10 Mayıs 2011 Salı

‘Anti-Kürt Paktı Devrede’

Yeni_Özgür_Politika ‘’Kürtlerin temel hak ve özgürlüklerinin tanınıp tanınmaması ve özel olarak da PKK ile onun Suriye’deki uzantılarını tecrit etmek üzere, bir anti-Kürt ortak politika var. Bunu Irak’ta da yapmaya çalışıyor, İran’da yapıyor. Bu politika daha önce Amerika’nın müdahalesiyle biraz bozulmuştu. Şimdi yeniden, biraz da Amerika’nın zımni onayı alınarak devreye sokulmaya çalışılıyor.”
Başbakan Erdoğan Arap yarımadasındaki ayaklanmalar tırmanmadan önce adeta bu bölgenin lideri, kurtarıcısı rolüne soyunmuş, Arap halklarının da epey sempatisini kazanmıştı. Hele İsrail’e “One Minute” çıkışıyla tam bir ‘şov’ yapmıştı. Ama özellikle Mısır ve Libya’daki halk ayaklanmalarına gösterdiği tavrın ‘Yeni Osmanlıcı’ politikasına uygun iki ileri bir geri gitmesi, çelişkili politikaları, Erdoğan’ın iddialı demeçlerinin Fransa’nın müdahalesi ve NATO kararları çerçevesinde boşa çıkması, Mavi Marmara olayından sonraki diplomatik yenilgisi, ne kadar gözden ve gündemden kaçırılsa da AKP’nin dış politikadaki başarısızlığını fark edilir kıldı. Öte yandan, Suriye’de gerçekleşme ihtimali olan olasılıklar, AKP Hükümetini hem ekonomik hem politik olarak yakından ilgilendiriyor. Türkiye sınırları içinde “Kürt sorunu yoktur” siyasetine geri dönen hükümet, Kürtlerin yoğun yaşadığı Suriye, İran ve Irak’taki politikalarında da Kürtlerin siyasal varlığını eritmeye yönelik stratejiye öncelik veriyor.

Olası gelişmelerin Türkiye’ye ve Kürtlere etkisini, Türkiye’nin Orta Doğu’daki rolünü, ABD’nin Bölge’de bozulan istikrarı hangi yöne iteklediğini Araştırmacı-Yazar Faik Bulut’a sorduk.

Bin Ladin’in öldürülmesinin, sonuçları açısından medyada yer aldığı kadar önemi var mı?
Bin Ladin’in öldürülmesinin günlerdir, adeta masal masal içinde anlatılması, Amerikan bakış açısının medya kanalıyla kamuoyuna aktarılmasından başka bir şey değil. Ladin’in öldürülmesi Amerika’nın bir kompleksten çıkmasıdır. Yani kanı yerde kalmadı. Amerika “bize el kaldıran bir şekilde cezasını bulur” mesajı veriyor. Bu mesaj geleceğe de yönelik: “Bana baş kaldırmayın. Bana el kaldırdığınız, kurşun attığınız zaman bunu misliyle ödersiniz.”

Ama esas olarak altında yatan strateji önemli. Bush’un stratejisi bildiğiniz gibi ‘önleyici vuruş’ stratejisiydi. Bu politika özellikle neoconlar tarafından çok eleştirildi. Yani dedikleri; “Kimseye danışmadan müdahale edersen, yalnız kalırsın. Avrupa Birliği’yle, icabında Rusya ile Çin ile BM ile falan danışarak, beraber yaparsan, suç ortağın fazla olur. Obama’nın siyaseti bu. Bu siyasette de başka paradigmalar var. Bu paradigmalardan bir tanesi şu: Amerika Afganistan’dan, Taliban’ı da ortak ederek çekilmek istiyor. Ama Pakistan’dan edindiğim bilgilere göre, Bin Ladin bunun önünde engeldi. Çünkü, Bin Ladin Afganistan’daki diğer radikal gruplarla Pakistan Taliban’ını Amerika’ya karşı bir cephe kurmak üzere ortaklaştırmaya çalışıyormuş. Bunları birbiriyle birleşmeden, daha doğrusu onları birbirine bağlayan bir simge olduğu için Bin Ladin’in ortadan kaldırılması lazımdı.

Amerika’nın Arap yarımadasında yaşanan bu kaosa yönelik stratejisi ne yönde?
Son dönemlerde gelişen ve pek fark edilmeyen bir olay var. Arap yarımadasındaki petrol krallıkları, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Dubai, Katar, Kuveyt gibi yönetimleri esas olarak İran’a karşı bir blok oluşturuyorlar. Çünkü Amerika’ya da güvenemiyor, bu şeyhlikler, krallıklar. Dolayısıyla askeri olarak himaye edebilecek bir güce ihtiyacı var. Deyim yerindeyse Türk ordusunun oynaması gereken rolü Pakistan’a verecekler. Dolayısıyla Taliban gibi bir meselenin Pakistan’ın istihbaratının elinden alınması lazım. Bu çok önemli.

Bu ayaklanmalarla birlikte Kaide’nin çeşitli ülkelere dağılmış birimlerinin yarın Suriye’de olabilecek büyük kaosa da etki edebileceği, Irak’a, Türkiye’ye sızabileceği düşünülüyor. Bu unsurların öncü savaş gruplarının önünün alınması gerekiyordu. Amerika’nın hedefi; Tunus ve Mısır’da da görüldüğü üzere, nispeten barışçıl yollarla rejimin değil ama yönetimlerin devrilmesi ve bunların da Amerika’nın belirlediği çizgiler içinde hareket etmesi daha da önemlisi iktidar ortağı olabilecek muhtemel İslami grupları İsrail’e daha az düşman bir çizgiye çekmesi.

Hamas’la El Fetih’in anlaşması bu stratejiyi nasıl etkiler?
Burada Müslüman Kardeşler örgütünden bahsetmek gerekir. Suriye’de, Ürdün’de, Tunus’da, özellikle Mısır’da Müslüman Kardeşler örgütü ana örgüttür. 56 ülkede kolları var. Bunlarla Amerikalıların görüşmesi bu yönde. İktidar ortağı olabilecek, iktidar ortağı olurken de nispeten AKP çizgisi gibi -birebir değil yakın çizgide- bir konuma çekmek. Mesela İsrail ile Mısır’ın 1980’lerde falan imzaladıkları Camp David anlaşması var. Bu İsrail’in İslamcılar tarafından bir tür tanınması demektir. Hamas’la El Fetih’in barış anlaşması da; Hamas’ın, Mısır’daki Müslüman Kardeşler’in bir kolu olduğu düşünülecek olursa, onların da giderek İsrail’i resmen olmasa da, de facto yada zımnen tanımasını kabul edecek bir çizgiye gelmesi demek. Bu çizgi El Kaide’nin karşı çıktığı bir çizgi. Hepsini Amerika yapıyor demiyorum ama böyle bir çaba, diplomatik bir plan var. Bu plan tutar tutmaz ayrı bir konu.

Türkiye bir süredir Arap aleminin liderliğine soyunmuştu. Şimdi oynadığı rol ile Arap Alemi ile Arap halklarıyla Amerika arasında nasıl bir noktada duruyor?
Kuşkusuz son zamanlarda Türkiye’ye Tayyip Erdoğan’a daha büyük bir sempati var. İsyanlardan sonra da AKP modeli Arap ülkelerinde tartışılmaya başlandı. Ama yeni yeni eleştiriler de ortaya çıkmaya başladı. Amerika ile bağını koparmadan, en azından Amerika’ya ciddi anlamda itiraz etmeden, ikili ilişkilere dokunmadan, NATO’yla olan antlaşmaların ruhuna aykırı davranmadan İsrail’e kafa tutabilir misin, hayır. Libya meselesinde de öyle. NATO’nun çerçeve antlaşması dahilinde, Libya’ya müdahaleye karşı çıkamazsın. Bu iki sorunun cevabı doğru verildiği taktirde Arap halkları, Arap aydınları da bunu görürler.

Türkiye’nin dış politikası, bir kesimin iddia ettiği gibi başarılı bir politika mı?
Çok teknik bir mesele olduğu halde Mavi Marmara’nın daha tazminatı bile alamadılar. Çok somut deliller olmasına rağmen. Türkiye sınıfta kalmıştır. Dolayısıyla Amerika ve Avrupa’da, İsrail lobisini aşacak diplomatik manevralar yapmak, bu başbakanın kapasitesini aşar, dünyaya bakışını aşar. Diğer yanı ise; esas olarak Türkiye’den dış politikasının bir bütünlük arz ettiğini düşünmüyorum. Bu Arap ülkelerine yönelik politikalarda net görüldü. Yani Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün daha Batı’ya eğilimli, askerin konsepti daha farklı, dışişleri bakanlığı ve Başbakan’ın daha farklı. Zaten böyle bir politikayla başarılı sonuçlar almanız mümkün değil.

Türkiye bence Ortadoğu dosyasına da hakim değil. Evet, AKP Arap dünyasıyla interaktif bir iletişim içinde. Ama bunların ekseni ‘Osmanlı’ ve ‘din’ olduğu için bir yere varmaz. Din kardeşliği olsaydı o zaman, Libya Cezayir’le, Mısır’la, Irak’la Kuveyt birbirine girmezdi. ‘Din’le, ‘Osmanlıcılık’ üzerine kurulacak bir politikanın altı da boştur. Bizim Dışişleri Bakanı da oradan oraya koşuyor falan ama bir dışişleri bakanının değil hayalci bir akademisyenin ötesine geçemiyor.

Başbakan’ın Libya’ya ilişkin açıklamalarındaki çelişki de bu dış politikanın sonucu mu, yoksa anlamadığımız bir strateji mi var?
Erdoğan önce “NATO Libya’ya giremez” dedi. Ama 3 gün sonra biliyorsunuz, Sarkozy girdi. Sonra “Öyle demedik. Silah atmayacağız ama kollayacağız” diye bir açıklama geldi. Bu, hırsız eve giriyor, sen gözcülük yapıyorsun, demek. Yani bir gözcünün hırsıza yardımda ne kadar ortaklığı varsa Türkiye’de o kadar ortak. NATO ile Amerika’yla anlaşmalar ortadayken bu laflar boş çünkü.

Yani dış politikadaki ‘şov siyaseti’ mi?
Şov tabi. Türkiye’nin dış politikasını enformatik olarak biliyorum. Danışmanların bir kısmı “aman” demişler “Libya’ya müdahale edelim, NATO’yla birlikte davranalım, oradan pay kaparız.” Bir kısmı da “hayır” demiş, “orada 26 milyar dolarlık müteahhitlik hizmetlerimiz var. Bunlar heba olur” falan. Tayyip Beyin yakın çevresindeki müteahhitler lobisi ağır basmış durumda. Bu lobide de cemaatin çok etkisi var.

Gülen cemaati mi?
Sadece Gülen cemaati değil. Başkaları da var. Afrika’ya, Latin Amerika’ya, Suriye’ye giden iş adamlarının yüzde 80’i bir cemaate yakın. Hatta Güney Kürdistan’a giden heyete Ümit Boyner’i, TÜSİAD’ı bırakmadılar. Çünkü Türkiye’ye müteahhitlik hizmetlerinden akan gelirin çoğu artık belli bir sermaye grubunun elinde toplanıyor. O da AKP’nin kalıcı olarak durabilmesi için menfaat sağlıyor. O lobi ağır bastı ama baktı ki Kaddafi gidici, diğer tarafa ağırlık verdi.

Türkiye’nin Suriye’yle ilişkisini daha özel kılan ne?
Türkiye bir süredir, Ortadoğu politikasını nispeten Suriye’nin penceresi üzerinden görmeye başladı. Çok gidiş gelişler, ticaret, falan nedeniyle nerdeyse Suriye yönetiminin perspektifini benimsemiş durumda. Ortadoğu politikasında, özellikle Ürdün, Lübnan, Filistin, Irak politikalarında Suriye’yle fazla uyumlu hale geldi. Sözde ‘oyun kurucu’ olacaksın ama Suriye üzerinden bakıyorsun bütün olaya. Bence çıkmaz buradaydı baştan beri. Çünkü Suriye’nin politikaları bütün Arap ülkelerinde benimsenen bir politika değil. Türkiye’nin Suriye ile ticari ilişkisi AKP’ye çok yarıyor. AKP’ye yakın şirketlere ve cemaatlere çok yarıyor. Ama Türkiye bu politikayı merkezi olarak yürütmüyor. Daha yerel inisiyatiflere yani özel sektöre bırakmış, özel sektör alıp gidiyor.

Hükümetin Suriye ile yürüttüğü politikada Kürt meselesi nasıl bir rol oynuyor?
Bu nokta daha problematik ve bence en hassas konu. Kürtlerin temel hak ve özgürlüklerinin tanınıp tanınmamasında, özel olarak da PKK ve onun Suriye’deki uzantılarını tecrit etmek üzere, anti-Kürt planı üzerine kurulmuş bir ortak politika var. Bunu Irak’ta da yapmaya çalışıyor, İran’da yapıyor. Bu politika daha önce Amerika’nın müdahalesiyle biraz bozulmuştu. Şimdi yeniden, biraz da Amerika’nın zımni onayını alarak aynı planı devreye sokmaya çalışıyorlar.

Peki bu ‘zımni onayda’ nasıl bir pazarlık var?
Artık Irak değil Suriye ve Türkiye’deki Kürtler üzerinden bir anlaşma var. Bundan üç, dört sene önce “Eğer dağdaki PKK’yi aşağı indirirsek, tasfiye edersek, siz de Suriye’de yaşayan PKK’lileri alın” türünden bir anlaşma. O mutabakat giderek daha somut şekle bürünmeye başladı. ‘Kürt hareketini nasıl kuşatır, tecrit ederiz hatta Güneyli Kürtleri nasıl bunlara karşı kullanırız’ diye uğraşıyorlar. Barzani’ye falan gösterdikleri yakınlığın nedeni bu.

Amerika’nın koşulu ne?
Amerika Suriye Hükümeti değişmeden, köklü reformlar yapmasını istiyor. Hala müdahale planda değil sadece ambargo planda. Buna karşılık Suriye’nin İran’la ve Suriye’nin Hizbullah’la bağlantılarının kopmasını istiyor. Çünkü bütün planı İran’ı düşürmek. Bu arada ‘Kürt meselesi de feda olsun’ diyerek şimdilik zımni onay veriyor. Ama daha ileride “Kürtlere biraz hak hukuk verin bu meseleyi de aradan çıkartın” diyebilir. Fakat şu anda anti-Kürt pakt devrede. Suriye’de aşağı yukarı birbuçuk milyon Kürt var. Ve bu ayaklanmalardan hala geride duruyorlar. Bazılarıyla konuştum; “Biz devreye girersek Kürt-Arap etnik çatışması ön plana çıkar. Suriye’deki halkın genel talepleri geriler ve bize vururlar” diyorlar.

Yönetim devrilirse Kürtlerin pozisyonu ne olur?
Eğer Suriye yönetimi devrilirse Kürtler ayağa kalkmış olacaklar ve Kürtlerin yakın ilişkileri, akrabalık bağları nedeniyle, sınırlar kalkmadan iki tarafın birleşmesi mümkün olabilir. Birleşemeden kasıt taleplerin birleşmesi, dayanışma falan. Bu çöküş senaryosu. Ama Suriye’de ya çöküş olacak ya da köklü reformlar. Kürtler ‘demokratik haklar’ dediğimiz, Avrupa Kriterleri ölçeğinde kolektif haklar, anadil, yerel yönetimleri belirleme gibi hakları talep ediyor. Bu haklar sağlanırsa Türkiye’deki Kürt meselesine de ivme daha katmış olacak.

Suriye rejiminin reformize edilmesi, Türkiye’ye önemli bir baskı unsurudur. Kürt meselesinin çözümünü daha acil hale getirecek. Bir diğer ihtimal çöküş senaryosudur. Bu da Türkiye’yi çok kaygılandırıyor. Bunların da Kürtlere farklı yansımaları olacaktır. Suriye’de bir kaos olduğunda Türkiye’nin Ortadoğu politikası çökmüş olacak. Kürt meselesi hükümetin politikası aleyhinde bir seyir izleyecek. Irak’taki dengeler değişecek. İran’ın Irak’taki rolü değişecek daha içe kapanmacı olacak. Irak’ta çatışma durumu olmasa da bir anlaşmazlık ve gerginlik durumu olur. Oradaki Kürtler, İran ve Suriye baskısından daha fazla kurtulmuş olacaklar. Bölgeye ilişkin politikalarda daha az kompleksli, daha yaratıcı ve kendilerine özgü politikalar üretecekler. Şu kadarını biliyorum AKP Hükümeti, Suriye yönetiminin devrilmesinden çok korkuyor. CIA başkanı da geldiğinde tamamen bunlar konuşuldu. CIA esas olarak Suriye muhalefetiyle de görüştü.

CIA Başkanı Türkiye’de beş gün boyunca ne görüşmüş olabilir?
Muhtemelen Ortadoğu’yu görüşmüşlerdir. Türkiye’nin rolünü tartışmış, Türkiye’ye ne kadar pay düştüğünü konuşmuşlardır. Diyelim ki Libya’da Kaddafi giderse nasıl öneride bulunabilir. Nerelerde önleyici olur tampon oluşturacağı falan konuşulmuştur. Ayrıca İran meselesi konuşulmuştur.

Hükümetin “Kürt sorunu yoktur” söylemine dönmesini, iç politika dışında Suriye’deki olaylarla da ilişkilendirebilir miyiz?
Bunun üzerinde çok fazla düşünme şansımız olmadı. Ama şu kadarı açık. Başbakanın Suriye ve Barzani bölgelerine gidip bir takım faaliyetlerde bulunması, Kürt hareketini tecrit etme politikası, “aydınların tehdit edildiği” propagandaları onlara yarayacak bir sonuç vermedi. Kürtler farklı manevralarla kendilerini korumasını bildi. Şu kadarını söyleyeyim AKP’nin “Kürt sorunu yoktur” söylemi, Kürt hareketi çevresindeki oluşumu kriminalize ederek hareketi sokağa dökmeye yönelik politikadır. Bu gerekçeyle içeri atmaya zemin oluşturmaya çalışıyorlar. Çünkü bunun üzerinde siyasi rant elde etmeye çalışıyorlar. Şimdi her sandığın başına üç polis koymaya kalkışarak polis devletinin tüm göstergelerini ortaya koyuyorlar. Polisin durduğu sandıktan polisin istediği şekilde oy çıkar. Bu şekliyle son derece provakatif bir durum ortaya çıkar.

‘Saddam’ın da camileri meşhurdu’

AKP’nin Kürt illerinde gösterdiği adaylarla bu politikanın bağını nasıl kuruyorsunuz?
Bölge’de pek sevilmeyen adayları göstermesi yakın ilişkili. Tetikçi adaylar aslında bunlar. Tetikçilik demek, kavga istiyorsun, anlamına geliyor. Ya da bir ihtimal ‘Menderes gururuna kapıldı’, onun dediği gibi ‘kütük de koysam kazanırım’ diye düşünüyor. AKP artık devletleşti, sadece hükümet değil. AKP çok eleştirdiği Kemalizmi bu defa liberal cemaatçi zihniyetle yürütüyor. AKP, soyunduğu toplum mühendisliğinde, Kürtlere bir şey vermeyi düşünmüyor. ‘Din’ ortak politikası üzerinden Kürt meselesini çözmeye çalışıyor. Bakın camiler konusunda ne kadar paniğe kapıldı… Çünkü çok iyi biliyor ki bu asimilasyon politikaları camilerden geçiyor. Saddam’ın ve İran’ın çok meşhurdur. Cami yaparak orada ki Kürtleri Araplaştırıyorlar.

Şimdi Kürtlerin onların atadığı imamların arkasında namaz kılmadığı için eleştiriyorlar. Dinime küfreden bari Müslüman olsa! Erdoğan’a sormak lazım. Sen partiden ayrıldığında Erbakan’ın camisine gittin mi? Başka camide namaz kıldın. Türkiye’deki olayların bir çoğu camilerde biter. Türkiye’deki Hizbullah’ı camilerde örgütlediler. Kendisi de oralarda örgütlendi. Mesela ben bir ay önce haberini aldım. Kars Kağızman’da cami cemaati içerisinde BDP’ye oy verenlere “kardeşin de olsa ekmek vermeyin” propagandası yapıldı. AKP etrafında şekillenen insanlar bunu yapıyor. Özellikle kadınların mukabele toplantılarında da “BDP’ye oy verenlere ekmek vermek bile haramdır” diye propaganda yapıyorlar. Tabi bütün bu politikaları resmi din görevleri aracılığıyla da yapınca halk “arkanda namaz kılmam” diyor.
İNCİ HEKİMOĞLU

Hiç yorum yok: