin
çevresinde, bazı harabe haline gelmiş binalarda define arandığını
gördüm…
Bu
kiliselerin cemaatı nerededir, demek, buralarda neden define aranıyor
diye sormak, toplum bilinciyle, tarih bilinciyle ilgili bir durumdur.
Ama,
1962-1963… ben böyle bir bilinci sahip değildim. “Bu kiliselerin
cemaatı nerededir” diye sormak, “neden buralarda define aranıyor, kim
paralarını, mücevherlerini saklamış… diye sormak bilincine sahip
değildim. Bitlis’de, Mutki’de, Hizan’da, Tatvan çevresinde vs. define
arayan pek çok insanla karşılaşmıştım.
1962-/1963
Siyasal Bilgiler okumuşum. Siyasal Tarih, Anayasa Hukuku, Devletler
Hukuku, Mukayeseli Devlet İdaresi, Ceza Hukuku, Siyasal Düşünceler
Tarihi, İktisadi Düşünceler Tarihi, Siyasal Patiler, Kamuoyu, İnsan
Hakları ve Hürriyetleri, Sosyoloji, İktisat, Maliye…vs. her bir ders
okumuşum. Ama yukarıda belirtilen sorunun bilincine sahip değilim.
Ermeni-Asuri-Süryani
soykırımı konusunu bilincine, Ermeni, Asuri-Süryani malları, Rum
malları konusunun bilincine 1970’lerde, 1980-1990 larda varmaya
başladım.
Özerk
Kürdistan gündeme gelsin gelmesin, bu düşünce yaşama geçsin-geçmesin
Kürdistan’ın ve Kürdlerin bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması ciddi
bir inceleme konusu olmalıdır. Bu konu bilimin, siyasetin, diplomasinin
kavramlarıyla incelenmelidir. Bu konularda, yoğun bir bilinç
gelişmelidir.
Temel
konu şudur: Bugün Başbakan, Recep Tayyip Erdoğan, Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti için, Filistinliler için ne istiyor? Kürdler için neden
bunları istemiyor, Kürdlerin özgürlük ve eşitlik taleplerine neden karşı
çıkıyor?.. Bu konuların da ciddi bir şekilde incelenmesi, irdelenmesi
gerekir.
İfade Özgürlüğü, Sansür, Otosansür II
Teşekkür Yücel hoca…
İfade
özgürlüğü, sansür ve otosansür kurumlarıyla yakından ilişkilidir.
Bunlar birbirlerini etkilerler. İfade özgürlüğünün kısıtlanması,
sansürün, otosansürün .kurumlaşması Kürd sorunuyla yakından ilişkilidir.
Bunları belirtmeye çalışacağım.
Sansür,
yazının, haberin, kitabın, karikatürün vs. önceden denetimi demektir.
İlgili makam, yazıda, kitapta, karikatürde, haberde bir sakınca görürse
bunların yayımlanmasına izin vermez.
Sansür
uygulamasından dolayı halkın kaybı çok büyüktür. Çünkü, kendi ülkesinde
veya dünyanın herhangi bir yerinde cereyan eden olaylar hakkında bilgi
sahibi olamaz. Ama esas kayıp, habere, yazıya veya kitaba konu olanlar
içindir. Çünkü, bir hükümet, eğer herhangi bir alanda operasyon
yapıyorsa, köyler yakılıyor, insanlar kaçırılıyorsa, sansürdern dolayı
ülkenin geri kalan insanları bu olaylar hakkında bilgi sahibi
olmadığından bu olaylara ilişkin demokratik tepkisini gösteremez.
Böylece operasyona uğrayan halk yalnız kalır.
Sansürün
kaldırılmasıyla, haber, kitap, yazı veya karikatür yayımlanır. Bu sefer
sakıncalı bulunan bu yayınlar hakkında toplatma kararları verilebilir.
Soruşturmalar, davalar açılabilir. Toplatma karaları da bir çeşit
sansürdür. Toplatma karaları sonucunda kamuoyu, o kitaba, yazıya vs.
ulaşamaz.
Demokratik
olmayan devletler, sansürü kaldırıyorlar ama, düşünce açıklamalarına
karşı çok yoğun idari ve cezai yaptırımlar getiriyorlar. Yazarlar,
araştırmacılar, gazeteciler bu idari ve cezai yaptırımlarla
karşılaşmamak için bazı gerçeklikleri görmezlikten geliyorlar, onlara
hiç dokunmuyorlar veya, olayları çarpıtıyorlar, olayların özünü
boşaltıyorlar veya olayları saptırıyorlar. Devletin yaptığı
kısıtlamaları kendi kendilerine yapıyorlar. Kendi beyinlerine kendileri
karakol kuruyorlar. Örneğin, devlet terörüne ilişkin haberleri, yazıları
vs. okuyuculara iletmiyorlar.
Otosansür
de halk için bir kayıptır. Ama esas kaybı otosansürü yapan
araştırmacı, yazar veya gazeteci yaşamaktadır. Çünkü, bunlar, çift
kişilikli, çifte standartlı insanlar haline gelmektedir.
Sansürün
veya otosansürün başta Kürd sorunundan dolayı getirildiği
bilinmektedir. Ve ifade özgürlüğüyle yakından ilişkili olduğu
bilinmektedir. Sansüre, otosansüre karşı mücadele geliştikçe ifade
özgürlüğü gelişmektedir. İfade özgürlüğü geliştikçe, sansür ve otosansür
de azalmaktadır. Kürd sorununa karşı ilginin çoğalması, eleştirile
düşüncenin gelişmesi, sansürü, otosansürü azalttığı gibi ifade
özgürlüğünü de geliştirmektedir. Kürd sorununa karşı ilgi ise, bazı
durumlarda risk almayı gerektirebilir.
Batı Akademisi ve Sovyetler Birliği Bilimler Akademisi, Rusya Bilimler Akademisi, Kürd-Kürdistan Sorununa Nasıl Yaklaşıyor?
Batılı
akademisyenlerin Kürd sorunu, Kürdistan sorunu ele alış biçimleri var.
Örneğin, “İran Kürdistan’ı “ diye başlıyorlar. Orada olup bitenleri
anlatıyorlar. Ondan sonra “Irak Kürdistan’ı “ diye başlıyorlar. Tekrar
başa dönerek, orada olup bitenleri anlatıyorlar. Ondan sonra, “Türkiye
Kürdistan’ı” diyerek tekrar başa dönüp, burada olup bitenleri
anlatıyorlar.
Daha
sonra da “Suriye Kürdistan’ı” denerek Suriye’de olup bitenler
anlatılıyor. Sovyetler Birliği Bilimler Akademisi de aşağı-yukarı böyle
bir yöntem izliyor.
İran
Kürdistan’ı, Irak Kürdistan’ı, Türkiye Kürdistan’ı, Suriye Kürdistan’ı
diyen akademisyenlerin, herkesin bir Kürdistan’ı olduğunu, ama Kürdlerin
bir Kürdistan’ı olmadığını sorgulamamaları dikkate değer bir durumdur.
Bu,
Kürdler ve Kürdistan konusuna sağlıklı bir yaklaşım değildir. Temel
soru, Kürdlerin ve Kirdistan’ın neden bölündüğü, parçalandığı ve
paylaşıldığıdır. Kürdler ve Kürdistan hakkındaki bilgilerimiz
zenginleştirecek olan bu tutumdur. Bu, Kürdlerin zaaflarını da ortaya
koyacak olan bir sorudur. Zira, bölünme, parçalanma, paylaşılma gibi
operasyonlara muhatap olmuş bir ulus, zaaflar yaşayan bir ulustur. Hasım
güçler, bu ulusun zaaflarından yararlanarak ona böyle bir politika
uygulamaktadırlar.
Akademik Özgürlük, İfade Özgürlüğü
Bu
sempozyumda, ifade özgürlüğü, akademik özgürlük çok konuşulan kavramlar
oldular. Bu kavramlara da açıklık getirmek gerekir. İfade özgürlüğü
yoksa akademik özgürlük yoktur. Herhangi bir devletin siyasal
sisteminde, resmi ideoloji kurumu varsa, düşün kısıtlamaları varsa, bu,
basında, üniversitede, yargıda, her yerde etkili bir kurumdur.
Üniversitede etkili olmaması için bir neden yoktur. Demokratik olmayan
devletlerde, resmi ideoloji, siyasal sistemin, siyasal rejimin en önemli
kurumudur. Ama bu her zaman varlığı görmezlikten gelinen bir kurumdur.
1971
de, 12 Mart rejiminde, Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanı, Prof. Dr.
Mümtaz Soysal, Anayasaya Giriş isimli kitabından dolayı yargılanıyordu.
Yargılama, Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesi tarafından
yapılıyordu. Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi, İstanbul Üniversitesi
profesörleri arasından beş bilirkişi seçmişti. Bilirkişiler, Prof. Dr.
Selçuk Özçelik (Anayasa Hukuku), Prof. Dr. Önder Ayhan, (Ceza Hukuku),
Prof. Dr. Amiran Kurtkan, (Sosyoloji) Prof.. Dr. Sbahattin Zaim (Sosyal
Politika), Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş (İktisat) idi.
Bilirkişiler,
“kitapta suç unsurları var” şeklinde rapor verdiler. Bu, Türkiye’de
bilim olmadığının, bilimsel düşünce olmadığının, bilim ahlakı hiç
olmadığının göstergesidir. Beş profesör, başka bir profesörün kitabını
içinde suç var mı yok mu diye okuyorlar.
Profesörler,
herhangi bir kitabı istedikleri gibi eleştirebilirler. Kendi
doğrularını dile getirebilirler. Ama bir kitabın içinde suç var mı, yok
mu diye okunması, düşüncede suç aranması, bilim yöntemine aykırı bir
durumdur. Zira bilim sınırsız bir düşün özgürlüğü ortamında üretilir.
Bilim, bilim ortamında üretilir. Bilim ortamı, özgür eleştiri ortamı,
ancak, sınırsız bir düşün özgürlüğüyle oluşur.
“Ben
solcu bir kişiyim. Bu profesörler ise sağcıdır, tarafsız değildir.
Tarafsız bilirkişiler istiyorum” şeklindeki bir itiraz veya savunma da
bilim yöntemine aykırıdır. Bilim anlayışına uygun savunma veya itiraz
şöyle olabilir: Profesörlerin, düşüncede suç aramaları, kitabı, içinde
suç var mı yok mu diye okumaları, bilim yöntemine aykırıdır. Bilim,
bilim ortamında, özgür eleştiri ortamında üretilir. Bilim ortamı özgür
eleştiri ortamı sınırsız düşün özgürlüğünde oluşur. Bu bakımdan
bilirkişilere de bilirkişilik kurumana da karşıyım, “Bu kitapta suç
unsurlarına rastlanmamıştır…” diye rapor verilmesi de anlamlı değildir.
Mümtaz
Soysal yargılanması 1970’lerde kaldı, diye tepki gösterilmesi de
yanlıştır. Bu durum günümüzde, belki daha ağır bir şekilde devam
etmektedir. Profesör olmak, akademik özgürlük, akademisyenleri resmi
ideolojinin yaptırımlarına karşı korumamaktadır. Önemli ve gerekli olan
ifade özgürlüğünün savunulmasıdır.
(Uluslararası İsmail Beşikçi Sempozyumu'nda Yapılan Konuşma)
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder