16 Haziran 2011 Perşembe

Kürt Sorununa Bakış Sorunlu!

Gelinen aşamada satranç tahtasında taşlar yeniden diziliyor. Çıkarların çatışmacı karakteri gelişmelere göre yeni konumlar alıyor. Mevcut duruma endeksli ilişkiler ve olası ittifaklar yeniden Kürt sorununa endeksli şekilleniyor. Kürt sorunu tüm çıkar çatışmalarının üzerindeki örtü gibi duruyor. 
Türkiye’de demokrasi düşüncesi giderek kök salıyor. Yine de gelişmesini önleyecek birçok tehdit söz konusu. Demokrasi algısında bir çarpıtma var ve bu kitlesel bir boyut kazanmış durumda. Bunun en önemli göstergesi Kürt sorunudur. Farklı yelpazeden kesimler Kürt sorununa ilişkin farklı tanım ve algılara sahiptir.

Önemli bir kesim Kürt sorununa milliyetçi pencereden bakmakta, çözümünün demokrasi çıtasının yükseltileceği bilincinden uzakta bir parçalanma fobisiyle karşı duruş sergilemektedir. Bu grup içinde azımsanmayacak bir yekun, Kürt sorununu dış güçlerin bir oyunu olarak görmekte, PKK’yi de onların taşeronu olarak nitelemektedir. Bu değerlendirmede bilinçli bir çarpıtma ve karalama da var. Kimi, Kürt sorununu, ekonomik geri kalmışlık, işsizlik ve feodalitenin bazı yönleriyle bu bölgede hüküm sürmesi çerçevesinde ele almakta, ağalık düzeni bertaraf edilip, belirli istihdam politikaları geliştirildiğinde sorunun kendiliğinden çözüleceği salık verilmektedir.

Bazısı da, Kürtlerin demokratik değerleri içselleştirmesiyle oluşa gelen tarihsel alışkanlıkları (ki, başkaldırı ve isyan neredeyse bir gelenek halini almıştır) terk ettiğinde, etnik bağlılığa dönük bir çaba içinde olmayacaklarını belirtmektedir. Demokrat olma iddiasındaki bu kesimler ise, sorunu bireysel hak ve hukuk düzeni kapsamında görüp kültürel ve siyasal hakları reddetmektedir. Bireysel haklar karşılandığında ve hukuk düzeni kurumsal olarak yeterince işlendiğinde, Kürtler PKK’yi desteklemekten vazgeçecek ve başka bir hak talep etmelerine gerek kalmayacaktır!..

Herkesin demokrasisi kendine mi?

 
‘Daha fazla demokrasi’ talebi çeşiti kesimlerin ideolojik temsillerine göre şekillenirken, sonuçta ‘herkesin demokrasisi kendine’ gibi bir pragmatizme kurban edilmektedir. Asli olarak bütün bunların üzerinde devletin değişime ayak uyduramayan statükocu yapısı oldukça bürokratik ve merkezi bir durumu ihtiva etmekte ve tek amaç güdülmektedir. O da tek millet, tek vatan, tek dil, tek bayrakta somutlanmakta. Tekçilik türetmesi pozitivizme dayanır. Her şeyin tek bir amaca ve ‘bir’e indirgenmesi kaba bir mekanizme götürür. Kural ve yasallık ihtiyaca cevap vermekten öte bir dogmaya dönüşür. İnsan unsurunu hesaba katmadan farklılıkları ve onların temsil ettiği kültürleri yok sayarak tek amaca dönük merkezi bir planlamanın (ki, vardığı sonuç ulus devletin sınırları ve yasaklarıdır) günümüz dünyasında çok da geçerliliği kalmamıştır. Siyaset toplum ve insanla ilgiliyse, birtakım dogmalarla, ‘toplumu nesne gibi’ ele alan bakış açılarıyla bir yere varılamayacağı açık.

Demokrasi derken çeşitli kesimlerin siyasal sisteme katılımlarından bahsediyoruz aslında. Ancak katılım oya endekslenmiş soyut bir şey değildir. Katılım, çeşitli kesimlerin ve kültürlerin örgütlü olarak eşit ve özgür bir şekilde siyasal sisteme yansıttığı talepler ve kurumsal yapılar bütünüdür. Bu yapılar bir yönüyle ‘tarihsel olarak ilerleme eğiliminde olan bir kurumlaşma’ ve ‘özgürleştirme siyaseti’ne (L. Lipson-Demokratik Uygarlık) balanabilse de, ilerleme fikrinin kendisi aslında sorunludur. Türkiye’nin doksan yıllık cumhuriyetçi devlet geleneği demokrasideki aksaklıklar ve geriye gidişler açısından oldukça öğreticidir. İlerleme fikri pek çok açıdan demokrasiyle bağdaşmayan oldukça tartışmalı uygulamalara imza atan siyasal sistemi meşrulaştırmayı amaç edinmiştir. Bu meşrulaştırma edimi içinde baskıcı ve yasakçı eğilimler hoş görülmese de sistemin sınırları dahilinde kabul edilebilir olarak görülmüştür. Hal böyle olunca demokrasi özgürleştirme siyaseti açısından kör, refah toplumu olma yolunda ise topal kalmıştır. Heba edilen kaynaklar ve insan gücü dikkate alındığında bu çok açıktır.

Demokrasi kültürünün yetersizliği

 
Kürt halkının talepleri bir yanıyla kimlik ve buna dayalı haklar olarak ortaya çıksa da özünde dönüştürücü bir güç olarak demokrasi çıtasının yükseltilmesi ve demokrasi bilincinin yerleşerek, siyasal sistem açısından bir üst düzeyde meşrulaştırma rolünü üstlenmektedir. Bu yanıyla Kürt-Türk çatışması denen olgu aslında bir bölünme, parçalanma paranoyası değil, demokrasinin alacağı biçimle ilgilidir; demokrasinin gelişme süreciyle bağlantılıdır. İronik olan şudur ki, bölünme ve parçalanmadan en çok söz edenler demokrasinin varlığını ve tarihsel olarak yüklendiği meşruluk ilişkisini zayıflatmaktadır. Sığındıkları kavramların ilmiğine asılı kalmışlardır.

Demokrasi ideolojik işlevle teslim alınmayacak kadar geniş bir muhteva taşır ve öncelikle kültürel bir birikime sahiptir. Bundaki kasıt, hak ve özgürlüklerin bir yaşam biçimi olarak kabul görmesidir. Çıkar ilişkilerinin iktidar ilişkisi olarak örgütlendiği ve bunun yasal güvencelere kavuştuğu her durumda uygulanırlılığı sınırlı bir demokratik kültürden bahsediyoruz aslında. Bunun bir yanı devletin ve bürokrasinin küçülmesidir, diğer yanı tekçi bir algıya dayalı ulus devlet fikrinin aşılarak çoğulcu ve katılımcı yapıların benimsenmesidir; Türkiye’de yaşayan çeşitli etnik kesimlerin yönetimde daha fazla temsil edilmesiyken, yoksul ve ezilen kesimler içinse daha fazla hak ve adil yönetim anlamına gelmektedir. Demokrasi fikri bu anlamıyla Türkiye devletinin kurucu felsefesiyle çatışmakta ve bu çatışma, bu fikrin dönüştürülmesini esa almaktadır.

Demokrasi talebi ve seçim oyunu

 
Değişim ve dönüşüm siyasal tartışmanın sınırlarıyla ilgilidir ve anayasanın değiştirilemez olarak kabul edilen maddeleriyle çatışma halindedir. Tersi durum oldukça ilginç olurdu, zira Türkiye’ye özgü bir demokrasi anlayışından bahsediyoruz ve bu nedenle bir takım gereklilikler icat edilerek demokrasinin kapsamı her fırsatta budanmaktadır. Bu özgürlüklerin kısıtlanması ya da varlıkları oranında içinin boşaltılması sorunudur. Bu yönlü bir çaba uzlaşma kültürünü gün geçtikçe dışlamaktadır. Bütün bunlar kıyasıya tartışma içinde olup biterken, “Türkiye bir takım eksikliklerine rağmen demokratik bir devlettir” düşüncesini savunanlar çifte standartçı bir tuum içinde bayat bir düşünceyi ifade etmekten öteye geçememektedirler. Aslına bakılırsa son günlerde yapılan tartışmalar Türkiye’nin bir demokrasisi olup olmadığıyla, temel kurucu felsefesinin bütün kesimleri kapsayacak şekilde yeniden tanımlanıp tanımlanmayacağıyla ilgili tartışmalardır. Olumlu yönde bir evrilme süreci geçirdiğinde bir tanımlama yapılacaksa ancak o vakit Bottomore’nin ‘Toplumsal Demokrasi Süresi’ (Toplum Bilim) şeklindeki adlandırmasını Türkiye için kullanmak hiç de fena bir fikir gibi durmuyor.

Türkiye’de değişik kesimlerin artan oranda bir demokrasi talebi var. Geçmişte de belirli talepler söz konusuydu. Ancak devletin çelik çekirdeği olarak ifade edilen iktidar erki, bu talepler karşısında baskıcı yönetim biçimlerine sapmayı ve sindirmeyi bir yol bildi. Kürt isyanları, işçi eylemleri ve toplumsal hak talepleri bu yolla bastırıldı. Çıkarlar kendini dayattığında devlet aygıtına sahip olanların çıkarı, her zaman toplum çıkarlarının üzerinde olmuştur. Kürt hareketinin 1982’den bu yana temel direnç noktalarından biri aslında siyasal erkin bu özelliğine karşı olmuştur. Ret esasına dayanan siyasal zor şiddetli bir tepkiyle karşılanmıştır.

Hükümetler ise, iktidar gücü veya bu kabiliyet ve esnekliğe sahip olabilme derekesinde değildir. Nedeni, partilerin mevcut otoriter zihniyete hapsolmuş nitelikleridir. Seçim bu anlamda seçenlerin tercihlerini manipüle etmeye dönüktür. Oy verenler iradesiz tüketicilere indirgenmiştir. Seçilenler, meşru bir iktidar gücü olarak görülmemiş, güvenlik ekseni içerisine hapsedilen dokunulmaz alanlar darbe anayasasıyla asker ve bürokrasinin denetimine terk edilmiştir. Haliyle seçim, partiler arasındaki bir demokrasicilik oyunu olmaktan öteye geçememiştir. Bu anlamda Kürt sorunu, aynı zamanda demokrasi sorunu derken, demokrasinin özüne ilişkin tartışma yürütmeden, devletin üstten düzenleyici mekanizmalarıyla değil, alttan ve çeşitli kesimlerin örgütlülüğü oranında siyasal sistemi etkileme gücünden bahsediyoruz demektir. Buyurgan ve örgütlü devlet yerine çoğulcu ve katılımcı bir toplumsal örgütlülüğün sağlanması, bilinçli kitlelerin siyasal tercihlerinin iktidarda temsil edilmesi önem arz etmektedir.

Toplumdan kopuk siyaset

 
Wright Mills, 2. Dünya Savaşı sonrası ABD için, ‘ortak çıkar alanları’ tespitini yapmıştır. Mills’e göre, “Amerikan toplumunu şirket sahipleri, yerel sosyete, şirket yöneticileri, siyasal partilerin üst düzey yöneticileri, devlet içi üst bürokrasi ve askeri bürokrasiden oluşan bir elit yönetmektedir” ve “...bu kurumlar işlev ve yapı bakımından birbirlerini tamamlayıp bütünler. Bunun sonucunda bu kurumların üzerinde duran ekonomik, askeri ve siyasal bürokrasi giderek toplumsal köken, mesleki eğitim, düşünce, değer ve davranış biçimleri açısından birbirine benzeşerek bir ‘iktidar seçkinleri’ grubunu oluştururlar.” (Toplumbilimsel Düşün)

Türkiye’de ise durum bambaşka bir hal almıştır. Ortak çıkar alanları yerini çatışmaya dayalı çıkar alanlarına bırakmıştır. Şüphesiz ki, bu önemli bir tespittir. Özellikle 1980 darbesinden bu yana partiler sorunlara gerçekçi çözümler aramaktan ziyade, toplumsal sorunlardan kopuk, meclise tıkılıp kalan siyasal elitler olarak hareket etmişlerdir. Bu giderek Meclis’in işlevsizleşmesine ve prestij kaybına yol açmıştır. Asker ve bürokrasi ise çözüm bekleyen toplumsal sorunları güvenlik ekseni çerçevesine hapsederek hem bu olguları dokunulmaz kılmış ve neredeyse tek söz söyleme ayrıcalığı elde etmiş, hem de bunu iktidar gaspına dönük bir çabaya dönüştürmüştür. Vardığı yer toplumun militaristleştirilmesidir. Buna çoğu emekli generalin sivil toplum nitelemesiyle ortaya çıktığı yerden bitme örgütlerin ırkçı tutumları eklemlenmiştir. Üçüncü seçkinler grubu ise, yargı, üniversite ve medyanın başını çektiği aşırı milliyetçi kesimdir. Zaman zaman hükümetler ya da ordu arasında ayrıma dayalı olarak saf tutmak yoluna gitmişlerse de, asıl işlevi tıkama ve sorunlaştırma eğilimi olmuştur. Her üç kesim de hakların tanınmasında sakıngan ve kısıtlı tutumlardan yanadır ve toplumu tedirgin kılmaya, korkutmaya dayalı politikaları öne çıkarmaktadır. Bu düzen dışı alternatifleri besler ve kaçınılmaz olarak sopa politikasının devreye girmesinin yolunu açar. Mecliste partilerin beceriksiz ve uzlaşmaz tutumu perde arkasındaki asıl güç odağı olan ordunun sahneye çıkmasına fırsat teşil eder ve demokrasi, parlamentoyla ordu güçleri arasındaki bir tahterevalliye dönüşür. Bu durum objektif olarak ordunun bir parti gibi hareket etmesini, yıprandığında geri çekilmesini, partiler prim yapmadığında ise yeniden öne çıkarak, etkin bir siyasal güç gibi hareket etmesini sağlar. Yine her üç kesim de iktidar üzeirnde belirleyici söz söyleme etkenine sarılır. Demokrasinin içeriğine ve Kürt sorununun çözümüne dönük bu kesimlerden birinin çabası, diğerlerince çatışmacı ve karşıt pozisyonla akamete uğratılır.

Toplumsal ve mekansal bölünme

 
Günümüzde milliyetçilikle pompalanan siyasal rejimin tekçi zihniyeti tıkanmıştır. Ancak çatışmaya dayalı çıkar alanlarının korunmasına dönük tutum ve davranışlar akılcı bir uzlaşmaya ve siyasal sistemin toplumsal talepler derekesinde yeniden tanımlanmasına imkan sunmamaktadır. Zira çatışmaya dayalı bu çıkar alanlarının toplum katında yansıması ve temsili de söz konusudur. Bir satranç oynanmakta, atılan tüm adımlar mekansal boyutuyla da toplumu hedeflemektedir. Bölge, şehir ya da daha küçük yerleşim birimlerine kadar hamleler etkin olarak sürdürülmektedir. Rahip Santoro, Hrant Dink ya da Malatya Zirve Kitapevi cinayetleri toplumun dokusu üzerinde mekansal çatışmaların da izini taşımaktadır. Bölünen bu anlamıyla sadece toplum değil, mekanlar da olmaktadır. Çatışmaya dayalı çıkar alanları bu bağlamda mekansal olarak örgütlenmektedir. Karadeniz hattının ırkçı, Batı’da, kıyı şeridindeki kentlerin Kemalist, iç kesimlerin dini ve milliyetçi eğilimlerle ve Kürt illerinde tümden Kürt siyasal hareketinin etkinlik alanı olarak varlık bulması bir gösterge olarak önümüzde duruyor. Kürt illerinde Kürt siyasal hareketiyle bilinçli ve etkin bir toplum, Batı’da militarist eğilimlerle manipüle edilmiş milliyetçi bir toplumun varlığıyla perdelenmiştir. Topluma öncülük iddiasındaki liderlerse oy hesabıyla risk almaktan uzak, popülist politikalara yelken açmıştır. Haliyle bilimsel yaklaşımın toplumsal ilişkilerde düzenleyici etkinliği giderek sınırlanmış ve minimize edilmiştir. İktidarın kendisi de çatışma halindeki adacıklara bölünmüştür. Buna rağmen birey iktidarın tahakkümü altında bilinçsiz ve dolayısıyla korunaksız bırakılmıştır. Birey iktidar alanıyla kuşatılmış, iktidarla yakın ilişkiler kuramamış ve her türlü denetim mekanizmalarından dışlanmıştır. İktidarın ‘bir ağ gibi’ (İktidar ve Özne-Foucault) yaşam alanlarının tümüne nüfuz etmesi bir gösterge olarak ortada duruyor.

İktidarın çatıştırıcı rolü

 
Demokrasinin temel varsayımlarından biri olan bilinçli ve özgür kamu ve bu kapsamda dillendirilen düşünce özgürlüğü, Türkiye’de sadece iktidar karşıtı her türlü muhalefetin uzlaşmacı değil, çatışmacı bir rol üstlendiği oranda göreli bir kazanıma dönüşmüştür. İktidarın bugünkü doğası, sistemin içine çekip entegre etme esnekliğinden bir hayli uzak olduğu için çatışma refleksi bir yöntem olarak öne çıkmıştır. Hal böyleyken atılan her adım bir kazanan ya da kaybeden algısına bağlı olarak değerlendirilmiştir. Nedense demokrasinin çıtasının yükseltilmesi, siyasal sistemin toplumun taleplerine uygun olarak yeniden dizayn edilmesi ve demokratik içeriğinin ancak bu yolla güçlendirilebilmesi başarı şansı bulamamıştır. Halbuki bu gerçeklik siyasal sistemin meşruiyeti için vazgeçilmez bir koşul olarak ortada duruyor ve bugünkü Kürt siyasal hareketinin şiddetli dışlanma refleksine rağmen objektif olarak temsil ettiği bir misyon haline gelmiştir.

Gramsci, siyasal düzende sivil toplumun bağımsız bir şekle büründüğünü, devlet ve demokratik bir şekilde düzenlenen onay sistemine dayandığını, böylece demokrasinin derinleşmesi, sivil toplumun onay kurumları ve siyasal toplum karşısındaki denetleme olanakları ile özdeşleştiğini söyler. Gramsci’ye göre, zor uygulayarak meşruiyet kurmak devletin bir etkinliği iken, rızaya dayalı meşruiyet kurmak egemen sınıfın sivil toplum içindeki bir etkinliğidir. (Editions Socials-Seçme Yapıtlar: Çeviri, Gilbert Moget-Armand Monjo) Her halükarda rıza olmadan zorun bir baskı aracı olma niteliği meşruiyet arayışını tartışmalı hale getirecektir. Bu bağlamda üzerinde durulması gereken iki olgu var:

Birincisi, sivil toplumun örgütlü ve inisiyatifli bir etkinlik kazanması, İkincisi, demokratik değerlerin kökleşmesi için öze ilişkin yasallık arayışı. Elbette demokratik değerler şarta bağlı olamaz. Yükseldiği temeller kuşkulu bir seçmeli katılımcılığı esas alıyor, halkı bir oy verme refleksine indirgiyor, her türlü muhalefeti ihtiyati bir dışlanmışlıkla niteliyor ve vatandaşlığı ayrıcalıklı statüler üzerinden tanımlayıp ayrıştırıyorsa demokratik değerlerin erdemli bir yurttaşlık bilincine uygun şekillenmediği aşikardır.

Demokratik değerler:

 
- Eşitlik ve özgürlük sınırlarının kapsamının fark gözetilmeden uygulanabilirliği,
- Meşruiyet ve rızaya dayalı bir otorite,
- Toplumun yönetim aygıtları üzerindeki denetim gücü,
- Azınlıklar ve farklılıklara dönük yasal güvenceler kadar çoğunluğun hoşgörüsü,
- Sosyal adalet ve refahın sağlanması,
- Anayasanın bu değerlere dayalı bir ruh taşıması.

Kürt sorunu çıkar çatışmalarının örtüsü

 
Sadece yasal değişikliklerle demokratik değerler kısır ve işlevsizdir. Siyasal sistemin ruhuna işleyecek bu özellikleri toplumsal konsensüs kadar, eğitim ve bilinçlendirme süreciyle de pekiştirmesi gerekir. Bu, her şeyden önce muhalefeti dışlayıcı ve suçlayıcı bir dille değil, kapsayıcı ve bütünleştirici olmalıdır. Ahlaki ve vicdani toplumsal bir ölçüttür bu, zira toplumsal vicdan ortaklaştırıcı ve uyumlaştırıcıdır. Demokratik değerler serpilip geliştiği oranda toplum özüne dönecek ve bu değerler toplumla özdeşleşecektir. Türkiye’de yaşanan çatışma va ayrışma süreçleri demokratik değerlerin içeriğine ilişkin yetersizliklerden kaynaklanmaktadır. Otoriteye gösterilecek olan rıza bu değerlerin içeriğinin temsiliyet düzeyiyle bağlantılı olarak vuku bulacaktır. Dönüp dolaşıp vardığımız yer, sürekli bir hakimiyet arayışı içindeki iktidarın nasıl sınırlandırılacağıdır. Gelinen aşamada satranç tahtasında taşlar yeniden diziliyor. Çıkarların çatışmacı karakteri gelişmelere göre yeni konumlar alıyor. Mevcut duruma endeksli ilişkiler ve olası ittifaklar yeniden Kürt sorununa endeksli şekilleniyor. Kürt sorunu tüm çıkar çatışmalarının üzerindeki örtü gibi duruyor. İktidar mücadelesi veren güç odakları, Kürt siyasal hareketine yönelik ortak ve açıktan yürüttüklerine koşut olarak, PKK üzerinden de birbirlerine karşı örtülü bir savaş yürütmektedirler. Bağlam, oluşturulacak anayasanın demokratik normlara bağlı olarak şekillendirilip şekillendirilmeyeceğidir. Bu güçlerin Kürt sorunu eksenli iktidar mücadelesi, çatışmayı bastırıcı mı, yok sayıcı mı olacağı, kullanılacak yöntemlere göre belirlenecek ve siyasal sistemin toplumun nezdinde meşruiyetininin olup olmayacağının da göstergesi olacaktır.

YARIN: Eşit ve özgür birliktelik bir ütopya mıdır?

CÖMERT BOZKURT
Adıyaman E Tipi Kapalı Cezaevi

Hiç yorum yok: