9 Eylül 2011 Cuma

Asker için Kürt Demek 'Düşman' Demek!

‘Atatürk’ün ordusu’, ‘laik rejimin bekçisi’, kendini sadece ‘dış düşmana’ değil ‘iç düşmana karşı’ da görevli sayıyor. Yunanistan, Ermenistan, Suriye halen düşman sayılıyor. Bu düşman komşulara Saddam rejiminin yıkılmasından sonra federal bir ülkeye dönüşen Irak’taki 5 milyon nüfuslu Federal Kürdistan da eklendi.


Bu 58. Burdur Er Eğitim Tugayı’nda çok önceden hazırlanmış olan ‘Türkiye’ye yönelik tehditler: Yıkıcı ve bölücü faaliyetler- İrticai faaliyetler’ adlı konferansın ‘irtica’ kısmı sonradan programdan çıkarılmış. Konferansçı, Binbaşı rütbesinde, yeni dünya düzenini anlatarak başladığı konuşmasında, Türkiye’nin sürekli güçlü bir orduya ihtiyaç duyduğunu vurguluyor. ‘Zira düşmanlarımız var ve geçmişte yaşananları unutmuyorlar’ retoriğini kullanıyor. Bu teorik eğitimin amacının ‘ulusal bütünlüğü güvencede tutmak olduğunu’ vurgulayan subay, ‘Bu kısa sürede sizlere silah kullanmayı bile öğretiyoruz, zira bir gün ne olacağını bilmeyiz, belki lazım olur. Hiçbiriniz yaşadığınız ülkelerde güvencede değilsiniz’ diyor. Türkiye’nin geçmişteki dış düşmanları olan Sovyetler Birliği, Suriye ve Yunanistan’ın yerini şimdi Kuzey Irak tehlikesinin aldığını belirten Binbaşı, aslında Türk bağımsızlık savaşının devam etmekte olan bir süreç olduğunu ve bunun zamana göre psikolojik ve sıcak savaş olabileceğini vurguluyor. ABD ve AB’nin emperyalist emeller peşinde koştuklarını savunan konuşmacı, “Her Türk evladı bilmeli ki Avrupa için Sevr bitmemiştir. Bu bir dinler, ırklar ve medeniyetler, savaşıdır. PKK, Ermeni meselesi vs hepsi Avrupa’nın işidir” diyor.

‘Atatürk’ün dindarlığı ve üstün kişiliği’

“Laiklik“ ve “Atatürkçü düşünce sistemi“ ve “Atatürk’ün üstün kişiliği“ konulu üç ayrı konferanstan ilkini Diyanet İşleri Başkanlığı’ından sosyal bilimci bir doktor verirken, diğer ikisinde üst rütbeli subaylar konuşmacı. Mustafa Kemal’in “bir din düşmanı“ olmadığı, aslında İslam dinine büyük hizmetleri geçmiş bir asker olduğu vurgusu yapılıyor. M. Kemal’in, İslam dinine hizmetleri’ kimlik problemleri taşıyan ve dini inançları milli duygularından daha ağır basan ikinci kuşak, muhafazakar göçmenlere benimsetilmeye çalışılıyor. “Eğer Atatürk olmasaydı camiler kiliseye çevrilecekti. Ezan yerine çanlar çalacaktı“ diyen konuşmacı söylemini Atatürk’ün “anti emperyalist“ fikirleriyle bütünleştiriyor. Aynı zamanda Din İşleri Yüksek Kurulu üyesi de olduğunu söyleyen sosyal bilimci, “Türkiye’de yapılan laik-anti laik tartışmasının art niyetli olduğunu savunuyor. “Bir takım gruplar değişik faaliyetler altında TC rejimini zaaf altında bırakmaya çalışıyorlar. Sanki laiklik Türkiye’de bir dinmiş gibi fikir yürütenler var. Bunlar akil ve rejimle problemli, art niyetlidirler. Hatta bu sözde aydınlar, zihinsel aydınlanma sürecini tamamlamamışlar“ diyor. Türkiye’deki laikliğin kendine özgü olduğunu savunan konuşmacı. Tıpkı ilk üç halife döneminde olduğu gibi İslamdaki ayrılığın bir iktidar çatışmasının sonucu olduğunu, dolayısıyla da günümüzdeki “laik anti laik“ tartışmasının da bu anlamda ele alınması gerektiğini iddia ediyor. Doğu ve Batı iktidar kültürlerinde farklı olarak ile Kemalizm’in kendine özgü bir iktidar anlayışı olduğunu anlatıyor. Karakteri ne olursa olsun, vatandaşın devlete itaat etmesi gerektiğini, dolayısıyla dinin de devletin hizmetinde olması gerektiğini savunuyor. “Devlet ve din arasındaki çatışma bir Batı fenomeni. Batı’daki demokratik sistem bunun üzerine kuruldu. Oysa, Hz. Muhammed’in ölümünden sonra ortaya çıkan çatışma, İslam ve yorumu üzerine değil, iktidar ve halifelik kavgasıydı. Din ve devlet arasındaki kavgayı önlemek için, karakteri ne olursa olsun, rejimi kabul etmek lazım. İlk sahabelerin devlet anlayışı üzerinde düşünmek lazım. İlk üç müslüman lider, Ali, Osman ve Ömer iç çatışmalar sonucunda öldürüldüler ve adam kayırmadan dolayı da katilleri bulunamadı. Buna karşın, Mustafa Kemal de Hilafeti kaldırarak Allah ve insan arasındaki aracılığı ortadan kaldırdı. Yani adam kayırmaya son verdi.”

Bir muharebe albayın verdiği, salonda sessizliğe çok dikkat edilen “Mustafa Kemal’in kişiliği“ konulu konferansta da Atatürk’ün dindarlığı anlatılıyor. “Gittiğimiz yol iman yoludur. Biz de iman kuvveti vardır. Bu dava bir namus davasıdır“ diyen Atatürk’ün din düşmanı olmadığına vurgu yapılıyor. M.Kemal bir asker, bir iletişim uzmanı, bir profesör, “yetim kalmış bir ulusu evlatlık edinmiş bir baba. İslam dinine karşı olmadığı gibi Arap milliyetçiliğinde başka birşey olmayan ümmetçilikten kurtarıp Türk ulusunu yarattı“ diyen Albay’a göre M.Kemal’in başarısı geniş kültürlülüğü, zekası ve aynı zamanda da inancında yatıyordu. “Bazı askerleri yüksek sesle Kur’an’dan ayetler okuyarak düşmanın üstüne, ölüme öyle koşarlardı“ diyor.

M. Kemal, Batı’da yetişmiş bu Türk vatandaşlarına sadece karizmatik bir lider değil, bir mit, bir masal kahramanı olarak sunuluyor. Yaşamında model tip eksikliğinden dolayı kimlik ve aidat kaygıları olan gençlere Atatürk, yaşamı mucizevi başarılarla dolu, bir toplum dinin peygamberi şeklinde sunuluyor. M. Kemal’in modern ve kadın erkek eşitliğinden yana olduğunu anlatan albay örnek olarak da, “Atatürk, erkeğin cesur, kadının iffetli olması ama her ikisinin de vatana bağlı olması lazım“ diye anlatıyor. Tamamı MGK’dan gelen ve alanlarında uzman üst rütbeli subayların verdiği eğitim konferanslarında ısrarla M. Kemal’in “İslamiyete büyük hizmetleri dokunduğu“ ve “Laikliğin din karşıtlığı olmadığı“na askerler ikna edilmeye çalışılıyordu.

‘Dört T planı’

“Ermeni iddiaları“ orduyu meşgul eden ve bu konuda yurtdışında yaşayan Türkler’i eğitmek istedikleri bir başka konu. Konferansı veren Tümgeneral ve alanında doktora yaptığını belirtiyor. Jenosid’in Türkiye’ye yönelik bir Batı komplosu olduğunu vurgulayan General, bununla mücadele için, yurtdışında yaşayan Türk vatandaşlarının “Ermeni iddiaları“ tanıttıkları ve “Dört T planı“ ve “Tanıtım, Tanınma, Tazminat ve Toprak... “ gibi kelimelerle formule ettiği planı iyi bilmeleri gerektiğini öğütlüyor.

General, asıl mağdurun Türkler olduğunu, “Ermeniler’in saldırgan ve düşman Rus işbirlikçileri“ olduğunu dünyaya anlatmanın her Türk’ün ödevi olduğunu anlatıyor. “Yellow Book ve Bleu Book“ gibi kaynakların Batı komplosunun ürünleri olduğunun anlatılması gerektiğini belirten General, bu konuda Amerikalı orientalist Bernard Lewis ile Ermeni kökenli Amerikalı tarihçi Richard Hovannisian’ı Batılılar’a tavsiye etmelerini gerektiğini belirtiyor. “Bazı hükümetlerin, 1915 olaylarına ilişkin aldığı kararların TC açısından hiçbir bağlayıcılığı yoktur, bunlar seçim yatırımlarıdır” diyen General, yurtdışında yaşayan Türkler’in TC için çalışmak gibi vatandaşlık görevleri olduğunu belirterek bu görevleri şu şekilde özetliyor: “Örgütlenmek, lobi yapmak. Ermeniler’in değil Türkler’in katliama uğradıklarının anlatmak.“

‘Yedi düvel Türk’e karşı’

Kıdemli Albay, “1. Dünya savaşı, Mondros ve Sevr” konulu konferans veriyor. Konuyu başta AB, ABD ve özellikle de “Fransa’nın Türkiye’ye yönelik tehditleri”ne değiniyor. Fransa’nın Ermeni lobilerini desteklediğini ve Türkiye’yi soykırım yapmakla suçladığını belirten konuşmacı, Batı’nın halen Türkiye’ye yönelik emelleri olduğunu ve yeni neslin bunlara karşı uyanık olmasını istiyor. “Türkler tarihlerinden ibret almalıdır. Çağdaşlık adına içimize sızmalar var” diyen Albay, “Yunanistan’ın, Suriye’nin, Ermenistan’ın, İsrail’in haritaları var ülkemizle ilgili. Bırakın çizsinler o haritaları, onların çapı o“ (salonda alkışlar). Ama onlar bizim gönlümüzdeki haritaları bir bilseler, korkarlar“. Konuşmasını Kerkük ve Musul meselesiyle bağlayan subay, Türk ulusunu‚ Kuzey Irak’taki gelişmelere karşı uyanık olması gerektiğine işaret ediyor.

Federal Kürdistan da ‘düşman komşu’

Burdur 58. Er Eğitim Tugay’ı örneğinden yola çıkarak varılan sonuçlar, Türk ordusunun muktedir olarak kendine toplumu eğitmede meşru rol biçiyor. Halkı henüz reşit olmamış, eğitilmeye muhtaç gören bu paternalist anlayış kaynağını resmi ideolojiden alır. Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki isyanları gerekçe göstererek demokrasiyi askıya alan, çok partili yaşama geçişi “halk henüz demokrasiyi kaldıracak kadar olgun“ değil diyerek rafa kaldıran ideolojik militarist anlayış, Türkiye’de peş peşe darbeler yapma hakkını kendinde görüyor. Ordu, Türk milletini Atatürkçü düşünce doğrultusunda eğitmek, olası demokratik muhalefeti “millete yönelik psikolojik saldırı“ sayarak kaynağında kurutmak gibi görevleri üstleniyor. İç Hizmet Kanunu’na dayanarak, bu anlamda kendini sadece “dış düşmana“ değil “iç düşmana karşı“ da görevli sayıyor. “Atatürk’ün ordusu“, “Laik rejimin bekçisi“. Her ne kadar söylem değiştirilse de Yunanistan, Ermenistan, Suriye halen düşman sayılıyor. Bu düşman komşulara Saddam rejiminin yıkılmasından sonra federal bir ülkeye dönüşen Irak’taki 5 milyon nüfuslu Federal Kürdistan da eklendi.

Sonuç olarak

Ordu, ulus devletin egemenlik anlayışı gereği dünyanın her tarafındaki Türk vatandaşları üzerinde de egemenlik hakkı iddia ediyor ve paternalizmle de çelişen bir anlayışla vatandaşlarını para karşılığında eğitme meşruluğunu kendinde buluyor. Aslında bir ideoljik beyin yıkama süreci olan askerlik “askerlik yapmayan adam olamaz“, “askerlik yapmayana kız verilemez“ anlayışıyla hafızalara yerleştirilerek toplumsal bir norma dönüştürülüyor. Bu “vatan hizmetini“ yerine getirmeyen anormal, yani toplumsal norm dışında kalmış oluyor. Böylece de haklarıyla var olması gereken “Vatandaşlık anlayışı“ndan daha ziyade “yedi düvelin“ işgal etmek için fırsat kolladığı sürekli nöbette “Asker millet“ anlayışı toplumda yerleşiyor. Halbuki bu anlayış günümüzde sadece Çin, Kuzey Kore, Suriye gibi militarist totaliter ideolojilerin hakim olduğu ülkelerde mevcut.

Askerlere göre dış düşman sürekli mevcut ve hatta içerideki sosyo-ekonomik ve Kürt sorunu gibi siyasal sorunların kaynağı da dışarıda. Dolayısıyla “Mağdur Türk milettinin yedi düvele karşı kurtuluş savaşı“ bir süreç olarak devam etmektedir. Zorunlu eğitimde okutulan ders kitaplarımıza kadar yerleşen Sovyetler Birliği, Yunanistan, Bulgaristan, Ermenistan dibi “düşmanlar“ın yerini globalizm çağının Türkiye’sinde “Kopenhag kriterleri, AİHM, Ermeni jenosidi, Kürt sorunu“ gibi konuları hatırlatan uluslarüstü kuruluş ve antlaşmalar ile ABD, AB gibi güçler almış. Ordu, “korku“ popülist söylemiyle soğuk savaş dönemindeki totaliter iktidarlar ile günümüz Avrupası’ndaki aşırı sağ siyasi partilere özgü bir söylemle kitleler üzerindeki etkisini sürdürmek yoluyla statükoyu korumaya çalışıyor. Bu söylemiyle yurtdışında yaşayan ve özellikle de 11 Eylül terör saldırılarından sonra Batı’da dışlanmalara maruz kalan “göçmen Türkler“i etkilemeye çalışıyor. Yaşadıkları ülkelerdeki sosyal ve ekonomik dışlanmışlıklarının “Türk ve müslüman“ olmalarından kaynaklandığı retoriğine başvuruluyor. “Yaşadığınız ülkelerde asla güvencede değilsiniz, eninde sonunda Türkiye’ye muhtaç kalacaksınız“ fikri kafalara yerleştirilmeye çalışılıyor.

Diğer yandan, her ne kadar da açıkça adlandırılmasa da ordu ve hükümet arasında topluma hakim olma rekabeti seziliyor. Ordu toplumsal hakimiyetini kaybetme kaygısı telaşında. Bunun içinde sürekli “ebedi başkomutan“ M.Kemal’in din karşıtı olmadığı aslında “İslam’a büyük hizmetleri“ dokunduğu vurgulanıyor. Bu bağlamda, kışlada laikliğin de din karşıtlığı olmadığını ısrarla ispatlama gereği duyuluyor. Medine Şartı, Atatürk’ün laiklik ilkesi ile benzeştirilerek, bunun bir “Sosyal antlaşma“ olduğu vurgulanıyor. Hz. Ömer’in uygulamalarının da tıpkı Atatürk’ün uygulamaları gibi “laiklik“ olduğu belirtiliyor. Bir başka deyimle, ordu statükoyu korumak için adeta iktidardaki hükümetten daha dindar olduğunu ispatlama telaşında. Kısacası temel ideolojisini Batı’dan alan Türk ordusu, ulus devletin günümüzde sorgulandığı, “anayasal vatandaşlıkların“ uluslarüstü (supra national) olduğu globalizm çağında, “Muassır medeniyet“ diye diye, tam onu yakalarken, kendi kurucu felsefesi de olan bu moderniteden korkuyor. Yani yaşanan ulus devlet ve paradigma krizi karşısında Türk ordusu bocalıyor. Yeni bir paradigma yaratamadığı için de topluma bir din gibi sunduğu Kemalizme daha bir sarılma var. Fakat Kemalizm yaklaşık bir asırdır “batı modernitesi peşinde koşarken“ duvarların yıkılmasından sonra, dünya ve güç dengeleri değişince adeta bir soğuk savaş dönemi ideolojisi gibi tarihte kalıyor. Cumhuriyet’in bu kurucu ideolojisini bir prosesus olan moderniteye adapte etmek yerine, Kemalist elit, cemaat üyelerinin tehlikede olan dinlerini korumaları gibi, Türk ordusu da Kemalizm’e fundamentalistçe sığınıyor.


İHSAN KURT / Sosyolog

ikurt@bluewin.ch

Hiç yorum yok: