1 Haziran 2011 Çarşamba

Türk Basını Hala MİT'in Bir Şubesi Gibi


PKK’ye karşı savaşan üst düzey komutanlar emekli olduktan sonra itirafta bulunuyorlar. Yıllardır kamuoyundan gizledikleri gerçekleri açıklıyorlar. Bir nebzede olsa ‘vicdanlarını’ temizlemek istiyorlar. Türk ordusunun zaferine kilitlenmiş, Türk medyası tarafından yalan bombardımanı altında bunalmış kitleler açısından bu itiraflar sarsıcı oluyor.

Aslında itirafçılık sadece Türk generallerine ait değil. Türk medyasının duayenleri de ‘fırsat buldukça’ veya gemileri yan yattıkça gerçekleri itiraf ediyorlar. Medya patronluğundan ayrılıp bir köşeye çekildikleri veya çekilmek zorunda bırakıldıkları zaman veya patron tarafından kapı dışarı edildikleri zaman bu itiraflara başvuruyorlar. Azda olsa bu itirafları görev başında olanlarda yapıyor.

HER YOL MUBAH

Türk basının tarihi aynı zamanda bir iftira ve itiraflar tarihidir dersek abartmış olmayız. İlk önce yalan atılıyor. Halkın bu yalanlara inanması için büyük bir gayretkeşlik ve ahlaksız sergileniyor. Yıllar sonra bir nedenden dolayı ‘pardon bu böyle değildi’ deniliyor. Tabi bu yalan ve asparagas haberler, aldatmalar, bir iki örnekle sınırlı olsa, görmezlikten gelinebilir. Ama bu sistematik olarak yapılıyor. Ortak bir terminoloji ve davranış biçiminde kendisini hissettiriyor.

Bütün her şey ‘egemen’ olan Türkün ve Türkiye’nin bekası için yapıldığı söyleniyor. Dünde böyleydi, bugünde böyle. Geçtiğimiz hafta Avrupa Parlamentosu’nda yapılan 4. Dersim Konferansı’nda Marmara Üniversitesi’nden Prof. Dr. Nurşen Gürboğa hayli ilgiyle karşılanan bir sunum yaptı.

Gürboğa özelde Dersim, genel olarak ise Kürdistan’a yönelik Abdülhamit döneminde İttihatçılara, Cumhuriyet’in kuruluşundan günümüze kadar süren politikalar arasında benzerlikleri anlattı. Ve her dönemde benimsenen ortak stratejiye ve ortak terminolojiye dikkat çekti. Bunun kendi içinde tutarlı, değişmez bir çizgi olduğuna özel bir vurgu yaptı.

Kısacası Abdülhamit’ten buyana Kürtlere bakış ve yaklaşımda pek de değişen bir şey yoktu. Hakkını vermek gerekirse Gürboğa’nın sunumu son derece çarpıcı ve bir o kadar da zihin açıcıydı.

SOYKIRIMCILAR GERÇEĞİ KARARTIYOR

Aslında Türkiye ve Kürdistan’ı egemenlik altında tutan ‘kimlik’, iktidarını iki ana eksen üzerinde tutuyor: Kan ve yalan. Öncesini saymazsak Abdülhamit’ten buyana Balkanlardan Kürdistan’a, Arap yarım adasından Ermenistan’a dökülen kanın haddi hesabı yoktur. Anadolu ve Kürdistan yapılan ve devam eden soykırımlarla adete halklar mezarlığına dönüştürüldü.

Garip ve utanç verici olan ise bu soykırım ve katliamları yapanlar, kan akıtanlar kendilerini bir şekilde, yalanında gücünü kullanarak, ‘temize çekmeyi’ becerdiler.

İFTİRADAN İTİRAFÇILIĞA

Son birkaç günde Türk gazetelerinin manşetleri bu konuda sayısız örneklerle dolu. Değerli bilim insanı İsmail Beşikçi’nin dediği gibi bazı gazeteler, örneğin sabah, Akit, Star, zaman, Yeni Şafak ‘Mit’in bir şubesi’ gibi çalışıyorlar.

Ancak bu basın şaibeli ve kirli bir basın. İftiracı ve itirafçı bir basın. Türk basının en kıdemli itirafçılarından birisi Orhan Birgit’tir. O, itiraflarını topladığı ‘Evvel zaman içinde’ birde anı kitabı yazdı. Şuanda adı geçen gazetelerde ve televizyonlarda asparagas haberler yapanlar, yalan atanlar bu konuda Birgit’în eline su dahi dökemezler. Çömez sayılırlar.

İşte çarpıcı bir örnek. Orhan Birgit Genelkurmay halkla ilişkiler dairesinde askerlik ‘görevini’ yaptığı dönemde, Hürriyet gazetesinin sahibi Erol Simavi ile birlikte 1953 yılında bir çarpışma sonucu batan Dumlupınar denizaltısına ilişkin ‘masum ama yalan’ olan bir habere imza attılar. Denize gömülen Dumlupınar komutanının ağzından açıklama yazdılar. Açıklamanın başlığına da ölmüş komutanın sarf etmediği ‘vatan sağ olsun’ cümlesini kullandılar. Bütün gazeteler aynı yalan manşetle çıktı. Türk toplumu yarım asır bu yalana inandı. Onun peşinden yürüdü.

Ya bir dönemler Sabah gazetesinin sahibi olan Dinç Bilgin, gazeteci Ergun Babahan ve M. Ali Birand’ın itiraflarına ne demeli? Bilgin verdiği bir söyleşide Türk basının emir komuta zinciri içinde nasıl çalıştığını, talimatla nasıl haber yapıldığını, mali politikalarla medyanın nasıl hizaya çekildiğini bir bir anlatmıştı, daha doğrusu itiraf etmişti.

Babahan ise eski patronun itirafları sonucu adeta ‘günah çıkarırcasına’ Andıç olayındaki rollerini anlatacaktı. O günlerde Cengiz Çandar, M. Ali Birand gibi gazeteciler, Akın Birdal gibi insan hakları savunucuları ‘PKK ile ilişki içinde oldukları’ iddia ediliyordu. Gelen emir bunların ifşa edilmesi ve infazının gerçekleştirilmesi yönündeydi.

Bu işi sadece Hürriyet gazetesi genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök yapmayacaktı. Aynı zamanda Sabah gazetesi de ‘korkunç ifşaat’ diye masum insanları hedefe oturtacaktı. Gazetenin yayın yönetmeni ise Babahan’dı. Sonradan ‘Genelkurmay’dan kullanacaksınız diye emir gelmiş herhalde’ diye itirafta bulunacaktı. Sonuç vahimdi: bu ifşaat’ sonucu Akın Birdal saldırıya uğradı ve sekiz kurşun yarası aldı. Ölümden döndü.

HAYAL ÜRÜNÜ SENARYO YAZILIYOR

Kendiside iftiralara hedef olan, başka bir itirafçı ise M. Ali Birand’ı. Biran ilk önce Türk ordusunun Zap’ta aldığı ağır yenilgi sonrası sarsıcı bir itirafta bulunacak ve ‘PKK’ye ilişkin yalan haberler yazıyoruz’ diyecekti. Ekim 2010’da ise bir adım daha ileri atacak, Kürtleri ve PKK’yi kast ederek şunları yazacaktı;

‘Hayal ürünümüz olan bir senaryo yazıyoruz ve bunun gerçek verilere dayanmayan bir senaryo olduğunu bilmemize rağmen, kendimiz de inanır oluyoruz. Bir süre sonra, daha da ötesine geçiyoruz ve kendi senaryolarımıza dayanarak yorumlar yapmaya başlıyoruz. Dramatik yanı, PKK'nın bu şekilde tasfiye edileceğine siyasetçilerimiz, polisimiz, hatta askerimiz dahi inanıyor olmaları’

İTİRAF DAHİ BU AHLAKSIZILIĞI TEMİZLEMEZ

Sabah gazetesinin Sivas katliamını PKK’ye mal etme utanmazlığı, Star gazetesinin ‘ittifakın fotoğrafı’ manşeti, Vakit gazetesinin ‘PKK domuzla besleniyor’ manşeti veya Zaman gazetesinin ‘sözleşmeli personel tehditle eylemci oluyor’ benzeri ‘haberler’ tamda böyle bir hayal ürürünü olan, ancak AKP karargahlarında hazırlanan, emir komuta zinciri içinde ‘ifşaat edin’ diye gönderilen bir andıçdır. Ahlaksızcadır. Bayağıdır ve kalleşçedir.

Hep beraber göreceğiz. Bu manşeti atanlar, bu gazetelerde yorum yazanlar, gazeteci olduğunu iddia edenler çok geçmeden itiraflara başlayacaklardır. Bu haberlerin hangi karargahta hazırlandığını, bunun nasıl kirli bir oyunun, nasıl ahlaksız bir ilişkinin ve tezgahın ürünü olduğunu itiraf edeceklerdir. Tıpkı, Birgit, Bilgin, Babahan, Birand gibi.

Derler ki itiraf etmek insan ruhuna iyi gelir. Beklide öyledir. Ancak bu gidişle, bu kadar yalan ve dibe vurmuş ahlaksızlık varken, bırakın gazeteciyi, ortada insan diye bir şey kalır mı, işte o bilinmiyor?

Hiç yorum yok: