3 Haziran 2011 Cuma

Ahlaki-Politik Toplumun Baharı

 
Tarihi düz bir çizgi üzerinde uygarlıkların başlangıç ve bitişleri gibi keskin bölümlere ayıran, parçalı ve o uygarlıkların kendilerini üzerinden var ettikleri toplumu, resmi uygarlık dışında kalan kesimleri konu edinmekten ziyade dar bir zümreden ibaret sermaye ve iktidar kurumlaşmalarını konu edinen resmi tarih, bütünsel bir hakikati ifade etmekten uzaktır. Zaten bu haliyle hakikati ele almak, ifade etmek gibi bir amacından da pek bahsedilmez.
Sistemin ideolojik aygıtları

Devletçi eril sistem, kendisinden önceki demokratik-komünal toplumun ideolojik ve maddi kültür değerlerini adeta gasp ederek ortaya çıktığından itibaren sürekliliğini sağlamak, egemenliğini pekiştirmek için kullandığı zor aygıtlarının yanı sıra ideolojik araçlarla da hakikatleri, tarihsel-toplum gerçekliği çarpıtarak meşruiyetini sağlama çabasında olmuştur. ‘Bilimcilik’ adına pozitivizmin toplumu ve doğayı nesneleştirerek üzerlerindeki tahakkümü meşrulaştırmasında olduğu gibi tarihi de devletçi uygarlık ile başlatarak toplumun devletsiz olmayacağı, devlet olmadan bir uygarlık, modernite olamayacağı inancını; içinde bulunduğumuz yüzyıl itibariyle de “ideolojilerin sonu, ütopyaların sonu” gibi söylemlerle verili sistem dışında bir alternatifin olanaksızlığı düşüncesini zihinlere yerleştirmeye çalışmaktadır.

Ancak gerek bilimsel alandaki gelişmeler (fizikten arkeolojiye, doğa bilimlerine kadar) gerekse de modernitenin kapitalist biçimiyle zirveye, felaket düzeyine (çoğunlukla insanın neden olduğu ekolojik felaketlerden, en kanlı paylaşım savaşlarına, açlık ve yoksulluğun büyümesine kadar) ulaşan uygarlıksal sorunlar I. Wallerstein’in deyimiyle körleştirici kesinliklerle dolu Newtoncu pozitivist bilimin temellerini sarsmış; evreni, toplumsal var oluş gerçekliğini yorumlamada yeni bakış açılarının oluşmasını sağlamıştır. Hakikat bir bütün olduğundan bilimsel ve toplumsal alandaki gelişmeler ve açığa çıkan yeni bakış açıları haliyle tarihsel toplum gerçekliği de yeniden ele almayı gerekli kılmış, devletçi uygarlığın geldiği aşamada aydınlanmanın hatta reel sosyalizmin de vaaz ettiği gibi tarihsel sistemlerin hiç de bir ilerlemeyi ifade etmediği görülmüştür.

Tarihsel ikilem

Sosyal bilimcilerin pek çoğu resmi tarih anlatılarının aksine tarih içerisinde belli bir coğrafyada yaşamış uygarlıkların yok olmayıp bir şekilde kendini gösterdiği konusunda hemfikirdirler. Hal böyleyken insanlık tarihinin yaklaşık yüzde 98’lik bölümünü kapsayan devletsiz, demokratik uygarlığın devletçi uygarlık içerisinde kendini sürdürmediği düşünülemez.

Zıtların birbirini yok ettiği, ak-kara mantığına dayalı diyalektik kavrayış yerini farklılıkların korunduğu bir aradalıklara, sentezlere bırakırken tarihsel-toplum gerçekliğinin de daha iyi anlaşılması için ikili karakterini görme ve diyalektiği doğru temelde ele alma bir gereklilik olarak karşımıza çıkar. Bilge; “Diyalektik derken anlaşılması gereken husus iki uçlu ilişki ve çelişki gelişimin iki farklı zihniyet ve yapılanmayı bağrında taşıdığıdır” diyor.

İktidar tekeli

Hiyerarşinin doğduğu ve sermaye-iktidar tekeli olarak somutlaştığı dönemden itibaren halkların o hiç yazılmayan tarihine bakıldığında devletçi uygarlıkla hep çatışma içerisinde olan, egemenlerce sömürülmeye, köleleşmeye direnen; iktidar alanının, uygarlıkların dışında kalan halkları, toplulukları özgürlüğe-eşitliğe yakın veya uzak da olsalar görmek mümkün. Ancak dile bugün yüklenen anlamlar hiyerarşiye hizmet etmektedir, iktidarcı-eril zihniyete göre şekillenmiştir. Bu nedenle resmi uygarlık dışında kalan demokratik toplum güçlerini görünür kılmanın bir yönü de dile yüklenen bu anlamlardan, çarpıtılmış kavramlardan kurtulmaktır. Son dört yüz yıldır süre gelen ulus-devlet geleneğinin kendini üzerinden tanımladığı hakim ulus-din-mezhep-dil dışında kalan veya kendisiyle, çıkarlarıyla çelişen kesimlere yaklaşımı da bu şekildedir. İçinde yaşadığımız TC’den örnek verecek olursak sadece sınırları dışında kalan halkları ‘düşman’ vb. ilan etmekle kalmayıp kurulmasından çok önce yüzlerce yıldır bu toprakların demokratik unsurunu oluşturan kesimleri, örneğin özgürlüğü için mücadele eden Kürtleri ‘terörist’, Alevileri ‘dinsiz’, Ermenileri ‘gavur’ hatta sadece yaşam alanlarını korumak için devletin HES’lerine karşı olan Karadeniz köylüsünü ‘vatan haini’ ilan edebilecek kadar öfke kusan, ayrımcı bir devlet literatürümüz var! F. Braudel uygarlıkların küçümseme, nefret ve hor görme üzerinden oluştuğunu belirtirken muhtemelen gerçeğe oldukça yakın bir tespitte bulunmuştur.

Demokratik direniş güçleri

Demokratik toplum güçleri ya tümden uygarlıkların, devletçi sistemin dışında kalıp dağları, ormanları mesken bellemiştir ya da devletçi uygarlık içerisinde çelişkilerini koruyarak yer almış, görkemli direnişlerle varlığını korumuştur. Ancak egemen sistemi etkisizleştirme, iktidar alanını daraltmada sürekliliği olan alternatif bir sistemin geliştirilmesinde yetersiz kalmıştır.

İnsanın metalaştırılması

Egemenlikçi sistem günümüzde diğer tarihsel sistemlere kıyasla iktidarını toplumun tüm gözeneklerine ulaştıracak kadar yoğun, çok yönlü mücadele yürütmektedir. Yani tarihsel sistemlerdeki ‘ilerleme’ denilen olgu sistemin eşitlikçi, özgürlükçü, demokratik bir karaktere sahip olmasından yana değil de toplum üzerindeki iktidarın etki alanının denetiminin artmasından ve tekellerin sermaye birikiminden yana olmuştur. Sonuçta ne kadar çok sınıflaşma olursa o kadar iktidar ve devlet alanına tabi olunur. Toplumu sanallaştırıp duyarsızlaştırarak, tüketimden başka bir şey düşünemez hale getirerek (ki sadece meta tüketimi değil, en doğal duyguların, düşüncelerin dahi tüketimi) ahlaki-politik dokusunu çözmeye çalışsa da bugün tüm göstergeler sistemin sürdürülemezliği konusunda kırmızı alarm vermektedir.

Gelişimin ikili karakteri

Gelişimin ikili karakteri sonucu devletçi uygarlığın ideolojik ve maddi tekellerince yürüttüğü onca egemenlik mücadelesine rağmen çığ gibi büyüyen uygarlık sorunları karşısında sistem karşıtı güçlerin sesi her zamankinden daha yüksek duyulmakta ve evrensel nitelik kazanmaktadır. Örneğin bilişim teknolojisi bile hegemonyacı güçlerin sanal dünyalar yaratarak gerçekleri çarpıtma, toplumu dejenere etme, gençleri mücadele ruhundan uzaklaştırma vb. amaçlarına hizmet ediyorken diğer yandan Mısır ve Tunus’ta ayaklanmaların örgütlenme zeminlerinden biri olabiliyor. Sistem karşıtı güçler, verili sistem dışında bir alternatifin olduğu düşüncesinde birleşerek kapitalist modernitenin karşısına daha örgütlü bir şekilde çıkıyorlar.

Toplum özgürlüğe gebe

Bugün Ortadoğu’da domino etkisi yaratan devrimler, artık yamalanacak yeri kalmayan sistemsel krizin patlak vermesi ve halkların iktidarcı sistemin sözde demokrasi oyunlarına daha fazla tahammülünün kalmamasının sonucudur. Kürt halkının da başını çektiği demokratik direniş eylemlerinin süreklilik kazanması ise toplumun kendi çözümünü kendisinin geliştirmedeki kararlılığının ve ahlaki-politik dokusunun işlerlik kazandığı oranda devlete gereksinim duymadığının göstergesidir. Bilge’nin de dediği gibi “Tarımsal köy topluluklarının on bin yıl boyunca tüm uygarlıkları beslerken hiçbir sesi, tepkisi ve karşı yapılanması olmayacak mıdır? Binlerce yıldır inşa ettikleri kentlerin egemenlerince her türlü baskı ve sömürüye maruz kaldıklarında emekçi halk sessiz durup, kaderine mi şükredecektir? Bu mümkün müdür?”

Demokratik toplum güçlerinden bunca bahsetmişken son olarak uzak bir coğrafyadan ama pek de yabancı olmadığımız yaşam öyküsüne sahip bir kadının sözleriyle bitirmek istiyorum. Hindistan’da kendilerini ‘asiler’ olarak tanımlayan silahlı gruplarda liderlik de yapan, uzun yıllar cezaevinde kalan ve milletvekiliyken çetelerce öldürülen Phoolan Devi’ye (isminin anlamı Çiçeklerin Tanrıçası) neden pek çok köylü kadın gibi uysal olmadığı, Hindistan’da kabul edilen biçimde yeniden doğduğunda daha iyi olacak bir yaşamı beklemediği sorulduğunda şöyle cevap veriyor: “Tüm zorluklar bu yaşamda oluyor. Bunun gelecek yaşamımla ne ilgisi var?... Ölümden korkmuyorum. Bedenim acı çeksin ama ruhum özgür kalsın. Özgürlükten vazgeçmek insan doğasına aykırıdır.”

Hiç yorum yok: