12 Temmuz 2011 Salı

Dağdan İnmek mi, Dağın İnmesi mi?-1

Cengiz Çandar'ın TESEV için kaleme aldığı raporun eleştirel bir okuması

Gazeteci ve yazar Cengiz Çandar'ın "Dağdan İniş-PKK Nasıl Silah Bırakır? Kürt Sorunu'nun Şiddetten Arındırılması" başlığı altında TESEV için hazırladığı rapor hayli tartışıldı, tartışılıyor da. Raportör ve TESEV, raporun "karar vericilere yol gösterici bir işlevi" olduğunu vurguluyorlar ve rapor sayesinde "Kürt sorununun şiddetten arındırılarak nihai çözümüne kavuşturulmasıyla, bu içerikteki çalışma ve raporların gereğinin kalmamasını" umduklarını belirtiyorlar.


Rapor, kullanılan dil ve Kürt sorunundaki mevcut paradigmanın geçersizliğini savunması, bu noktada şimdiye kadar resmi dilde kullanılmamış ifadelere yer vermesiyle dikkat çekiyor. Yapılan tespitlere ve önerilere yüzeysel bakıldığında, şiddetten arındırılmış bir dille bir soruna yaklaşıldığı izlenimini veren raporun, eleştirel, özellikle "sol"  bir okumayla ele alındığında ise bir hayli sorunlu olduğu ortaya çıkıyor.


Bir kere raporun asıl sorunlu olan yanı, "o halde PKK'nin silahları nihai olarak susturması, bir başka deyişle 'dağdan iniş' nasıl sağlanacaktır?" sorusunu sorarak başlamasıdır. Bu şekilde asıl sorulması gereken temel soru, yani başta Kürt sorunu olmak üzere, ülkenin boğuştuğu tüm sorunları tetikleyen Türkiye'nin yapısal kurgusunun sorgulanması es geçilmekte, PKK'nin dağdan indirilmesinin Kürt sorununu çözecek yegane yol olduğu telkin edilmektedir.


Çandar "Çünkü PKK çözülmeden, ve dolayısıyla onun tartışmasız ve rakipsiz 'tek otoritesi' konumundaki Abdullah Öcalan'ın durumu ele alınmadan ve PKK'nin silahları bırakması sağlanmadan, Kürt sorununun çözülmesi imkansızdır" kesin tespitiyle devlet paradigmasına bağlı kalıyor ve güya yeni paradigma olarak "PKK'nin silahsızlandırılmasını" öneriyor.


Ana mantık: 'Talimatla çöz!'


Raporun ana mantığının vurgulanması için sıkça Abdullah Öcalan'ın tek karar verici olduğu kanıtlanmaya çalışılıyor. Örneğin 16. sayfada "Öcalan, PKK'nin tartışmasız ve rakipsiz lideri konumunu 'ağırlaştırılmış müebbet hapis hükümlüsü' olarak pekiştirmiş ve PKK'nin silahlı mücadelesinin son bulması konusunda nihai karar mercii durumuna gelmiştir" diyerek, bunun altı çiziliyor. Öncelikle bilimsel metodolojiye dayandığını iddia eden bir rapordan, Abdullah Öcalan'ın mahkumiyetine sebep olan Türkiye hukuk sistemini de bir biçimiyle evrensel hukuk ve demokratik hukuk devleti esasları ile karşılaştırma yaparak kısa bir değerlendirmeye almasını beklemenin yanlış olmadığını vurgulamak gerekir. Rapor mahkumiyeti, başta TMK olmak üzere mahkumiyete neden olan yasaları ve muhakeme biçimini hiçbir şekilde sorgulamıyor. Halbuki böylesi bir sorgulama, en azından burjuva demokrasilerinin hukuk normları açısından yapılacak bir karşılaştırma, kuşkusuz raporun bilimselliğine katkı sağlardı.


Çandar'ın Abdullah Öcalan konusunda yaptığı liderlik tespiti muhakkak ki yanlış bir tespit değil. Ancak Çandar, Abdullah Öcalan'ın verdiği veya vereceği kararlarda Kürt halkı içerisindeki farklı dinamiklerin ve bilhassa Kandil'in ne kadar önemli olduğunu, Öcalan'ın görüşlerini geliştirirken bölgedeki gelişmeleri ve tarihsel bağlantıları ne denli önemsediğini hiç dikkate almıyor. Böylelikle devlet tarafından da telkin edilmeye çalışılan "lider kültü", "İmralı'nın talimatlarıyla hareket ediliyor" söylemi güçlendirilerek, Öcalan ve Kürt siyasi hareketi arasındaki, birbirlerini karşılıklı olarak etkileyen ilişkinin önemi yok sayılıyor.
Bu noktada rapora karşı bazı çekincelerini ifade eden Nuray Mert'e kulak vermek gerekir: Mert "Ancak bir lideri lider yapan temel etkenin onun toplum ile kurduğu iletişim, yani adına itiraz ettiği toplumun sesini duyurma kabiliyeti olduğunu unutmamak gerekir. Aksi halde, liderleri toplumların 'durduk yerde tapındığı' ve her söylediklerini dikte edecek birer 'buyrukçu' olarak görme hatasına düşeriz. O nedenle (...) Öcalan'ın sembol olarak yerini ve kilit rolünü hesaba katmak başka şey, bunun üzerinden hesap yapmak başka..." diyerek, raporda "Talimatla hareket etsinler, mesele çözülsün" mantığının aldığı merkezi konuma dikkat çekiyor. Mert son derece haklı, çünkü "PKK, BDP, Kürtler İmralı'daki caninin talimatlarıyla hareket ediyorlar" demek ile, "Öcalan emir versin, bu iş çözülsün" demek arasında hiçbir fark bulunmamaktadır. Ve raporda bu mantık bir kırmızı çizgi gibi baştan sona değerlendirmeleri belirliyor.

Önerilen paradigmanın neresi 'yeni'?

Çandar'ın "yeni paradigma" olarak sunduğu ve PKK'nin artık "Son Kürt İsyanı" olarak algılanması gerektiği tespiti de bir hayli sorunlu. Bir kere ABD ordusunun Stratejik Araştırmalar Enstitüsü gibi devlet aklını temsil eden kurumları referans olarak göstererek yapılan "isyan" ve "terörizm" tanımları izafidir, çünkü devletlere egemen olan aklın koydukları siyasi tanımlamalardır. Bu açıdan raporu, bir devletin "Güvenlik Siyaseti" için hazırlanmış olan bir metin çerçevesinde okumak yanlış olmayacaktır, ki bu da raporun bilimsel tarafsızlığı olmadığını kanıtlamaktadır.

Burada sözü gene Nuray Mert'e verelim: "PKK öncülüğündeki hareket, kendinden önceki isyan hareketlerini 'feodal' çerçevede ve ölçekte kalan hareketler olarak değerlendirerek yola çıktı. Bu çıkış, hareketin, sol siyaset bakışına dayalı ve sınıfsal dinamikleri vurgulayan bir hareket olması çerçevesinde değerlendirilebilir. Ancak bu çıkış aynı zamanda, hareketin 'ulusçu' karakterinin de ne denli 'modern' bir anlayışla yola çıktığını ve kendinden öncekilerden bu noktada ne kadar farklı olduğu gerçeğine işaret ediyordu. (...) O nedenle, bu 'Kürt isyanı' tabiri ve anlayışı yerine, 'Kürt siyasal hareketi' tabiri ve anlayışını koymayı daha doğru buluyorum."

Kanımca Nuray Mert iki temel noktada getirdiği çekinceler ile raporun özünü ve Kürt sorununun çözümü için taşıdığı sağlıksız bakış açısını ortaya çıkarmış. Bu da raporda yer alan "yeni paradigma" anlayışının aslında "yeni" olmadığını, tam aksine günümüz kapitalizminin yeni güvenlik siyaseti paradigması olduğunu göstermektedir.

Getirilen "isyan" tanımı olunca, bu tanımın mantıksal sonucu da "isyanın sona ermesi/erdirilmesi" olmakta ve Kürt siyasi hareketinin toplumsallaşarak (N. Mert) ileri sürdüğü siyasal ve toplumsal talepler ile Fırat'ın doğusundaki toplumsal dönüşüm bütünüyle yadsınmaktadır. Kürt sorununun gerçek çözümünü olanaksızlaştıran ise, tam da bu yadsımadır.

Gerçi Çandar raporunda örneklerle PKK'nin sol arka planını teslim etmekte ve 1995 sonrası değişimine atıfta bulunmaktadır, ama PKK'nin ve dolayısıyla Kürt siyasi hareketinin bugüne kadar gerçekleştirdiği dönüşümünü, Kürt halkının modernleşmesine yol açan etkinliğini, bölgedeki radikal demokrasi deneyimlerini ve parlamento -sokak- yerel demokrasi bütünselliği ile bu bütünselliğin "Kandil" üzerinde olan etkisini gözardı ederek, güya psikolojik çözümlemelerle demagojik telkinlere başvurmaktadır. Aslına bakılırsa, mantık silsilesi içerisindeki tutarlılık (!) da başka bir sonuca yol açmamaktadır. Güvenlik siyaseti paradigmasının "isyan" ve "talimatla hareket eden örgüt" tanımlamaları, kalkışmalara karşı uygulanması gerekli görülen devlet tedbirlerinin teorik temellerini koyan enstitülerin yaptıkları gibi "isyanın psikolojik boyutunu" örneğin bir Bejan Matur'dan yapılan alıntılarla açıklamaktan ve "lider kültü", "güvercinler-şahinler" ve "kutsal üçleme" gibi propagandatif ayırımlarla güya iç dinamikler analizini yapmaktan başka bir yol da bırakmamaktadır.

Müzakere anlayışları

Raporun 40. ve 83. sayfaları arasında kalan bölümleri tek tek ele almak hayli çekici gelse de, bazı tarihsel süreçleri aktarmaları ve raporun ana mantığını gerekçelendirmeye yönelik olmalarından dolayı, bundan vazgeçmek gerekti. Hoş, bu bölümün "Çözüm aracı olarak müzakere" gibi, Kürt siyasi hareketinin temsilcilerince de ifade edilen bir taleple başlaması, yüzeysel olarak bakıldığında, Türkiye'de Kürt sorunu bağlamındaki tartışmalarda önceki yıllara nazaran "ezber bozulmaya başladı" umutlarını yeşertebilir. Belirli konuların nihayet konuşulabildiği elbette teslim edilmeli, aynı TESEV'in ve raportörün iyi niyetli olmaları gibi. Ancak "ezber bozulmasının" ya da her şeyin artık konuşulabilir olmasının devlet büyüklerinin tanıdığı bir lütuf veya gerçekleri kabullenmeleri nedeniyle olmadığı, Kürt siyasi hareketinin toplumsallaşmasının ve fiili radikal demokrasi uygulamalarının dayattığı bir sonuç olduğu unutulmamalıdır.

Cengiz Çandar bu gerçeğe hiç değinmeden, devletteki karar vericilerin PKK'nin dağdan inmesini sağlamak için Abdullah Öcalan ile "müzakereye" oturmasını önermektedir. Doğru, Kürt siyasi hareketinin temsilcileri de aynı talepte bulunmaktadırlar. Ancak Çandar'ın "müzakere" anlayışı ile Kürt siyasi hareketinin müzakere anlayışı ve "nelerin müzakere edileceği" aynı şeyler değildir.

Çandar, raporunun 55. sayfasında Pratik Sonuçlar başlığı altında, "Devlet-Abdullah Öcalan görüşmelerinden" çıkarılması olanaklı olan genel sonuçları şöyle sıralamakta:

"1. İmralı'da Abdullah Öcalan ile sürdürülen diyalog, sorunu nihai olarak çözme amacına yönelik müzakereye dönüşmelidir;

2. Söz konusu amaçla yürütülecek müzakereler, Abdullah Öcalan'ın geleceği üzerine görüşmeyi de içermelidir;

3. Müzakere sürecinde, PKK'nin bölünmesi ya da zayıflatılması taktikleri üzerine yoğunlaşmaktan kaçınılmalıdır. Zira bu denenmiş ve sonuç vermemiş bir yaklaşım olmuştur. PKK'nin bölünmesi ya da zayıflatılması üzerine kurgulanacak bir müzakere yöntemi, gerek örgüt içinde bütünleşme ve dayanışmayı artıran bir sonuç verdiği ve tersine şiddet tırmanışını teşvik ettiği ve gerekse Abdullah Öcalan'ın üzerinde tasarlanan biçimde sonuç vermediği için, uygulanmamalıdır. (Bu tasarlanan sonuç alınsaydı, uygulanabilirdi diye okunabilir mi acaba?)

4. Bunun yerine, Abdullah Öcalan'ın örgütsel bütünlüğe sahip bir PKK üzerindeki otoritesini 'dağdan iniş'e yöneltecek mekanizmaların kurulması üzerinde durulmalıdır."

Yüzeysel bakıldığında hepsi "doğru" olarak tanımlanabilecek genel sonuçlar da, ne yazık ki aynı mantığın bir devamıdır. Sonuç olarak Abdullah Öcalan'ın bir "mesih" gibi buyrukta bulunması ve "PKK'nin dağdan inmesiyle" Kürt sorununun nihai çözümüne kavuşacağı beklenmektedir.

Öneriler iyi, ama...

Cengiz Çandar raporunu "dağdan inişi" sağlamak amacıyla bir dizi öneri ile bitirmiş. Önerilere baktığımızda, bunların Abdullah Öcalan'ın devlet yetkililerine verdiği ve 15 Ağustos 2009 tarihli Yol Haritası'nda yer alan "Demokratik Çözüm Planı" ile benzerlikler dikkat çekiyor.

Abdullah Öcalan sunduğu demokratik çözüm planının ana hatları üzerine devletin tüm kurumlarıyla hükümetin mutabakatının oluşması ve Kürt tarafı ile demokratik güçlerin de desteğinin alınması koşuluyla Birinci Aşama olarak şunları öneriyor: "PKK'nin çatışmasızlık ortamını kalıcı olarak ilan etmesi. Bu aşamada tarafların provokasyonlara gelmemeye, güçleri üzerindeki kontrolü sıklaştırmaya, kamuoyunu hazırlamaya devam etmeleri gereklidir."

Öcalan "Demokratik Çözüm Planı" der ve bu planın ana hatları üzerinde geniş bir mutabakatı zorunlu görürken, Çandar'ın raporunda çözüm olarak salt "dağdan inişe" odaklanması ve "demokratik çözümü" anmaması dikkat çekici. Mandela ile yapılan bir karşılaştırma ile bağlantılı olarak "PKK'nin zayıf konumda müzakereye çekilmesi" yaklaşımı da, alıntı yaptığı güvenlik siyaseti enstitülerinin yaklaşımlarıyla örtüşüyor.

YARIN: Devlet merkezli yaklaşım

Hiç yorum yok: