6 Mayıs 2011 Cuma

Dinsel Komünalite ve Peygamberlik

Tarih bilincinden kopan toplumlar, anlamını, kimliğini yitirme gibi imha süreçlerinden daha olumsuz koşullarda yaşamak zorunda kalırlar. Böylesi koşullara alıştırılan toplumlara her türlü yükü bindirmek son derece kolaylaşır. Tek tanrılı dinler geleneği bu açıdan da önemlidir.

Roma İmparatorluğu savaşçı-iktidar kültürünün belki de en güçlü ve güçlendiren temsilcisidir. En azgın imparatorları çıkarmıştır. İnsanlığa karşı öldürmenin en dehşetli biçimlerini –çarmıhı, aslanlara parçalatmayı- sistemleştirmiştir. Ama bu güce karşı büyük insanlık, yoksullar hareketini başlatan da Doğunun demokratik kültürü değil midir? Hz. İsa’nın kendisi peygamber geleneğinin sıfır miladı halkasının başlatıcısı olmuyor mu? Hz. İsa kültüne dayalı Hıristiyanlık hareketi olmasaydı, Batı kültürü, Batı demokrasisi nice olurdu? O halde peygamber geleneğini bir de demokratik açıdan değerlendirmek ihmale gelmez. 

Sosyolojik anlatımdan yoksun teoloji -ilahiyat- söylemi, büyük bir külliyatı -eser koleksiyonu- elinde bulundurmasına rağmen, insanlık tarihini de en çok etkileyen peygamberlik kurumunun toplumsal gerçekliğini açıklamamaktadır. Dönemin dili zihniyetini ifade etmekle birlikte, günümüze tercüme edilmeden can sıkıcı, zihni körelten bir ezbere anlatım olmaktan öteye gidemez. Aslında Sümer ve Mısır antik köleciliğine karşı sosyal ve bireysel özgürlükçü, adaletçi yanı esas alan kurumun doğru tanımı büyük önem taşımaktadır. Halkların dönemin zihin yapısı olan din görünümü altında büyük sosyal mücadelelerini yansıtmaktadır. Peygamberlik ilk büyük sosyal önderlik kurumudur. Kullandıkları kavram ve düşünceleri -o dönemin dünya bakışına hakim olan ve genel geçer zihniyet kalıplarını- sentezleyerek bir üst aşamaya sıçratmaları nübüvveti –peygamberliği- kazanma anlamına gelmektedir. Resmi köleci mitoloji ve dinden koptukları oranda sosyal özgürlükçü bir rolü oynamaktadırlar. Şüphesiz her dönemde sıkça görüldüğü gibi, düzenle radikal kopuşları olduğu gibi uzlaşmaları da mümkündür.
Dinin sosyolojik tarihinden beklenen her peygamberi -önemli olanları- dönemin zihniyet, iktidar, sosyal ve ekonomik yanları başta olmak üzere kültürel ortamı içinde çözümlemektir. Tarih anlatımı bu temelde önemli bir bütünlük kazanacaktır. Sadece saltanat, kahramanlık- ganimet çapulculuğu- menkıbeleri olmaktan çıkarıp sosyal, halkçı, etnik boyutları olan daha gerçekçi bir tarih yazılacaktır.


İlk çağların bir nevi sınıf mücadelesi olarak tanımladığımız dinsel-peygamberlik hareketleri uygarlıkların olgunlaşma dönemlerinde kaynağını bulur. Kent kökenlidir. Orta sınıf damgasını taşır. İlk köleci sistemin akla aykırılığını öne sürme cesaretini göstermişlerdir. İlk eleştirmenlerdir, ilk sosyal isyancılardır. Yine bir nevi krallık kurumlarında yetkili olmayan eski Şamanizm ve şeyhlik geleneğinden etkilenmişlerdir. Din-tanrı anlayışlarının soyutluğu, puta tapınmaya karşıtlıkları zihniyet farklılaşması olarak görülmelidir. En temel iddiaları insan-kralların tanrı olamayacaklarıdır. Tanrı-krallığın ideacılığıyla akıllı insanların buna inanmayışları, aslında yönetici sınıfla kent ahalisi arasındaki çelişki ve mücadeleyi yansıtmaktadır. Kent toplumundaki yasallıkla doğal ruhçuluk arasındaki farkın kavranması tanrı-kral inancının sarsılmasına yol açar. Zihniyet farklılaşması kent ortamında daha hızlı gelişir. Yeni arayışlara, kavram ve düşüncelere ortam sunar. Alışverişli meta düzeni zihni daha çok çalıştırır. Analitik zekânın yöneticilik konumu artar. Artan bilgi ve soyut kavramlaştırma bir aşamadan sonra resmi ideolojiyi- inanılan mitolojiler- aşındırır. Yeni ideolojik arayışlarla peygamber idealizmi dönemi açılır. 


Tahminen MÖ. 3000’den beri başlayan bu süreç, Hz. İbrahim’e kadar daha çok Sümer metropol kentlerinde başlar. Barınamayınca uç bölgelere, kısmen özgür bir ortama taşınırlar. Adem’den İdris’e, Eyüb’e kadar yaşanan döneme Urfa öncesi peygamberlik demek doğru olabilir. M.Ö 2.000’lerden 1.000’lere kadar Urfa döneminin merkezi rol oynadığını varsayım olarak ileri sürebiliriz. Bu dönemde peygamberlik geleneği muhtemelen iyice oturmuştur. Güçlü kurumsal bir temel kazanmıştır. Başta Hz. İbrahim olmak üzere etrafa birçok peygamber ihraç etmiştir. Birçok söylence bu varsayımı doğrulamaktadır. M.Ö 1.000’lerden Roma’nın yıkılmasına kadar Kudüs’ün ikinci peygamberlik merkezi olarak öne geçtiğini belirlemek ikinci varsayım olarak ileri sürülebilir.  Kitab-ı Mukaddes bu dönem peygamberlerinin kapsamlı bir listesini ihtiva etmektedir. Saul, Davut ve Süleyman’la başlayan çok zengin ve güçlü bir anlatımı olan peygamber maddeleri, daha çok sosyal yaşamı düzenleyen ahlak kuralları ve krallık özlemi olarak değerlendirilebilir. Toplumsallığa çok güçlü bir vurgu yapılmaktadır. Puta tapmaktan alıkoymak, Rabbe bağlamak; özünde İbrani kabilesini dağılmaktan koruma ve bir krallık olarak oluşmasının dinsel anlatımıdır. Sümer mitolojileri nasıl tanrı-kralların masalsı öyküsüyse, Kitab-ı Mukaddes de kabileden krallık oluşturmanın dinsel öyküsüdür. O dönemlerin hakim edebiyatı, zihniyet yapısı böylesi bir kutsal kitap dilini gerektirmektedir. Biçimin ağdalığı altındaki özü yakalamak önemlidir. Nitekim en son İsa’nın da amacı, aslında ‘Sion’un kızı’ dediği Kudüs’e kral olmaktır. Bunu da hayatıyla ödemiştir. 


Peygamberlikler zihniyet yanı ağır basmakla birlikte, siyasi toplum yanları güçlü olan hareketlerdir. Arkaik -tanrı-krallar- köleliğe karşı daha yumuşak, katlanılabilir bir sistem arayışı içindedirler. Sümer ve Mısır mitolojilerinden şiddetle etkilenmişlerdir. Fakat mitolojilerin birçok kurgusunu, tanrı anlayışını zamanın da etkisiyle modası geçmiş saymaktadırlar. Arkaik köleliğin olduğu gibi sürmesini katlanılmaz bulmaktadırlar. Ayrıca tüccar ve zanaatkâr oluşumuna nefes aldırmak, sınıfsal gelişmelerine özerk bir alan sağlamak hedeflenmektedir. Bunun için gerekli ideolojik malzemeyi eski mitolojilerde bulmaktadırlar. Şehrin alt kesimlerinden geldikleri için, kırsal alandaki doğal toplumda yer bulmaktadırlar. Günümüzün küçük-burjuva kesimlerine benzemekteler. Köklü bağımsız bir ideolojileri yapıları gereği mümkün değildir. Eklektik bir ideolojileri olacağı beklenebilir. Bir nevi orta sınıf ideolojisidir kurguladıkları zihniyet. Hem alt hem üst tabakadan devşirme bir ideoloji söz konusudur. Alt sınıfın, etnik grupların eşitlik ve özürlük kavramlarıyla üst yönetici sınıf yönetim kavramlarını ekleyerek kendi zihniyet sistemlerini gelenekselleştirmişler, bir farklı kültür haline getirmeyi başarmışlardır.


Savaşçı-iktidar gücüne karşı göçebe toplumu daha çok dışarıdan bir savunma ve saldırı gücü olarak işlev görürken, peygamberlik, rahiplik geleneği diyebileceğimiz güç, içten ve yoksulların direnme arayışına kanal hizmeti görür. Sınıfsal yanı olan bir harekettir. Ortadoğu kültüründe kaynağını bulan bu geleneğin birçok ilklerde olduğu gibi yine Sümer toplumundan çıktığı varsayılmaktadır. İlk peygamber Hz. Adem ve çıkarıldığı cennete ilişkin izlere Sümer kültüründe rastlamaktayız. Adem ve karısı Havva’nın kölelik sistemine tam uyum gösterememesi, cennetten -yani devlet üst toplumunun yaşam tarzı- kovulma nedeni olarak tahmin edilebilir. Belki de birey özgürlüğüne dayalı yarı-mitolojik bir anlatımdır. Sistemle çelişkileri açık olduğuna göre, kovulmakla birlikte adeta bir direniş sülalesi gibi bir gelişmeye de yol açmaktadırlar. Konumları özgür çiftçiler ve zanaat erbabına yakın durmaktadır.
Şehrin köle olmayan orta kesimini bu geleneğin sınıf temeli olarak değerlendirmek açıklayıcı olabilir. İkinci büyük peygamber Nuh, zanaatçılığını kurduğu gemiyle kanıtlamaktadır. Tufanda gemiyi o denli donatacak şekilde inşa etmek, zanaatçılığın gücünü yansıtmaktadır. Tanrı Enki’nin “Tufan geliyor, gemini yeni yaşamı başlatacak şekilde donat” demesi, bunu diğer tanrılardan gizli yapması, sınıf karakterini daha anlaşılır kılmaktadır. Yönetici kesimle önemli ilişkileri olan farklı kesimin başta gelenlerinin gemi taşımacılığı gibi hayati bir rol oynayan zanaatçılar olmaları doğaldır. Tufan öyküsü, Adem gibi yine yöneticilerin rahatsızlığına karşı muhtemelen isyan benzeri bir hareketten sonra başka diyarlara göçü ifade ediyor. Nuh'un gemisinin Cudi Dağına indiği söylenir. Cudi kelimesi Kürtçe ‘yeri gördü’ anlamındadır. Bu da bize aşağı Mezopotamya’dan sıkça gördüğümüz çeşitli nedenlerle kuzeye doğru yerleşmek amacıyla bir göçü düşündürmektedir.
Sümer şehir sistemleri M.Ö 2000’lerde Dicle-Fırat’ın yukarı eteklerinde bolca kurulmuşlardır. Çok önemli merkezlerden biri Urfa’dır. Urfa önemli Sümer şehirleri olarak Uruk ve Ur gibi bir adlandırmadır. Tepelik yerleşke anlamına da gelmektedir. Gerek Urfa, gerek yakın çevre yöreleri –Harran gibi- adeta peygamberlik geleneğinin merkezi konumundadır. Öyle anlaşılıyor ki, aşağı Dicle-Fırat kentlerinden rahatsız olan, isyan eden, özgürlük ve adalet arayanlar merkezi Urfa'ya yönelmektedir. Tarihte böylesi birçok kültür merkezi vardır. Babil, İskenderiye, Antakya daha sonra ortaya çıkan merkezlerdir. Kapitalizm döneminde merkez Paris, Londra ve günümüze doğru New York’tur. Urfa’nın tahminen M.Ö 2000’lerde başlayan böylesi bir aydınlanma merkezi olma ihtimali güçlüdür. M.Ö 11.000’de kurulduğu tespit edilen ‘Dibeklitepe’deki ilk mabet örneği de Urfa'ya yakın bir yörededir. Şimdiki hakim gelenek de tarihin seyrine uygundur. Yine M.Ö 300’lerde Helenistik kültüre ve Sabilere, M.S 100’lerde Hıristiyanlığa merkezi rol oynamıştır. Urfa'da halen kültü bulunan Hz. Eyüp ve İdris peygamberler başta olmak üzere bir çok peygambere beşiklik etmiştir. ‘Peygamberler şehri’ tabiri doğrudur.
M.Ö 1700’lerde yaşadığı tahmin edilen Hz. İbrahim’in çıkış öyküsü daha da aydınlatıcıdır. Nemrut -Asur-Babil tanrı kralları- panteonundaki putları kırması, bir zihniyet devrimine kalkıştığını göstermektedir. Ateşe atılmak gibi ağır bir cezayla karşılaşması, isyancı konumunu tarihi bir gelenek olarak yansıtmaktadır. Bu hareketiyle ikinci büyük göç hareketi olarak Kenan –bugünkü İsrail, Lübnan diyarı- diyarına yönelmek zorunda kalıyor. Kenan ellerinde zor geçen bir yaşam sürecinde peygamber geleneğine önemli katkıda bulunuyor. Soyut tek tanrılı din anlayışının temellerini atma cesaretinde ve idrakinde bulunuyor. Hz. İbrahim’den önceki Hz. Eyüp de direniş kültüründe tarihi bir figürdür. İlk defa Nemrut’a karşı açıkça “insanları acıtıyorsunuz” anlamına gelebilecek tarihi bir itirazda bulunuyor. Tanrı-krallara karşı böylesi davranış ilktir ve büyük cesaret ister. Bulduğu karşılık zindanda çürümedir. Vücudu kurtlanır. Buna rağmen sabrın timsali olarak dayanır. Bu pratiği peygamberliğine yol açıyor. 


Hz. İbrahim’in tanrı esinindeki öykü ilginçtir. Bilindiği üzere, Hz. İbrahim; Nemrut-Babil, Asur kral-tanrıları panteonuna –tanrısal grup- başkaldırmak ve put kırmakla tarihin en etkileyici zihniyet devrimlerinden birine önderlik eder. Fakat önderi konumunda olduğu İbrani –İbran kelimesi daha sonra Mısır sürecinde ‘tozlu insanlar’ anlamında takılan bir lakabın kalıntısıdır- kabilesi bir gün bile tanrısız olamaz. Bu tanrı daha ilkel dönemin totemi de olamaz. Çünkü putçuluğa devrimsel bir başkaldırı yapılmıştır. Yeni imgeyi yaratma ise güçtür. Yeni bir anlam zenginliğini gerektirmektedir. Özcesi radikal bir din değişikliğini gerektirmektedir. Mutlaka dönemin dinsel, tanrısal sisteminden etkilenecektir. Ama yeniliğe de zorunluluk ve kendisiyle taşıdığı özgürlüğe şiddetle ihtiyaç vardır. Peygamber sisteminde geleneksel bir duruş olan inziva süreci, anlam yoğunluğuna erişmeyi amaçlar. Zihinde uyanan yeni düşüncelere, onun kavram ve şekillerine ilham, esin, vahiy denilmektedir. Vahiy daha çok soyut tanrı sesidir. Soyutluk, put düzenindeki geri anlam düzeninden daha ileri bir anlam düzenine sıçrama yapıldığını gösterir. Bu süreci yaşayan İbrahim, kendi dininin temellerini atacaktır. Muhtemelen yaşam sorunlarının çok sıkıştırdığı bir süreçte inzivayı yaşarken, geleneksel sese karşılık verir. İbrahim der ki, “Sen kimsin!” Sesin sahibi “Ben Yah-veh” der. Anlamı “Odur”, sesin sahibi anlamına gelmektedir. İşin daha da ilginç yanı, “va hev” kelimesi Kürtçe’de de “odur” anlamına gelmektedir. İbranice’nin dil kökenine ilişkin yapılan incelemeler, Kürtçe’nin temelindeki Aryence’den çok etkilendiğini göstermektedir. İbrahim kültünün Urfa yöresinde çok güçlü olan, hatta doğuş alanı da diyebileceğimiz peygamberlik geleneğinden geldiğini göz önünde bulundurursak, bu gelişmenin kökeni daha da aydınlanabilir. Yöre, Aryen ve Sami kültürün en çok karıştığı alandır. Dolayısıyla İbranice’deki Sami-Aryen karmaşıklığı, yeni doğan dinsel kültüre de yansımış olmaktadır. Bilindiği üzere Yah-weh, sonra Yahova olur, Yahova’dan da Yahudi’ye geçiş sağlanır. İsrael ve Allah ise, bu gelişmenin Semitik kültüründeki yansımanın sonucudur. 


Tek tanrılı din devriminin günümüz uygarlığındaki yeri göz önüne getirildiğinde, Hz. İbrahim geleneğini doğru yorumlamanın önemi daha iyi anlaşılır. Diğer bir özelliği Aryen ve Semitik kültürün karma bir ifadesini gerçekleştirme yeteneğidir. Hz. İbrahim’in her iki ortamda yaşaması bu karma özelliğini yeni bir sentez olarak yorumlamamıza imkân veriyor. Doğu-Batı sentezi gibi yaratıcılığa yol açan bir sentezdir. İbrahim kültünün üçüncü önemli bir özelliği, hem Sümer –Nemrut- hem de Mısır –firavun- tanrı-krallık sistemlerine karşı tanrının elçisi olarak ilk insan otoritesini temsil etmesidir. Köleliğin en yoğun biçiminin yaşandığı ve ilk özgürlük arayışlarının başladığı tarihi bir dönemde, Hz. İbrahim seçeneği büyük bir çıkış ve alternatiftir. İnsanlığın köklü arayışına yanıt olma, tarihin en önemli sosyal hareketliliğine yolu aralayacaktır. Her ne kadar etnik topluluklar dışarıdan her iki kölelik sistemine karşı güçlü direniş gösteriyorlarsa da, içerden ve sosyal karakterde bir direniş de çok önemli ve çözümleyici özelliklere sahiptir.
Tanrı-kral kültüne başkaldırma, insanların tanrı olamayacağına hükmetme büyük bir sosyal devrimdir. Kölelik sistemi en güçlü ideolojik dayanağından darbe almaktadır. Tanrı-kralları insan olarak düşündürtmek, Sümer ve Mısır mitolojik yapısında en büyük çatlağa yol açmak demektir. Bu da tek tanrılı ‘tevhit’ dini denen sosyal akımın biçimlenmesidir. Israrla halkanın Adem’den başlatılması tesadüfi değildir. Geleneğin köklü ve zincirleme olduğunu kanıtlıyor. Büyük peygamberler, tarihi durakları oluyor. Tıpkı Marksizm’in, liberalizmin peygamberleri gibi.
Geleneğin diğer çığır açan figürü Hz. Musa’dır. M.Ö 1300’lerde yaşayan İbrahim’e kadar şeceresi çıkarılan Hz. Musa, Mısır’da benzer bir isyana önderlik ederek çıkışını gerçekleştirir. Mısır kültürünü tanımakla birlikte, firavuna kölece bağlı İbrani kabilesini kullanarak isyana cesaret etmesi, sosyal ve özgürlükçü temelde önder bir kişilik olduğunu göstermektedir. İbrani kabile geleneğiyle akrabalık bağı vardır. Kabilenin dini Mısır dininden farklıdır. Musa’nın firavun Akhenaton’un en büyük tanrı olarak ilan ettiği yarı tek tanrıdan etkilendiği söylense de, esas olarak Hz. İbrahim’in din geleneğini temel almaktadır. Meşhur Sina çöl yürüyüşü, yanardağdan etkilenme, putçuluğa tavır ve ‘On Emir’ söylemi Kutsal Kitap’ta işlenmektedir. İbrani kabilesi şahsında yeni dinin büyük savaşını vermektedir. Bu ideolojik savaş İbrani kabilesini dağılmaktan kurtaracaktır. Vaat edilmiş ‘kutsal topraklara’ ulaştıracaktır. Bu ideolojik katılık İbrani tarihindeki büyük adımlardan biridir. Günümüze kadar benzer adımlar atan İbrani din kültürü, azın çoğu etkilemedeki müthiş örneğini göstermektedir.
Peygamberlik hareketi sadece İbranilere mal edilemez. Aramilere daha yakın Hz. İsa ile, Araplardan olan Hz. Muhammed ile de bu gelenek evrensel çapta rol oynar. 


Üçüncü ve son peygamberlik dönemi, M.Ö 0-M.S 632 arası, Hz. İsa’nın doğumundan Hz. Muhammed’in ölümüne kadar devam eder. İbrani kabilesi bu dönemden sonra ‘Safarin - Yazarlar’ denen kâtipler dönemine girerken, Hıristiyanlık diğer halklar arasında önce havariler, daha sonra papaz ve piskoposlarla büyük açılım sağlar.
Grek ve Latince’ye çevrilen peygamberlik literatürü -başta İncil- Batı uygarlığının zihniyet yapısında köklü dönüşüme yol açar. Yarı-tanrı Helen ve Roma imparatorlarıyla girişilen mücadeleyle tanrılık idealarını ellerinden alır. M.S 312’de Büyük Konstantin’in Hıristiyanlığı kabul etmesi ve sonra resmi din olarak ilan etmesi tarihi bir sürecin son adımıdır. Bu da insan tanrı olamaz diyen ilk peygamberlerden başlayan ideanın özünden çok şey yitirerek de olsa başarıya ulaşmasıdır. Zaten İslam biçimindeki Hz. Muhammed önderlikli kol daha başlangıçta tanrı elçisi ve gölgesi olarak misyonunu ilan eder. Hz. İsa’nın Baba-Oğul-Kutsal Ruh üçlemesini de reddederek, insanların ancak tanrı kulu olabileceklerini en temel ayet hükmü olarak vahiy eder. Fakat tanrı kulu anlayışı yine de tanrı-kral kültüründen olan etkilenmeyi göstermektedir. Tanrı–kral yerine ‘Allah’ konulmaktadır. Fakat zihniyet savaşımındaki uzun mesafeyi gösteren çarpıcı bir örnektir. İnsanların tanrı-krallarla savaşımının binlerce yılları bulduğunu kanıtlamaktadır. Ağır kölelikten kurtulmanın kolay olmadığını vurgulamaktadır.
Zaten tanrı-krallar dönemi Roma İmparatorluğunun sonlarında aşılınca, Hz. Muhammed’le bu dönem tamamen sona erer. Peygamberliğin temel ideası, insanların kendilerini tanrı ilan edemeyeceklerini esas alıyordu. Tek maddelik parti programı gibi adeta gereği yerine gelince varlığını sürdürmenin anlamı kalmıyor. Gerisi iz, öykü ve gölgelerdir.


Hıristiyanlığın Roma İmparatorluğuyla sembolik nitelikteki baş çelişkisi, imparatorun tanrı olamayacağı ve Hz. İsa-Mesih’in tanrının oğlu olarak kabul edilmesidir. Bu söylem özünde tüm tek tanrılı dinler için geçerlidir. Peygamberlik geleneğinin varlık nedeni tanrı-kralların reddi, peygamberlerin tanrı elçisi olarak kabulüdür. Tanrı-krallık ideolojisinden köklü bir kopuş sağlanıyor. İlk ve orta çağlardaki toplumsal zihniyete hakim olan tanrısal dünya görüşünü göz önüne getirdiğimizde, toplumsal bir zihniyet devrimi gerçekleştirilmektedir. Somutta bu olgu Firavun ve Nemrut kültünden, dolayısıyla devletinden kaçıştır. Diğer değişle hicrettir. Başta Hz. İbrahim, Musa, İsa ve Hz. Muhammed’de olmak üzere peygamberlik pratiğinde aynı eğilimi görmekteyiz. Sosyal yönü kadar siyasi yanında açık olan bu eylemler dönemlerinde ciddi devrimler olarak görülmelidir. Temel ideolojik sloganları “İnsanlar tanrı olamazlar, ancak tanrının elçisi olabilirler” biçimindedir. Daha da somutlaştırırsak, tanrı-kralın yumuşamasını, kendi toplumlarının en azından bir kesimi ile uzlaşmasını dayatmaktadırlar. Tanrı-kralım diyen bir despotun -dilediğini yapan- sınırsız tasarruflarına bir sınır getirilmek istenmektedir. 


Tanrı-kralım demekte ısrar eden bir despot değil uzlaşma, kullarının sesini bile duymak istemez. Hz. Eyüp öyküsü bu konuda son derece ilginç ve öğreticidir. Kutsal kitaptaki Eyüp maddesinin derinlikli yorumunu yapanlar veya yaptığımızda şu tespiti yapmak özün ifadesi olarak anlaşılmalıdır: Bilindiği üzere Hz. Eyüp, her şeyini kaybetmiş, büyük acılar ve yaralarına kurtçuklar girmiş olarak bir köşede -veya zindanda- inim inim olarak inlemektedir. Tanrı-kral- yine Urfa’daki Nemrut, kullarının acı duyabileceklerine de anlam vermez. Tanrı-krallar nezdinde kul sessiz sedasız, hiç acı duymadan, kendisine hizmet ile mükelleftir. Acı duymak bile suçtur. Bu durumda Hz. Eyüb’ün en büyük eylemi, tanrı-krala -yani devlete- acı duyduğunu kabul ettirmesidir. Yani ilk defa tanrı-kral bir kulun acı duyduğunu anlar. Bu ‘anlamak’ işi bir devrimdir. Eyüb’ün şahsında aslında halkın acı ve yoksulluk çektiği sembolize edilmektedir.


Eyüb’ün devrimi artık insanların ızdıraplarını dile getirerek en zayıf bir başkaldırıya giriştikleri dönemi ifade etmektedir. Kutsallığı buradan ileri gelmektedir. Küçümsenmemelidir. Belki de tarihte insanların devlete karşı itirazlar ileri sürdükleri ilk devrimdir. Devletin ne kadar yumuşadığını iyi bilmesek de, çığ gibi büyüyen peygamberlik kültü, M.Ö 1000 yıllarında Hz. Davut ve Süleyman’ın şahsında bilinen ilk devletlerini kurarlar. Davud’un devlet kurması çok ilginçtir. Ne gariptir ki, Davut devlet kurduğunda bugünkü Filistinlilerin rolündedir. Yerel beyliklere karşı savaşarak kendi beyliğini kurmaktadır. Bugüne hayli benzeyen bir süreç, tanrı ile kral artık ayrışmıştır. Farklı varlıklardır. Her ne kadar krala tanrının gölgesi deniliyorsa da, aslında tanrı yükselen yeni krallığın soyut bir figürüdür; kavramsal ifadesidir. Tek tanrılı dinlerde ‘Zılullah-tanrı gölgesi’, meselesini iyi kavramak gerekir. Devlet gücünde meydana gelen değişiklik önemlidir. Ama özün değişmediğine çok dikkat etmek gerekir. Göğe yükseltilen krallık oradan da tehlikeli emirler yağdırabilir. Daha görünmez bir figür olarak kulların gözünden tamamen kaybolmuş olarak dilediğini daha sinsi ve kurnazca yaptırabilir. Gölgeleri olan sultanla sadece tanrıya karşı sorumluyuz deyip, daha da sorumsuzlaşabilir. Dikkat edilmesi gereken bir husus, tanrının göğe yükseltilişi ile devletin soyut kurumlaşması arasındaki artan ilişkidir. Devlet soyut bir kurumsal varlık -kişilerden bağımsız- haline geldikçe, ideolojik yansıması olarak tanrı anlayışı da daha çok soyutluk kazanmaktadır.
Hz. İbrahim ve Musa’da iyice gelenekselleşen bu anlayış, Hz. Muhammed’de neredeyse Kuran’a hakim olan ana teorik varsayımdır. Hz. Muhammed’in en büyük tanrı katkısı; tanrının birliği, görünmezliği, ama her yeri görebilirliği, ulaşmadığı yerin olamayacağı, hem rahman hem cezalandıran olduğu, asla ortak kabul etmediği vb. biçiminde 99 sıfatla silahlandırıp kemale erdirmesidir. Burada da karşımıza çıkan devlet kurumunun soyutlaşma derinliğidir. Ne kadar kurumsallık, o kadar soyut tanrısallığa denk gelmektedir. Hz. İsa ve Hz. Muhammed öncesi peygamberler daha çok köleci toplum koşullarında muhalefet yürütüp çok sınırlı olarak kendi siyasi sistemlerini -bir nevi kabile yönetimi, kısa süreli devletçikler- kurmuşlarsa da, son iki peygamber aslında feodal devletin çıkışına zemin hazırlamışlardır. Daha doğrusu, büyük mücadeleleri amaçlarına tam uygun düşmese de, daha geniş bir uzlaşma olarak feodal devlet kurumunun temeline oturtulmuştur. Tek tanrılı dinler daha genişlemiş orta sınıf gerçekliğine denk düşmektedir. Tanrı-krallık dinleri ataerkil ve köleci devletin doğuş süreçlerine denk düşerken, kabileler halinde neolitik koşullarda ve yine aşağı sınıfların varlık koşullarında kişisel tanrılık ve çok tanrılılık denk düşmektedir.


Özcesi savaşçı-iktidar gücüne karşı içten sosyal bir gelenek olarak gelişen peygamberlik hareketi, genelde insanlık tarihinde, özelde Ortadoğu tarihsel toplum sisteminde demokratik duruşa daha yakın durmaktadır. Yoksulluk boyutunu da eklediğimizde, adeta tarihin ilk ‘sosyal-demokrat’ hareketini temsil etmiş oluyorlar. Gerçekte sınıf temelleriyle –orta sınıf: zanaat, tüccar, özgür çiftçi, kabile- günümüz sosyal demokrasi hareketleriyle benzerliği kurulabilir. Bu benzerlik daha da ileri götürebilir. Sosyal demokratlar nasıl sistemi biraz yumuşatsalar da yedeği olmaktan kurtulamamışlarsa, peygamber sosyal demokratlığı er veya geç kurulu sınıflı toplum sistemlerine entegre olmaktan, onların benzer bir modelini kurmaktan kurtulamamışlardır. Katı ilkçağ köleliğine karşı yol açtıkları sistem ortaçağ feodalizmidir. Şüphesiz bilinçli bir feodal sistem arayışı değildir onların yolu. Barış ve adaleti tüm insanlık için istemektedirler. Ama hakim sistemin büyük dönüştürücü gücü, peygamberlerin tanrı devletini de asıl sisteminkinden pek farklı kılmamaktadır. 


Roma İmparatorluğunda benzer süreç işlemeye devam edecektir. Daha doğuşundan itibaren (M.Ö 50-0) içte sosyal nitelikli dinsel akımlar, dışarıdan etnik nitelikli göçebe hareketleri tarihin o döneme kadar yoğunlaşmış en büyük savaşçı-iktidar gücünü saracaktır. Hıristiyanlık doğuş ve gelişme döneminde her bakımından en az Roma kadar evrensel karakter taşıyan yoksullardan -kabile, aile vb. soy birliklerden- oluşan bir parti hareketidir. Sosyal nitelikli, yoksulların ilk evrensel partisidir. Roma o dönemin en büyük savaşçı-iktidar gücü olarak kendi kliğini nasıl muazzam seferber etmişse, Hıristiyanlık da o iz üzerinde yoksullar hareketini seferber etmiştir. Kapitalizm döneminde de benzer bir sınıf yoğunlaşması yaşanacaktır. Devletin en baskıcı, sömürücü yapılanmasıyla emekçilerin en sıkı yapılanmaları diyalektik ikilemin devamıdır.
Her iki akım Roma’ya karşı direnişlerinde en uzun ve şiddetle bastırılan uzun bir tarihe sahiptir. Tarihi Roma imparatorlarının öyküsü olarak görmeyi, sadece resmi tarihçinin bir saptırması olarak değerlendirmek gerekir. Bir kar-nar topu gibi biriken savaşçı-iktidar gücü nasıl baskıcı-sömürücü tarihin özetiyse, göçebe etnisite ve sosyal dinsel akımlar da o denli komünalitenin özetidir. Halkların sosyal ve etnik gerçeklik olarak tarihi gereken ağırlıkta yazılmamıştır. Tarih yazımının egemen sınıf karakterinde toplumsal olgunun belki de en çok çarpıtma, asıl unsurları göz ardı etme rolü vardır. Gerçek tarihi yazdırmama ve anormal çarpıtma, insan zihnini teslim almanın en etkin yoludur. Tarih bilincinden kopan toplumlar, anlamını, kimliğini yitirme gibi imha süreçlerinden daha olumsuz koşullarda yaşamak zorunda kalırlar. Böylesi koşullara alıştırılan toplumlara her türlü yükü bindirmek son derece kolaylaşır. Tek tanrılı dinler geleneği bu açıdan da önemlidir. Sosyal gerçekliğin hafızası gibidirler. Saltanat kroniğine karşılık peygamber kroniği bir alternatif gibidir. Hıristiyanlık, piskoposluk kurumuyla adeta Roma imparatorlarına denk geleneğine erişmiştir. Benzer gelişme etnisite önderliği için de geçerlidir. Kendilerini imparatora özendirme, her iki akım için de sistemle uzlaşma, bazen tamamen erime, bazen de daha üst sürdürülebilir toplumsal yapılanmalara dönüşme yolunu açar.

Hiç yorum yok: