17 Temmuz 2011 Pazar

Sokağa Salınan Türk Irkçılığı, Doğan, Clinton

Silvan'da 13 Temmuz günü yaşanan çatışmada 13 Türk askerinin yaşamını yitirmesi, bir süredir Batı'da perdelenen ırkçı, faşist saldırganlığın yeniden sokağa salınmasına gerekçe edildi. Aynı gece, bir çok Batı ilinde başta BDP parti binaları olmak üzere, Kürtler'e yönelik bir linçin önü açıldı.

Bir anda, sokağa sığmayan ırkçı saldırganlık, konser salonlarını da kısa sürede kuşattı. İşgal etti. Kürt sanatçı Aynur Doğan'ın, uluslararası üne sahip bir çok yorumcunun katıldığı bir konserde seslendirdiği Kürtçe parça gerekçe edilerek, konser alanını dolduran, ”okumuş, elit, beyaz” Türkler'den oluşan seyirci, Doğan'a saldırdı.

Saldırının ”gerekçesi”, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve liberal destekçilerinin gözümüzün içine bakarak, üzerindeki tüm engellerin kaldırıldığını söylediği Kürtçe ile söylenen bir şarkı oldu.

Saldırı bununla da sınırlı kalmadı. Milliyet Gazetesi, 16 Temmuz günü haberi sayfalarına, ”Kürtçe şarkı olay çıkarttı” başlığı ile taşıdı. Türk basınının en ”büyük”lerinden sayılan gazetenin, bu faşist hezeyanı, saldırganlaşan ırkçılığı gizleyerek, ”olay çıkaranın Kürtçe” olduğunu ilan etmesi, Kürtler'in karşı karşıya olduğu tehlikenin boyutlarını göstermesi bakımından dikkat çekicidir.

Milliyet Gazetesi, sahnede faşist bir saldırıya maruz kalan yorumcunun kullandığı Kürtçe'yi, ”olay yaratmaya” kaynaklık eden bir neden olarak hedef gösteriyor. Bu tutumuyla Gazete, Türk ırkçılığını yeniden, yeniden üretme konusunda son derece aktif bir pozisyon üstleniyor. Egemen kılınmak istenen bu retoriğin varacağı yer, bundan böyle, sokakta Kürtçe konuşanların, ”olay yarattıkları” bu yüzden de saldırıya uğrayabilecekleri ön kabulünün meşrulaştırılmasıdır.

Gazete'nin kullandığı bu dil, ”artık Kürt sorunu yoktur, Kürt kardeşlerimin sorunu vardır” diyen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın bu söyleminin ne denli bir hedef saptırma, ne denli zamana yayarak, oyalayarak örgütlü Kürt muhalefetini tasfiye çabası olduğunu ortaya koyuyor.

Silvan'da yaşanan çatışma, Abdullah Öcalan'a, PKK'nin eylemsizlik ilan etmesi amacıyla çağrı yapanların, alınan eylemsizlik kararları ardından, TSK'nın imha amaçlı süren operasyonları karşısındaki, ”ülke sınırlarında silahlı güç varken silahlı kuvvetler operasyon yapmayıp ne yapacak” tavrının bir sonucudur. Savaşa-Kürt inkarı yanında- seyirci olarak katıldığı için barışın oluşmasında da rol alamayan Türk basını, öğrenemediği barış dilini kullanamadıkça, geçmişin savaş dilini her gün yeniden üretiyor.

AKP'nin öncülük edip, CHP ve MHP'yi de arkasına alarak açıklanan ortak deklarasyon metninde, barışa dair tek bir ifadenin bulunmaması, 12 Haziran seçimi ile oluşan mecliste, örgütlü Kürt muhalefetine karşı kurulan yeni ittifakın ilanı gibi görünüyor. Meclis, hükümet partisi ve iki muhalefet partisinin koalisyonu ile resmen bölünüyor.

Aynı gün(13 Temmuz), DTK tarafından Diyarbakır'da ilan edilen Demokratik Özerklik, Hükümet ve egemen basın tarafından bir çatışma üzerinden yeniden alevlendirilmek istenen inkarcı, ırkçı politikaların hedefi haline getiriliyor.

Oysa otuz yıllık savaşa rağmen, Ankara egemenliğinin uzlaşmaz tutumu nedeniyle, çözümsüzlüğe mahkum edilmek istenen Kürt sorununun Kürdi çözümüdür Demokratik Özerklik. Sürmekte olan savaşın, sonucu bir çatışmayı gerekçe ederek, ilan edileceği uzun zaman öncesinden belli olan Demokratik Özerkliği terörize etmek savaş diline geri dönmektir.

Genlerine sinmiş ırkçı, tekçi kimliğinden kaynaklı, savaş dili dışında hemen hiç bir konuda ortak dil tutturamayan Türk basınında, bir anda yeniden canlandırılan, ırkçı söylem, hızla yayılarak bir reflekse dönüşüyor.

ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın, BDP Eş Grup Başkanları Selahattin Demirtaş ve Gültan Kışınak ile görüşmesi, Türk basınında, ”kriz” olarak yorumlanıyor. Diplomatik olarak nasıl bir ”kriz” olduğunu açıklamayan Hürriyet Gazetesi'nin 17 Temmuz tarihli sayısında yer alan haberde, ”Clinton’ın görüşme trafiğindeki en ciddi olay, BDP’li Selahattin Demirtaş’la yaptığı görüşme oldu. Clinton, BDP’li Demirtaş ve Kışanak’la Conrad Otel’de 20 dakika görüştü. Bu görüşme üzerine diplomatik ve siyasi çevrelerde şu soru yoğunluk kazandı: "Demirtaş, şu anda Meclis’te yemin etmediği için milletvekili sayılmıyor. Bir siyasi partinin genel başkanı konumunda değil. Bu durumda Clinton Demirtaş’la görüşerek acaba Türkiye’ye nasıl bir mesaj vermek istedi?" deniyor.

Ancak haberin ne başında ne de sonunda, taraflardan biri olan ABD'li diplomatların bu ”krize” ilişkin görüşlerine yer verilmiyor.

Seçildikleri halde, milletvekili arkadaşlarının siyasal hakları Ankara egemenliği tarafından gasp edilen BDP grubu Ankara'da, ”muhatap” alınmazken, bir başka kıtadan gelen bir Dışişleri Bakanı'nın, Kürt halkının meşru siyasal temsilcileri olarak BDP temsilcileri ile görüşmesi, Ankara egemenliğini rahatsız ediyor. ”Kriz” yaratıyor. Sadece ABD de değil, bir çok uluslararası çevre de doğal olarak BDP milletvekillerini Kürt halkının meşru temsilcileri olarak görüyor.

Diyarbakır'da alınan oyun meşruiyeti TBMM'de edilecek yeminden daha büyük bir kabul görüyor diplomatik alanda ve dünya demokrasilerinde. Ankara Meclisi'nde edilmeyen yeminin etki alanı bir başka kıtanın sınırlarına kadar varmıyor.

canerdem2126@gmail.com

Hiç yorum yok: