10 Mayıs 2011 Salı

Kullanılarak Bitmek...


30 Mart 1856’da imzalanan Paris Antlaşması’nın ardından Palmerston, Lordlar Kamarası’nda şöyle bir itirafta bulunmuştu: “Lordlarım, Çerkesleri kendi başlarına büyük felaketlerle karşı karşıya bıraktık. Oysa biz onlardan yardım istedik ve izninizle söyleyeyim ki, onları en büyük fedakarlık ölçülerinde istediğimiz gibi kullandık.”

Kırım Savaşı’ndan sonra Lord Palmerston’un dile getirdiği bu itiraftaki gerçek o yıllardan günümüze adeta Çerkes halkının yazgısı olmuştur. Çerkesler henüz Kuzey Kafkasya’da iken İngiltere, Fransa ve Osmanlı Devleti’nin çıkarları doğrultusunda kullanılmışlar, son 2 yüzyıllık tarihlerini kendi iradeleri dışında ve dış dinamiklerin belirleyiciliği altında yaşamışlardır.


Örneğin, bir Çerkes kabilesi olan Natuhay’lar Kafkas-Rus Savaşları’nın son döneminde Çarlık Rusya’sı ile uzlaşma olanakları ararken bölgeye iki İngiliz gelmiş, “Portfolio” adlı derginin nüshalarını İngiltere Kralı’nın şahsi fermanı olduğunu iddia ederek dağıtmışlar, provokatif söylemlerle İngiltere’nin desteğini vaat ederek Çarlık ordusu ile tüm uzlaşma olanaklarını ortadan kaldırmışlardır. Bugün söz konusu kabilenin tarih kitaplarında sadece adı kalmıştır.


Büyük Çerkes Sürgünü


21 Mayıs 1864’te yaşanan Büyük Çerkes Sürgünü, Çerkes feodal önderliğinin karakterini açıkça ortaya koymuştur. Çarlık ve Osmanlı makamları ile işbirliği yaparak sürgünü kolaylaştırıcı ve kitleselleştirici bir rol üstlenen feodal sınıf, asimilasyon ve kimliksizleşmeye gönüllü adım atmıştır. Sürgünün bir soykırım şeklinde yaşanması ve sürülenlerin üçte birinin yollarda ölmüş olması da düşünüldüğünde halkın yaşadığı felaketin boyutları daha iyi anlaşılabilecektir. Halk sürgün geldiği Osmanlı ülkesinde yönetimin dini şantaj ve baskılarına maruz kalmış, Osmanlı iskan siyaseti doğrultusunda ülke topraklarına dağıtılarak yerleştirilmiştir. Asimilasyon o kadar hızlı ve şiddetli başlamıştır ki, Çerkes şair Şocentsuk Aliy, “Türk Bahçesinde” adlı ilk şiirini Osmanlı ülkesinde dilini unutan bir Çerkes kızı için yazmıştır.


Çerkesler 1915 “Ermeni Olayları”nda İttihatçılar tarafından kullanılmışlardır. Katliamlarda birçok Çerkes komutanın görev aldığı bilgisini Ermeni tarihçi Arsen Avagyan vermektedir. Ekim Devrimi yıllarında ise Çerkes egemen sınıfları, Kuzey Kafkasya’da Osmanlı-Türk yayılmacılığı ve Batı emperyalizminin güdümünde karşı-devrimci saflarda yer almış, “Kafkas İslam Ordusu” ile işbirliği halinde Bolşeviklere karşı savaşmışlardır. İttihatçılar kendi siyasi hedeflerine ulaşmanın bir yolu olarak Çerkes halkını kullanmayı seçmişlerdi ve Çerkes egemen sınıfları da bu amaca son derece uygun bir karakteristiğe sahipti.


Çerkes Ethem


Kurtuluş Savaşı yıllarında Çerkesler arasından çıkan üç kesim dikkati çekmektedir. Anzavur Ahmet, saltanat ve hilafet yanlısıdır, çıkardığı isyanlarla Ankara’daki meclisi zor duruma düşürmüştür. İzmir’de Ege Bölgesi’ndeki Çerkes eşrafın düzenlediği bir kongre toplanmıştır ve kongre, Yunan işgalini destekleyen bir bildiriyi dünyaya deklare etmiştir. Ethem Bey ise Kemalistlerle ittifak halinde ve Ankara’da kurulan meclisi desteklemektedir; gerilla mücadelesi ile ülkeyi savunmaktadır. Önderi olduğu “Yeşilordu” adlı örgütün mücadelesi kimi yazarlarca Anadolu topraklarının bugüne dek gördüğü en devrimci eylem olarak nitelenmektedir. Fakat burada ilginç olan, resmi tarih yazınında söz konusu üç kesimin de “hain” olarak tanımlanmasıdır. Anzavur Ahmet, İzmir’deki Çerkes Kongresi ve Ethem Bey... Bunların üçü de resmi ideolojiye göre “hain”dir. Daha da kötüsü, Ethem Bey’in “ihaneti” ile birlikte Çerkesliğinin akla gelmesidir ve ne yazık ki, “ihanetine” yapılan vurgu ile Nazım Hikmet’in dizelerinde de yer almıştır.


Ulus-devlet ve sistematik asimilasyon


Anadolu ve Trakya’nın işgalden kurtarılmasından sonra ulus-devlet çabası öne çıkınca Çerkesler için yeni ve daha sistematik bir asimilasyon süreci başlamıştır. “150’likler Listesi”nde yargılananlardan 86’sı Çerkes’tir, örneğin. Kemalist rejim Anadolu’da Çerkes kimliğine tahammülü olmadığını henüz başlangıçta açıkça göstermektedir.


Lozan Konferansı’nda tartışılan en önemli konulardan biri de bilindiği gibi azınlık sorunu olmuştur. İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon ile Türk delegasyonu arasında azınlıklar sorunu hakkında uzun tartışmalar geçmiş, bu tartışmalardan birinin konusunu da Çerkesler oluşturmuştur. Curzon, Çerkeslere azınlık statüsü verilmesinde ısrar etmiş, İsmet İnönü ise, “Çerkesler bizim özkardeşimiz, onları Hıristiyan ve Museviler gibi bizden ayrı göremeyiz, ayıramayız” demiş ve 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması ile Çerkeslere azınlık statüsü tanınmamıştır. Burada, kendisi de bir Çerkes olan Rauf Orbay’ın Çerkeslere azınlık hakkı verilmesine karşı çıktığını özellikle belirtmek gerekmektedir.


‘Çerkesçe konuşmak yasaktır!’


Kemalist kadroların ulus-devlet perspektifi bilinçli ve sistematik bir biçimde hayata geçiriliyordu. İsmet İnönü şöyle demişti: “Biz açıkça milliyetçiyiz. Milliyetçilik bizi birleştiren tek nedendir. Türk çoğunluğun yanında, diğer unsurların hiçbir etkisi yoktur. Her ne pahasına olursa olsun, ülkemizde yaşayanları Türkleştirecek, Türklere ve Türkçülüğe karşı çıkanları yok edeceğiz. Vatana hizmet etmek isteyenlerin, her şeyden önce Türk ve Türkçü olmalarını istiyoruz.” Kemalist devletin ulusal sorun konusundaki yaklaşımını bu cümleler özetlemekteydi. Çerkes köylerine “Vatandaş Türkçe Konuş”, “Çerkesçe Konuşmak Yasaktır” tabelaları asılıyor, Çerkesçe konuşanlar cezalandırılıyordu.


Resmi ideoloji Çerkes halkının solcularını “Moskof Tohumu”, sağcılarını da “Kafkas Türkleri” biçiminde tanımlıyordu. Çerkesler, kendilerini Türk milliyetçiliğinin solunda konumlandırdıklarında “Moskof Tohumu” biçiminde aşağılanıyorlar, egemen ulus şovenistleri ile işbirliği yaptıklarında ise “Kafkas Türkü” oluyorlar; her durumda ulusal kimlikleri yok sayılıyordu. Nüfuslarının az olması ve dağıtılmış olmaları nedeniyle devlet Çerkes halkına yönelik bir “Yumuşak Asimilasyon” beklentisi içine girmişti. 80 küsur senenin sonunda anadilini büyük oranda unutmuş ve ulusal onurunu koruyamamış yitik bir kimlik ortaya çıktı.


Rusya’nın insafına terk edilmek


Bugün Türkiye’de Çerkes halkı ulusal-demokratik bir iradeden yoksundur. “Birleşik Kafkasya Tezi” gibi Türk yayılmacılığı ile işbirliği halinde olan ve gelinen süreçte iflas etmiş bir düşüncenin Kuzey Kafkasya’nın geleceği konusunda referans alınması bir yana, ilerici bir talep olan “Kafkasya’ya Dönüş Düşüncesi”ni de taktiksel anlamda Rusya Federasyonu’nun insafına terk etmiştir. Temelde Türkiye’de elde edilecek demokratik kazanımlara yönelik bir ulusal mücadele oluşturması gereken Çerkes diasporası, ne yazık ki “oturduğu yerden” Kuzey Kafkasya’yı “kurtarmaya” heveslenmektedir. Uluslararası ilişkiler, diplomasi ve lobi faaliyetleri konusunda gerekli bilgi ve yetenekten yoksun olduğu için de her defasında işbirlikçi bir çizgiye kaymaktadır.


Çerkes halkı 21. yüzyılın gereklerine uygun ilerici ve demokrat bir önder kadro oluşturamamıştır. Kültürüne, tarihine, üzerinde yaşadığı coğrafyaya, siyasetine ve ulusal kimliğine yönelik demokratik bir bakış açısından yoksundur. Yaşadığı tüm coğrafyalarda bir ezilmişlik ve ulusal sömürü gerçeği ile karşı karşıya olmasına rağmen Çerkes birey, kendini bir “asilzade” gibi duyumsamaktadır ve ne yazık ki kullanıldığının farkında değildir. Çerkes halkı açısından ulusal-demokratik bir irade oluşturmanın yolu önce cesaretten, sonra da başkalarının oyunlarında piyon olmayı reddetmekten geçmektedir. Eğer Çerkes halkı “Anadolu Mozaiği”ni oluşturan renklerden biri olarak kalmak istiyorsa üzerindeki korkuyu atmalı ve her koşul altında kullanılmayı reddetmelidir.


Kullanılmak özgürleştirmez


Kullanılan bir halk özgürleşemez. Kullanılmayı bir yazgı olarak kabullenmek korkakların işidir. Halk, Türkiye’de yaşanan değişim sürecinin farkına varmalı ve cesur olmalıdır. Ancak ulusal kimliğini koruyabilmiş olan bir diaspora anayurdunun geleceği üzerinde belirleyici olabilir. Çerkes diasporası açısından Kuzey Kafkasya adına siyaset üretebilmenin yolu öncelikle ulusal kimliğini korumaktan geçiyor. Bu ise Türkiye’de verilecek demokratik bir siyasal mücadele ile mümkün olabilir.


Sokaklarda hükmü kalmamış, varlığı ile yokluğu belli olmayan, kullanıla kullanıla etnik yok oluş sürecine girmiş, iliklerine kadar işleyen korku hissi ve rahatını yitirme endişesi nedeniyle ciddiye alınabilecek bir mücadele deneyimi oluşturamamış bu halk artık üzerindeki ölü toprağını atarak kendini diriltmenin yol ve yöntemlerini araştırmalı, ulusal kimliğini korumanın mücadelesi içine girmelidir.


‘Zamanın ruhu’nu kavramak


Tarihsel mücadele sürecinde hep birilerinin maşası olarak kullanılan Çerkes halkı bu “kullanılma” halinden kurtularak kendi hür iradesi ile yeni bir mücadele biçimi yaratmalıdır. Bunun başlangıcını ise halkın tarihi ile barışması oluşturmaktadır ve tamamen bir bilinç meselesidir. Halk “zamanın ruhu”nu kavramalı ve cesur olmalıdır.


Aksi halde, Rus şair Mihail Lermontov’un şiirlerinde sözünü ettiği o özgürlüğü tanrı bilen “Çerkes”ten geriye, kullanılarak tarihin çöplüğüne atılmış devşirme bir topluluk kalacaktır. Çerkes halkının ulusal varoluş sorunu insanlık adına sorumluluk hisseden Anadolu ve Trakyalı tüm aydınların da sorunudur. Ve birileri bu ezilen halkı örgütlemeye çabalayan kesimlere, egemen ulus bayrağı ile ulusal-demokratik hakların talep edildiği bir miting yapılmasının yanlışlığını anlatmalıdır. Zira İrlanda, Bask, Kürt ve Filistin sorunları ile kıyaslandığında bu durum yanlış bir mücadele pratiği anlamına gelmektedir. Evrensel normlara uygun, ilerici ve demokratik bir ulusal mücadele deneyimi oluşturmak konusunda bu tür “ayrıntı”lar çok büyük önem taşımaktadır.

Hiç yorum yok: