19 Haziran 2011 Pazar

Seçim Sonuçları Üzerine İlk Değerlendirmeler-2

Kötü bir devrimci, sadece ayakları artık yere basmayan değildir; sadece, devrimci projenin gerçekleştirilmesinin toplumsal objektif ve sübjektif önkoşullarıyla olan bağını yitiren değildir. Ama kötü bir devrimci, aynı zamanda, varolan gerçekliklere, içinde yaşanılan ana, günlük rutinin ufak tefek şeylerine saplanıp kalan; Tarihin beklenmeyen ani ve keskin dönüşlerini önceden kestirebilme duygu ve düşüncesini kaybetmiş olup, geleceğe yönelikliği bir kenara iten ve yanardağ gibi patlayışlar tarafından geçilendir de. Bu anlamda da, geleceğin ufku olmaksınızn, gerçekliğin doğru ve tam bir kavranışı olamaz.” Ernest Mandel

Birinci yazıda AKP iktidarının aslında başarısız olduğunu iddia eder ve kanıtlarken, tam da mümkün olanla gerçek olan arasındaki makastan hareketle bu değerlendirmeyi yapıyorduk. Bu nedenle, yazı “var olan gerçekliklere, içinde yaşanılan ana, günlük rutinin ufak tefek şeylerine saplanıp kalan”lar tarafından anlaşılamadı. Bu nedenle, AKP’nin yenilgisinden, Blok’un zaferine veya tersinden söylemek gerekirse, AKP’nin zaferinden Blok’un yenilgisine, olanaklar ve gerçeklikler üzerinden bir geçiş yapalım.
Gerçeğin özü ancak hayallerin aynasında; yani mümkün olanla kıyas içinde anlaşılabilir. Bütün büyük devrimciler ve Marksistler her zaman bu yöntemi izlemişlerdir.

Bu yönteme sosyalist hareketin tarihinden artık klasikleşmiş olan şu örneği verebiliriz. 1930’lu yıllarda kapitalist dünya 1929 Büyük Buhranı ve onun sonuçlarıyla uğraşır, Hitler ve Roosevelt, aynı karakterde (savaş sonrasında yaygınlaşacak olan, Keynezyan, devlet siparişleriyle –otobanlar vs.- iç talebi artırarak ekonomiyi canlandırmaya çalışma) ama farklı sınıf kombinasyonlarına dayanan ekonomi politikalarıyla cevap verir ve aslında oldukça da başarısız kalırlarken; Sovyetler Birliği, kollektifleştirme ve sanayileşme dönüşümlerini yapıyor, bir tarım ülkesi bir sanayi ülkesine dönüşüyor, Betı’lı entelektüeller bile bu başarı karşısında Sovyetler’i övme yarışına giriyorlardı.

İşte ilk bakışta Sovyetler’deki bürokratik kastın ve karşı devrimin başarıdan başarıya koşar göründüğü bu dönemde, mutlak ve nispi değerlerle çelik, kömür, elektrik, traktör vs. üretimlerindeki devasa artışların birbiri ardından sıralandığı; herkesin bu başarılar karşısında yerlere kapandığı sıralar, Troçki Sovyetlere egemen olan bürokratik kastın aslında son derece başarısız olduğunu anlatıyordu “İhanete Uğrayan Devrim”de.

Troçki bu çalışmasında, önce verili rakamları ele alıp, mutlak değerlerle ve eski duruma göre başarıları sıralar. Ama burada kalmaz, Sovyetlerin bir bürokratik kastın egemenliğinde olmaması, gerçek bir sosyalist demokrasi olması koşullarında mümkün olan ve olabileceklerle kıyaslayarak, var olanın aslında başarısız olduğunu gösterir. Buradaki metodolojik ilke şudur: Gerçek ancak hayallerin aynasında anlaşılabilir. Mümkün olanlardan hareketle gerçeğin akıl dışılığı kavranabilir.

Evet, sadece “gerçek olan akli” değildir; “akli olan da gerçek”tir. Yani biz örneğin AKP’nin başarısını akli olarak açıklayabiliriz; ama mümkün olan açısından onun aynı zamanda akıl dışılık olduğunu da gösterebiliriz ve göstermeliyiz. Tarihe ve topluma böyle bir bakış olmadan ne dünü, ne bugünü anlamak mümkündür; ne de geleceğe ilişkin bir proje koyulabilir.

Kendine sosyalist diyenler genellikle gerçek olanın akli olmasıyla ilgilidirler. Örneğin, ikinci Dünya savaşında veya Kollektifleştirmede elde edilen zaferler ve üretim artışlarıyla kendilerini kandırırlar. Daha sonra Sovyetler çöktüğünde de bu sefer ne yapacaklarını şaşırırlar.

Hâlbuki gerek kolektifleştirme ve sanayileşmedeki üretim artışları, gerek ikinci dünya savaşının zaferleri aslında birer yenilgide zaferdiler. O kadar aptalca davranmayarak, çok daha az bir fedakârlık ve kayıplarla çok daha büyük sonuçlara ulaşmak mümkündü.

Örneğin, 1929 buhranında, dünyanın en örgütlü ve bilinçli proletaryası olan Alman İşçileri, Üçüncü Enternasyonal’in önce “sınıfa karşı sınıf” stratejisine kurban edilip bir tek ciddi savunma bile göstermeden Hitler’e teslim edilmeseydi; veya 1936 İspanya devrimi bu sefer “Halk Cephesi” denen tümüyle sağ politikalara teslim edilmeseydi; Hitler iktidara gelemez, gelse bile fazla duramaz, dursa bile arksında bir demokratik ve devrimci İspanya varken Sovyetlere saldıramazdı. İkinci dünya savaşı ve milyonlarca insanın ölümü bir kader değildi.

Bu, mümkün olana göre, bakılmadan, o başarı gibi görünenin başarısızlık olduğu; ilerleme gibi görülenin gerileme olduğu görülemez.

Ya da başka bir örneği Türkiye Tarihinden verelim. Cumhuriyet’in veya İkinci Meşrutiyet’ten beri gelen “devlet sınıflarının” modernleşmeci ve batılılaşmacılığından söz ediliyor, işte 100 yılda nerelerden nerelere geldik deniyor. Mutlak rakamlarla ortadaki büyüme vs. göz alıcı görünebilir.

Ama bunun nasıl bir gerileme ve yenilgi olduğu ancak mümkün olanın aynasında görülebilir. Osmanlı’da pek ala ulusu Türklükle tanımlamayan demokratik bir ulusçuluk, Fransız ve Amerikan devrimlerinin ulusçuluğu üstün gelseydi (Ki bugün unutulmuş bu tarihte bu olanak da hiç küçümsenmeyecek bir alternatif olarak vardı); bugün bu topraklarda var olandan kat be kat ileri ve demokratik ve refah içinde bir yaşam bulunabilir nice acılar çekilmemiş olabilirdi.

Bu durumda Ermeni ve Rum katliamları, sürgünleri mübadeleleri olmaz, Osmanlı Almanların müttefiki olarak Birinci Dünya Savaşı’na girmez, Tarih bugün hayal bile edilemeyecek bambaşka bir yol izleyebilirdi.

Sadece Ermeni ve Rum katliamlarıyla bu topraklardaki üretim, kültürel ve entelektüel hayat vs. en az yüz yıl geriye gitti. Osmanlı’da bu katliamlar öncesinde bulunulan seviyeye ancak ellilerin veya altmışların Türkiye’sinde varılabildi. Böyle bir ülkede, nüfusun yarısına yakını Hıristiyan olacağından, gerçek bir laiklik olur; politik İslam’dan gelen bir parti böylesine güçlü olamazdı. Ve “Kürt sorunu” da zaten hiç ortaya çıkmazdı bile böyle bir demokratik ülkede. Çünkü böyle bir ülkede ana diliyle ve bu dilde eğitim hakkıyla kimsenin bir sorunu olmazdı. Ermeniler ve Rumlar, hala Tayip Erdoğan’ın demekte ısrar ettiği gibi,  “Azınlıklar” olmaz, demokratik bir cumhuriyetin eşit haklı yurttaşları olurdu.

Ancak böyle bir mümkün ve olası tarihin, ancak böyle hayallerin aynasında, var olanın, ilerleme ve başarı gibi görünenin aslında bir gerileme ve korkunç bir başarısızlık olduğu, bütün bunların yenilgide bir zafer olduğu görülebilir.

AKP’nin başarılarının da aslında başarısızlık olduğu ancak yine bu yöntemle anlaşılabilir. İlk yazıda göstermeye çalıştığımız bu oldu. Bu yazıda da aynı yöntemi bu sefer Kürt Özgürlük Hareketi ve Blok’un seçim başarısına uygulayarak, ortadaki yenilgiyi, ama bu yenilginin bir zafer gibi göründüğünü göstermeye çalışalım.
Gerek Blok bileşenleri gerek Özgürlük Hareketi şu an zafer sarhoşluğu içindelerken, aslında bir başarı değil bir yenilgi olduğundan söz etmek çok iticidir, hatta moral bozucu bulunacaktır. Bütün bunları bilip görecek kadar tecrübemiz var. Ama yine bu tecrübe bize göstermektedir ki, her zaman çoğunluğu oluşturanların kahkahalarına ve lanetlerine dayanma gücü gösterilmeden kimsenin dikkati ve saygısı kazanılamaz.

Öte yandan devrimciler için iktidar kendi başına bir hedef değildir. Devrimciler insanlığın kurtuluşunaazami katkı yapmakla yükümlüdürler. Ve bu güne kadarki bütün tarih göstermektedir ki, insanlığın hayrına denebilecek bütün katkılar, hiç bir zaman iktidar olamayanların, mağlupların katkılarıdır ve onlar sayesinde gerçekleşmişlerdir. Devrimciler genellikle yenilgilerinde gerçek zaferlerini kazanırlar. Ve devrimcileri yenenler, yenilgilerini zaferlerinde yaşarlar, yendiklerinin vasiyetlerini yerine getirmekten başka bir şey yapamazlar. Bir bakın şu ülkenin tarihine, sosyalistler hemen hep yenildiler, şimdi onları yenenler onların vasiyetlerini yerine getiriyorlar.
*
Bu kısa nottan sonra bu seçimlerin Blok ve Özgürlük Hareketi için niçin bir mağlubiyet anlamına geldiğini görelim. Tabii tıpkı AKP’nin başarısının aslında bir yenilgi olduğunu açıklayan yöntem ve bakış açısıyla.

İlk bakışta, bu seçimler Blok için tam bir başarıdır. Meclis’teki temsilci sayısında en büyük kazancı sağlayan, hem de bin bir zorluğa rağmen sağlayan partidir. Sandalye sayısını 22’den 36’ya çıkarmıştır.  Yani % 64 ölçüsünde bir kazanç.

Bu sonuç elbet daha iyi örgütlenildiği; bütün olanakların verimli ve akıllıca kullanıldığı; oy vermede çok zor olan dağılmaların başarılı yapıldığı anlamına gelir ama bir seçim, nihayetinde nüfusun büyük bölümünü kendi programına kazanma çabasıdır. Temsilci sayası değil, alınan oylar ve bu oylardaki değişme eğilimleri çok daha derine inen özcül bilgiler verebilir. Demokrasilerdeki temsilciliği düzenleyen sistemler, (Seçim Barajları, Dar Bölgeler vs.) gerçek oy oranlarıyla seçilmişlerin oranları arasındaki azami uyumu minimuma indirmeye (Nispi temsil oranlarını aşındırmaya) yöneliktirler. Bu nedenle, toplam nüfus, seçmenler ve oylar içindeki oran gerçek durum hakkında daha anlaşılır bir fikir verir.


Soru şudur: temsilcilerdeki bu % 64 artış, gerçekten toplumda bu oranda artan bir desteğin, yani yeni toprakların tarıma açılmasının veya ele geçirilmesinin sonucu mudur yoksa aynı alandan intensif tarım yöntemleriyle daha yüksek bir ürün almanın mı?



Cevap ikincisidir. Ve oy oranlarındaki değişimlere baktığımızda, aslında seçimlerin en başarısız partisi olarak Blok veya Özgürlük Hareketi ortaya çıkmaktadır. Çünkü, 2002’den beri seçim sonuçlarına bakıldığında, CHP ve AKP’nin oy oranlarındaki artışlarına karşılık, Blok’un veya Özgürlük Hareketi’nin oy oranı neredeyse aynı kalmıştır.

Tabii burada kendini kandırmak isteyenlerin, mutlak değerlerle yaptıkları değerlendirmeler hakkında da bir çift söz etmek gerekiyor. Bu gibi genel eğilimleri anlamaya yönelik değerlendirmelerde, genel yüzdelere ve bunların eğilimlerine bakmak gerekir. Kendini ve başkalarını kandırmak isteyenler ise ya mutlak değerlerle değerlendirme yaparlar ya da çok küçük alanlardaki ve zaman dilimlerindeki eğilimleri abartırlar. Bunun tipik bir örneği olarak Bianet’te çıkan “Kürt Politik Hareketinin Oyu İki Katına Çıktı” değerlendirmesi gösterilebilir.

Her Allahın kulu bilmektedir ki, aradaki dönemde Türkiye’nin nüfusu arttı, bu durumda ciddi, kendini ve başkalarını kandırmak istemeyen bir analizcinin en azından bu artış oranını hesaplaması gerekir.

Öte yandan sadece nüfus da artmadı, eski sistemde milyonlarca insan, ikameti olmadığından, seçmen kütüğüne kaydedilmediğinden vs. (Özellikle köyden şehre gelmiş Kürtler için en büyük handikaplardan biriydi bu) seçmen olarak görülmüyor ve oy da kullanamıyordu. Yeni sistem bu mahzurları büyük ölçüde ortadan kaldırmış ve oy kullanabilecek yaş ve durumda olanlar ile seçmen sayısındaki makas milyonlar ölçüsünde kapanmıştır. Yani aslında, esas desteği Kürt yoksulları ve kadınları arasında bulunan Kürt özgürlük hareketinin lehine çalışabilecek ve çalışması gereken önemli değişiklikler olmuştur.

Ciddi bir analizcinin bu değişiklikleri de katması gerekir gerçek eğilimleri tespit etmek bakımından.

Öte yandan, haberde sadece Kürdistan’daki illerdeki oylar hesaplamaya katılırken, başlık, “Kürt politik hareketi, Kürdistan’da şu oranda oy aldı” diye başlığın olması gerekirken, Kürt politik hareketi sanki bütün Türkiye’de oyunu iki katına çıkarmış gibi atılmaktadır.

“Kürt Politik Hareketi” denince Bloğa verilen tüm oyları dolayısıyla tüm Türkiye’yi hesaplamak gerekir. Bizzat Türk sosyalist hareketinden gelen adayların da ifade ettikleri gibi, Bloğunun oyları aslında Kürt Politik Hareketi’nin oylarıdır. Sosyalistlerin kazandırdığı oy muhtemelen Bloğa verilen oyların en iyi ihtimalle yüzde birinden fazlası değildir. Yani aslında ihmal edilebilir bir büyüklüktür. Türk sosyalist hareketinden gelen adayların önemi, onların aday olmalarının verdiği mesajdadır, getirdikleri oylarda değil.

Aşağıda bir örnek olarak Diyarbakır’da 2002 seçimlerinden beri oy, seçmenler ve Özgürlük Hareketinin veya Bloğun aldığı oylar görülüyor.



Kayıtlı Seçmen
Oy kullanan
BDP’nin Oyu
Oy Oranı
2002
615.000
437.500
236.600
% 54
2007
674.136
471.000
200.600
% 42
2009 (il merkezi)
449.000
370.000
234.000
%59
2011
866.000
723.000
411.000
% 56

Son seçimdeki seçmen sayısındaki artış, sadece nüfus artışıyla açıklanamayacak kadar büyüktür. Eski seçim sisteminde kayıtlı seçmende 5 yılda 50.00 kişilik bir artış olurken; 2007 ile 2009 arasında 4 yılda neredeyse 200.000 kişilik, dört misli fazla bir artış görülmektedir. Elbette bu ölçüdeki bir artış sadece normal nüfus çoğalması ve göç ile açıklanamaz, yeni seçmen sayasını belirleme yönteminin etkisi vardır. Ve bunun aslında klasik Kürt Politik hareketinin destekçisi olan şehirlerin yoksul tabakalarının, dolayısıyla Kürt politik hareketinin lehine olduğu ortadadır.


Bu tabloda esas görülen şudur: Özgürlük hareketinin oyu sadece yüzde iki artmıştır Diyarbakır’da.  2007 seçimlerindeki düşüşe göre ancak kaybını telafi ettiğinden söz edilebilir.

Yani iki seçim arasında etkili olan diğer faktörler de göz önüne getirildiğinde bu tam bir yenilgidir. Sadece bir kaçını göz önüne alalım.

2002 seçimlerinde, seçimler fiziki bir şiddet altında yapılmıştı, oy vermek için birçok riskleri göze almak anlamına geliyordu. Elbet bu seçimlerde de, polislerin ve jandarmaların sandığa yakın durması, bağımsızların adının küçük yazılması vs. gibi manüplasyon çabaları vardır ama 2002 ile kıyaslanmayacak ölçüde nitelik olarak farklıdırlar ve korku duvarını aşmışlık karşısında da etkisizdirler.
2002 Seçimlerinde Parti olarak girilmişti, birçok seçmen muhtemelen nasıl olsa %10 tutturulamaz diye muhtemelen başka partilere oy vermişti. Ama Bu seçimlerde bir tek oyun bile değeri vardı. Yani başka yere oy gitme ihtimali en azından daha düşüktü.
2002 seçimlerinde, o zamanlar Özgürlük Hareketi, bizim esas tabanımız seçmen olarak kayıtlı değil, oy kullanamıyor diyordu. Bu seçimde ise bütün bu tabanın oy kullanabilecek durumda olduğu, yani seçmen olarak kaydolduğu açıktır. En azından farkın çok küçük bir yüzdeye indiği söylenebilir.

2002 seçimlerinde, Özgürlük Hareketi, çok kötü durumdaydı. Öcalan’ın esir düşmesi, Barzani ve Talabani’nin ABD desteğiyle yıldızının parlaması; Öcalan’ın yaptığı strateji değişikliğinin henüz kavranamaması ve Devlete satılmışlık olarak görülmesi söz konusuydu. Bugün ise ABD’nin Arapların direnişi karşısında Barzani ve Talabani’ye kimi sınırlar göstermesi, PKK’nın kazandığı askeri başarılar; siyasaal alanda özellikle bağımsız ve genç milletvekillerinin yaptıkları; şimdiki muazzam mobilizasyon, strateji değişikliğinin kavranması ve eskiden teslimiyet olarak görülen strateji değişikliğinin şimdi bir deha ve uzak görüşlülük olarak görülmesi gibi bir sürü lehte fark bulunmaktadır.


2002 seçimlerinde, Kürt hareketi içindeki dindarlar ve Barzani ve Talabani’nin desteklediği milliyetçiler açıktan bloğa karşı tavır almışlar ve Türk solundan insanlarla ittifak yapılmasını ve parti olarak seçimlere girilmesini eleştirmişler, oy vermemişlerdi. Bu seçimlerde ise bu güçler bizzat Blok içinde yer almışlardır.


Türk solcuları bakımından da durum bugün için çok lehedir. Türk solundan çıkabilecek en iyi iki isim aday gösterilmiştir ve Medya’nın 2002 seçimleriyle kıyaslanmayacak ölçüde bir desteği vardır özellikle bu adaylar üzerinden.

Bu seçimlerde, Erdoğan adeta politikleşmiş Kürtleri Blok’un kucağına itmiştir Türk milliyetçisi ve anti demokratik vurgularıyla. 2002 seçimlerinde böyle değildi, aksine Avrupa Birliği Kriterleri üzerinden demokrasi savunuculuğu büyük bir vurgu taşıyordu.
2002 seçimlerinde bağımsızların dört yıllık çalışmasının ve tanınmışlığının izleri yoktu. Şimdi var, bir Selahattin Demirtaş Kürt olmayanların bile sempatiyle baktığı ve tanıdığı bir isimdir artık örneğin. Bunun yanı sıra adaylıkların Yüksek Seçim Kurulu’nca önce iptali ve sonra da kitabına uydurulup baskı karşısında geri adım atması, Blok için müthiş bir rüzgâr yaratmıştır.


Yani denebilir ki, bu seçimler Blok’un veya Özgürlük Hareketinin etkisini arttırabilmesi için olağanüstü ve her zaman bir arada bulunamayacak uygun koşullarda gerçekleşmiştir. Bunun sonucunun oylarda çok büyük bir artış olması gerekir. Hâlbuki görülen odur ki, bütün bu lehte faktörlere rağmen, 2002’de alınandan sadece %2 oranında daha iyi bir oy alınabilmiştir.


Bu şunu gösterir Özgürlük Hareketi veya Blok, bugünkü politika ve stratejisiyle ulaşabileceğinin azamisine ulaşmış bulunmaktadır. Yeni toprakları fetih etmediği takdirde, aynı alandan daha yüksek bir ürün alması da söz konusu değildir. Milletvekili sayısındaki yüzde 70’leri bulan artış, kimseyi yanıltmamalı ve sahte hayaller yaymamalıdır. Bu artış, aslında aynı alandan, birçok uygun koşulun bir araya gelmesi ve akıllıca taktikler uygulanması sonucu, azami verimle sağlanmıştır. Bundan sonra gerek koşullarda, gerek toprağın gücünü yitirmesine bağlı olarak verimlilik kaybı olur.


Burada daha saymakla bitmeyecek diğer etkenleri de sıralarsak, bütün bu elverişli koşullara rağmen sağlanabilen %2’lik bir artış, aslında Bloğun oyunun, eğer aynı 2002 koşullarında olsaydı, düşmüş oluğu anlamına gelir. Bütün bu elverişli koşullara rağmen sadece %2’mik bir artış, kelimenin gerçek anlamıyla bir başarısızlık ve yenilgidir.

Zaten aradaki 2007 seçimleri bunun ipucunu vermektedir. Eğer AKP seçimlerde ve öncesinde bir parça kendi amaçları açısından akıllıca bir politika uygulasaydı, Blok’un aldığı oylar düşerdi[1].


Yukarıdaki tablo ve analizde, Diyarbakır Kürdistan’ın bir örneği olarak alınmıştır. Türkiye ölçüsünde baktığımızda, Blok veya Özgürlük Hareketi çok daha kötü durumdadır, MHP gibi zaten geçmişin dünyasına ait bir hareket bir parti bir yana bırakılırsa, oyunu arttıramayan tek parti Blok veya Özgürlük Hareketi’dir.
Yukarıda Diyarbakır örneğini aldık Kürdistan’ın beyni ve yüreği olarak. Ancak bir ülkedeki toplumsal değişiklikler, nüfusun büyük bir çoğunluğunu en azından kazanmayı ve tarafsız kılmayı gerektirir.

O halde, Türkiye’nin tamamına bakalım. Bianet yazarının “Kürt Politik Hareketi” dediğinin oy oranı ne olmuş?



AKP
CHP
MHP
DEHAP-BDP
2002
34,29
19,38
8,35
6,23
2007
46,66
20,85
14,29
5,2
2009
38,78
23,12
16,04
5,68
2011
49,90
25,91
12,99
6,58

Görüldüğü gibi, bir önceki seçime göre AKP %3, CHP %5 artış sağlarken, en az artışı sağlayan Kürt siyasal hareketidir. Yüzde bir bile değil. Aday gösterilmeyen yerlerden alınacak oylar da katılsa anca biri bulabilecek bir artış. Daha önce sıralanan olağanüstü elverişli koşullar göz önüne alınırsa aslında bir artış bulunmamaktadır denilebilir.

Keza 2002 seçimlerine göre diğerlerinin kazançları çok daha dramatiktir (CHP % 6, AKP %15 civarında) ve “Kürt siyasal hareketi” oy oranını ancak yüzde yarım kadar arttırabilmiştir.
Bilindiği gibi Kürt siyasal hareketinin en azından on yıldır “Türkiyelileşmek” diye bir hedefi var. Bunun için seçimlerde her zaman Türk kökenli adaylar da koydu, birçok başka ittifak girişimlerinde de bulundu, ama bu istatistiklerin gösterdiği gibi, Kürtlerin belli bir bölümü dışındaki yeni hiç bir toplum kesimine ulaşabilmiş değildir. Bu tam bir başarısızlığı ifade eder.


Bütün bunlar şunu da gösteriyor. Kürt siyasal hareketi Kürt gettosunun dışına çıkamamıştır ve çıkamamaktadır. Bu yöndeki girişimlerinin hemen hepsi şu ana kadar başarısız olmuştur. Kürt hareketinin etkisi, çok küçük de olsa taraftarlarını çok etkili olarak örgütleme ve mobilize etme yeteneğindedir. Ancak bunun da sınırlarına gelinmiş bulunuyor, yeni topraklar tarıma açılmadığı veya ele geçirilmediği takdirde bir süre sonra böylesine yoğun olarak işlenen zemin, bir süre sonra tuzlanma, zayıflama emareleri gösterir ve muhtemelen gösterecektir.

O halde, bu seçimlere ilişkin şu sonuç kolaylıkla çıkarılabilir. AKP ve CHP yeni seçmen kitlelerine ulaşır ve tabanlarını genişletirken, Kürt siyasal hareketi, eğer olağanüstü koşulların sağladığı avantajların getirdiği oylar düşülürse, aynı kalmış veya gerilemiştir.
Diğer bir ifadeyle, kendi amaçları açısından, bir yenilgide, bir başarısızlıkta bir zafer kutlamaktadır Blok ya da Kürt Özgürlük Hareketi. Ve bu yenilgide zaferini, büyük ölçüde AKP’nin zaferde yenilgisi sayesinde kutlamaktadır. AKP de zaferini aslında Özgürlük Hareketi’nin yenilgisine borçludur. Özgürlük hareketi, radikal bir demokrasi programını tutarlı bir biçimde sunup savunamadığı için AKP bu başarıyı kazanmıştır.

Erdoğan’ın zaferini engelleyen dayandığı egemen sınıfın anti demokratik eğilimleri, ideolojik ve kültürel şekillenmesi iken Kürt Siyasal hareketinin hedeflerine bir türlü ulaşamamasının nedenleri ezilen köylülerin sınıfsal ve kültürel sınırlarındandır.
Bunun ayrıntılarını ve Özgürlük hareketinin bir türlü çıkamadığı bu gettodan nasıl çıkabileceğini gelecek yazıda ele alalım.
Aslında bunu yıllardır çeşitli yazılarımızda ele alıyoruz ama bundan sonra başka yazılarda ele alalım.

17 Haziran 2011 Perşembe


Demir Küçükaydın




[1] Bu arada şunu belirtelim, ilk yazıda, Errdoğan’ın taktiğini kendi amaçları açısında ele alıp, aptallık yaptığını söylüyoruz ve bu aptallığın onun bizzat sınıfsal eğilimlerinden, demokrat olmamasından kaynaklandığını belirtiyoruz. Ayrıca buradaki aptallık kişilerin değil sınıfların aptallığıdır, yoksa kişi olarak Erdoğan muhtemelen çok zeki de olabilir. Biz şahsen onun böyle aptal olmasından şikâyetçi değiliz. Onun aptallığı (ki bu aptallık onun sınıfsal eğilimleri, ufuksuzluğu, ideolojik şekillenmesi ile belirlenmiştir) sayesinde kazandıklarımızı kendi akıllılığımıza veya yeteneklerimize bağlamanın yanlış olduğunu belirterek aynı aptallığa düşmemeye çağırıyoruz Bloğu. Kimileri bu farklı soyutlama düzeylerini anlamıyor ve sanki AKP’nin aptallığına üzülmüşüz gibi bir anlam çıkarıyorlar. Yanlış. Bizim dediğimiz, düşmanımız aptallık yapıyor diye bizlerin bu aptallığın sonuçlarını kendi zekâsına yoran aptallardan olmamamız gerektiğidir.

Özetle, Erdoğan, hedefi olan Anayasayı tek başına hazırlama veya hazırladığını Halkoyuna sunma hedeflerine ulaşamadı ama tam da kendi ufuksuzluğundan ve demokrat olmamasından. Yoksa, 2007 seçimlerinde olduğu gibi, Kürtlerin istemlerine biraz göz kıpsaydı, demokrasi söylemi üzerinden propagandasını yapsaydı, Hem Kürdistan’da daha yüksek oy alır ve milletvekili sayısını yükseltirdi hem de MHP’yi baraj altına düşürür, iki cephede birden zafer kazanırdı. Erdoğan’ın sınırlarını göstermektedir bu zaferdeki yenilgisi. İki cephede birden yenilmiştir iki cephede bir zafer kendisinin neredeyse avucunun içindeyken.

Ayrıca Erdoğan bir parça demokrat olsa ve bunu tutarlılıkla savunsa, BDP ve CHP’ye giden oyları da alabilir ve yüzde doksan bir çoğunluk sağlayabilir. Bunun için yapacağı ve yapması gereken çok basittir: okullardan din dersini kaldırmak, diyaneti lağvetmek, devleti bütün dinler karşısında tarafsız kılmak. Böylece şehir orta sınıfları ve Alevilerin korkularını bir anda izale edip CHP’nin altını boşaltır; Genelkurmayı her türlü kitle desteğinden yoksun bırakır.

Kürtlerle ilgili de Mahalli idarelere geniş hareket alanı sağlamak ve Okullarda Kürtçeyi (ana dili) ikinci seçmeli ders olarak koymak. Bir de Af çıkarıp gerillaya ve Öcalan’a legal siyaset olanağı sağlamak. Sadece bu birkaç tedbirle bile, bütün muhaliflerini silebilir. Ve neredeyse yüzde doksanlara ulaşabilir.

Bunu da aynı nedenle, kendisine seçimlerde iki yenilgiye yol açmış olan sınırlılığı nedeniyle yapmadı ve yapamayacaktır. Yoksa biraz uzun vadeli ve bir parça, Avrupa burjuvazisi ayarında kimi düzenlemelerle bütün muhalefetin tozunu arttırması işten bile değildir.

Bütün bunlar bizim ölçülerimizle ciddi bir demokrasi bile değildir, her hangi bir Avrupa ülkesinin standartlarıdır ama bunu bile yapacak birikim, hazırlık, sınıfsal eğilim, cesaret ve vizyondan yoksundur.

(Bu satırları yazdığımızda, Hasan Cemal’in bugünkü yazısını görmemiştik. Erdoğan %100’e yakın bir oy hedeflermiş ve neden daha çok oy alamadık diye rapor istiyormuş. Yukarıdakileri yaparsa %90 alabilir. Gerçekten, Erdoğan’ın önünde pek az politikacıya nasip olabilecek korkunç elverişli koşullar var. Ama görülecektir önüne çıkmış bu eşine az rastlanır konjonktürü ve tarihsel koşulları nasıl bir mirasyedi gibi harcayacağı. Bunun ilk örneği Seçimlerde görüldü.

Hatta yukarıda sıralanan demokratikleşmeleri yaparsa, Suriye ve kuzey Irak gönüllü olarak Türkiye ile birleşirler ve Orta Doğu’da bir dev ortaya çıkar. Ortadoğu’nun su ve Petrol yatakları üzerindeki bu dev, dünya politikasının baş aktörlerinden olur. Bütün dünya Dengeleri değişir.

Hiç yorum yok: