17 Mart 2011 Perşembe

Türklerin Demokrasi Sorunu

Evrensel bir olgu olarak demokrasi sorunu, kabile topluluklarında üstteki hiyerarşik yönetimin ayrışmaya gitmesiyle ortaya çıkar. Kendi içinde doğal demokrasi olan kabile toplumunda idari ayrışım doğal demokrasinin sonunu getirir. Hiyerarşiden despotik devlete geçiş bu süreci derinleştirir. Uygarlık sistemleri özünde bu süreç tarafından belirlenir. Uygarlık, Avrupa’daki kapitalizm aşamasına kadar toplum üzerinde sınırlı oranda nüfuz kurar. Toplumda ahlâki ve politik potansiyel gücünü korur. Avrupa uygarlığı, ulus ve ulus-devlet olgularına -kapitalizmin ve endüstriyalizmin gereği olarak- tanıdığı ayrıcalıkla ahlâki ve politik toplumu derinliğine parçalar, topluma derinliğine sızar. İdeolojik iktidar ve sermaye tekeli olarak bu sızma, tarihte eşi görülmemiş bir tahakküme yol açar. Modernite, bireyi en zayıf konuma düşürür. Verilen mücadeleler sınırlı reformlarla dizginlenmeye çalışılır. Avrupa demokrasisi reformlarla birey ve toplumu ayakta tutmaya çalışır. Birey hak ve özgürlükleri, hukuk devleti bu demokrasinin özünü ve çerçevesini oluşturur. Avrupa Birliği bu temelin sistematik halini ifade eder. Fakat tekelci sistem üstten hâkimiyetini sürdürdüğü için, ortaya çıkan demokratik sistem son derece daraltılmış ve kontrol altına alınmış bir iktidar sistemi olmaktan öteye gidemez. Demokrasi sorunu varlığını sürdürür.
Kendine has olan Sibirya klanları, M.Ö. 7000’lerden itibaren Güney Sibirya eteklerinde buzulların çözülmesiyle başlayan süreç içinde, Ortadoğu kökenli Neolitik Devrimin etkisiyle M.Ö. 4000’lerde kendi neolitik devrimlerini yaşamaya geçerler. M.Ö. 2000’lerde hiyerarşiden uygarlığa, devlete geçiş başlar. Bugünkü Çin merkezli ilk uygarlık M.Ö. 1500’lerde tarih sahnesine çıkar. Etrafında bugünkü Japonya, Kore, Vietnam, Moğolistan ve Türkistan halklarının prototipleri olan boylarla sürekli bir mücadele içinde olurlar. Bu mücadeleleri Çin uygarlığına karşı doğal demokrasi olarak değerlendirmek mümkündür. Çin tarih kayıtlarında ilk defa Hun adıyla bugünkü Türklerin atalarından bahsedildiği görülür. Hun boyları ilkel demokrasiyi yaşadıklarından ötürü, Çin uygarlığıyla sürekli çatışma içinde kalırlar. Kolay kolay uygarlaştırılamazlar. Bu boylar zorlanınca yönlerini Batı’ya çevirirler. Batı Hunları M.S. 400’lerde Orta Avrupa’ya ve Roma’ya kadar geniş bir alanda varlıklarını sürdürürler. Fakat uygarlıklar içinde erimekten kurtulamazlar. Doğu’da Çin, Batı’da Slav kökenli uygarlıklar tarafından hep asimile edilirler. Bu süreç önceleri Hindu ve Maniheizm dinleriyle kırılmak istenmişse de asıl kırılma İslamiyet ile yaşanır. Daha önceleri 550’ler ve 740’larda kurulmaya çalışılan Göktürk ve Uygur devlet deneyimleri bir konfederasyon olmaktan öteye gidemez.

Türklerin Uygarlıkla Tanışmaları
Ortadoğu’ya geçişleriyle birlikte Türk boylarında 11. yüzyıldan itibaren ciddi bir sınıf ayrışması yaşanmaya başlanmış olup, bu süreci demokrasi sorununun başlangıcı olarak almak mümkündür. Türkmen boylarının son Selçuklu Sultanı olan Sultan Sancar’ı kafese koyup ölünceye kadar yanlarında taşımaları, aslında özgürlüklerine ve demokratik yaşamlarına ne kadar düşkün olduklarını gayet iyi açıklamaktadır

Proto-Türklerin asıl uygarlaşmaları İslamiyet ile ciddi olarak temasa geçtikleri ve İslamiyet’i kabul etmeye başladıkları 9. yüzyılda gelişmeye başlar. Karahanlılar ile başlayan ve günümüze kadar devam eden Türklük ve demokratikleşme sorunları bu uygarlık süreciyle yakından bağlantılıdır. Ortadoğu Türk-İslam uygarlığı genellikle Selçuk Bey ve Beyliğiyle başlatılır. Proto-Türkler önceleri de Ortadoğu uygarlıklarında boy göstermeye çalışmışlardır. Fakat kitlesel olarak ve boylar halinde ilk defa Selçuk Bey ve oğullarıyla Ortadoğu’ya yerleştikleri iyi bilinmektedir. Selçuk Bey’in kendisi Ortadoğu’ya doğru yurt edinmeye çalışırken iki dinsel akımla karşı karşıyadır: Musevilik ve Muhammedilik. Dört oğluna verdiği Musevi adlar başlangıçta Hazara Yahudi Türk Devleti’nden ciddi olarak etkilendiğini göstermektedir. Ne kadar Müslümanlaştığı bu nedenle kestirilemez. Türkleşmeyi Müslümanlığa bağlamak mümkündür. Çünkü daha önceleri çok kısa sürmüş Göktürk adı dışında Türk adıyla hiçbir uygarlığa rastlamıyoruz. Bu adın Araplar tarafından verildiği tahmin edilebilir. Fakat çok iyi bilmek gerekir ki, milliyetçilik çağı başlamadan önce, toplumlar kimliklerini soyadlarıyla değil din adlarıyla belirlerdi. O dönemde ya İslam olunurdu ya başka dinden. Toplumsal gerçeklik böyle inşa edilmişti.

Selçuklu Dönemi ve Boyların Direnişi
Selçuklu Beyliği 11. yüzyıldan itibaren kendi kontrolündeki boylar üzerinde katı bir egemenlik kurmaya yönelir. Boylar buna karşı şiddetle direnir. Tarihin kaydettiğine göre, 1017’de İran’a geçen ilk Oğuz-Türk boyları, bey egemenliğinin katılığından şikâyet edenler olmuştur. Beş bin dolayındaki bu ilk kitle, kurtuluşu İran’a kaçmakta bulmuştu. Açık ki Ortadoğu’ya geçen boylarda daha başlangıçtan itibaren kentleşme-sınıflaşma-devletleşme olarak gelişecek olan uygarlığa karşı şiddetli bir direniş vardır. Türkmen adını alan bu ezilmek ve serfleştirilmek istenen kabile boyları bugünkü halkın ilk nüveleridir. Boy aristokrasileri Türkmen’i hor gördükleri gibi, kendilerini de Türk olarak bile adlandırmak istemez. Arap ve Fars, Şah ve Sultanlık unvanlarını tercih ederler. Türkçe’yi unuturlar. Arapça, Farsça ve hepsinden kırma bir Osmanlıcayı kullanırlar. Asıl soy Türklüğü ise Türkmen boylarında yaşanır.

Türklerin İslamiyetle Tanışması ve Başlayan Sınıf Ayrışması
Bu kısa tarihçeyi demokrasi sorunu açısından yorumlarsak şunları söyleyebiliriz: Ortadoğu’ya geçişleriyle birlikte Türk boylarında 11. yüzyıldan itibaren ciddi bir sınıf ayrışması yaşanmaya başlanmış olup, bu süreci demokrasi sorununun başlangıcı olarak almak mümkündür. Türk boylarının İslamiyet ile iki temel gruba bölünmeleri demokrasi sorununun özünü teşkil etmektedir. Aristokrasi, daha doğrusu askeri, dini aristokrasi ve toprak sahipleri devlet içinde yoğunlaşıp iktidar tekelini oluştururken, sistemden dışlanan yoksul kesimler ya eski göçebe boyları gibi yayladan obaya, obadan yaylaya dolaşıp dururlar, ya da kent ve köy yoksulları olarak yaşamlarını zanaatçılık ve çiftçilikle sürdürürlerdi. Tüm Ortadoğu halklarında yaşanan bu bölünme çok sayıda isyan ve kaçkınlıkla sonuçlanmıştır. Mezhep bölünmeleri de bu gerçeklerle bağlantılıdır. Sünnilik hâkim tabakanın mezhebi olarak resmileşirken, muhalif mezhepler ise Alevilik, Şiilik, İşrakiyyunluk, Mevlevilik ve Bektaşilik gibi yarı gizlilik içinde yaşamlarını sürdürmeye çalışırlar. Demokrasi mücadelesi Ortaçağ’da bu mezhepsel görüngüler biçiminde verilmektedir. Dönemin demokratikleşmesi bu mezheplerle sağlanmaya çalışılmaktadır. Ayrıca göçebe kabile yaşamının kendisi demokratik mücadeledir. Ortaçağ’ın tüm kabile düzenlerindeki direnişçi özü, demokratik mücadele olarak yorumlamak en doğru ifade biçimidir.

Ortadoğu’da Ulus-Devlet Çağı
Resmi İslam’ı ideolojik tekel olarak yorumlarsak, yarı gizli mezhep ideolojilerini de demokratik söylemler olarak değerlendirmek mümkündür. 19. yüzyıl başlarına kadar yaşanan bu demokratik halk hareketleri, kapitalist modernitenin Ortadoğu’ya nüfuz etmesiyle yeni bir sürece girecektir. Bir yandan eski hegemonik güç olan imparatorluk rejimleri ulus-devletçi yönelimlerle dağılırken, diğer yandan yerine geçen küçük ulus-devletler demokrasi sorununu daha da ağırlaştırırlar. Ulus-devletler iki katlı bir yabancılaşmayı temsil ederler; Bir yandan eski uygarlıktan kalma iktidar olarak yabancılaşma, diğer yandan kapitalist modernitenin dayattığı ulus-devlet yabancılaşması. Katmerleşen iktidar tekeli, halk kültürü üzerinde soykırıma varan rejimler uygular. Devlet eliyle kapitalistleşme burjuvalaşma ve faşistleşmeyle iç içe yürümektedir. Türkiye bu süreci 20. yüzyılla birlikte yoğun yaşayacaktır. İttihat ve Terakki Cemiyeti olarak kendini adlandıran hareket bu gerçeği ifade etmektedir.

İttihat-Terakki ve Faşizm
Bütün göstergeler İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin 1920’lerdeki İtalyan Faşist Partisi’yle Alman Nasyonal Sosyalist Partisi’nin prototipi olduğuna işaret etmektedir. Geç kapitalistleşen birçok ülkede benzer gelişmelerin yaşanması tesadüf olmayıp, kapitalist modernitenin varlaşmasıyla ilgilidir. Derinleşen modernite krizinden kendini ancak sert sınıf savaşlarıyla, soykırımlarla güçlü çıkarabileceğini hesaplayan bürokratik burjuvazinin bundaki sorumluluğu belirleyicidir.

Dünya Savaşları ve Demokrasi Sorunu
Aynı dönemde sistemleşmeye çalışan modernitenin ulus-devlet ve endüstriyalizm unsurlarını temel hedef olarak seçen reel sosyalist hareketin bundaki payı da küçümsenemez. Sadece demokrasi değil demos’un, halkın kendisi, kültürel varlık olarak varlık-yokluk sorunuyla karşı karşıya gelmiştir. Her iki Dünya Savaşı sırası ve arası dönemler, kapitalist modernitenin üç ana unsuruyla (kapitalizm, ulus-devletçilik ve endüstriyalizm) dünya çapında hegemonyasını kesinleştirme çılgınlığı olarak yorumlanabilir. Birçok ulus, halk ve kültür iliklerine kadar bu çılgınlığın tehditlerini yaşarken, kurtuluş fırsatını bulanlar da kendilerini abartmaktan ve hâkim sisteme teslim etmekten alıkoyamadılar. Modernizmi aşamayan III. Enternasyonal’in 1930’larda geliştirmek istediği emek ve halk cephesi ile antifaşist cephe deneyimleri demokrasiye pek bir şey kazandırmadı. İkinci Dünya Savaşı sonrasının soğuk savaş döneminde yaşanan liberal demokrasi de, reel sosyalist halk demokrasisi de özünde demokrasinin inkârıydı. Hegemonya savaşlarını demokrasi cilasıyla yürütmek sadece bir taktik meselesiydi. Reel sosyalizmin çöküşü aslında liberalizmin de çöküşüydü. 1990’lar sonrası dünya, sistemin derinleşen yapısal kriziyle çalkalanırken, demokrasi sorunu kendini bütün ağırlığıyla gündemleştirdi. Demokrasi dünya çapında içerik ve biçim olarak yeniden kendini tanımlamaya, demokratik modernite olarak sistemleştirmeye çabaladı.

Türkiye Cumhuriyeti ve Yeni Bir Başlangıç
Türkiye dünyanın bu çalkantılı sürecinde bir yandan varlık-yokluk sorunuyla karşı karşıya gelirken, diğer yandan Cumhuriyet olarak yeni bir başlangıç yapma şansına kavuştu. Bu başlangıcı yaptıran tarihi şahsiyet olarak Mustafa Kemal Paşa ile Cumhuriyet’i özdeş varlıklar olarak yorumlamak mümkündür. Bu iki varlığı çözümlemek günümüzde bile hâlâ önemini korumaktadır. Mustafa Kemal’in kendisi cumhuriyet fikrini bir sır gibi saklayarak uygun günde ilan ettiğini belirtirken, aslında bu önemi ortaya koymaktadır. „Cumhuriyet neye karşı ve nasıl gerçekleşti?“ sorusu kadar, „Hangi evrensellerden kaynaklanıyordu?“ sorusu da halen boşta ve karşılıksız durmaktadır. Kelime olarak demokrasinin Arapça karşılığı olan Cumhuriyet, gerçek demokrasi miydi, değil miydi? Değilse neden bu duruma gelindi? Bunlar doğru yanıtlanması gereken temel sorulardır. Günümüzde Türkiye’nin tüm yaşamı kilitleyen demokrasi sorununu tam kavrayabilmek, bu soruların altındaki gerçekleri çözümlemekle mümkündür.

Jakobenizm burjuva ihtilalciliğidir
Öncelikle Jakobenizm’in modernite evrenseli olarak görüngülük kazandığını varsaymak gerekir. 5.000 yıllık merkezi uygarlığa damgasını vurmuş teokratik geleneğin aşılmasında Jakobenizm merkezi rol oynamıştır. Sınıf itibariyle iktidar olmak isteyen orta kesimi, burjuvaziyi temsil eder. Burjuva ihtilalciliğinin radikal kesimidir. Hem ideolojik hem eylemsel olarak radikalizmi ifade eder. Kendisi için en uygun iktidar koşulları, yabancı addedilen bir gücün yol açtığı işgal ortamıdır. Açık işgal ortamı olmadan, Jakoben burjuvanın iktidar olma şansı yok denecek kadar azdır. Ancak tüm toplum için açık işgal bir felaket olarak karşılandığında Jakobenizm’e gün doğar. Tarih sahnesine bir iktidar olarak çıkmak için ortam artık son derece müsaittir. Toplum bir kurtarıcı aramaktadır. Geleneksel iktidar sahipleri olan teokratik monarşiler, işgali önlemek şurada kalsın, çoktan işbirlikçi rolünü benimsemiş durumdadırlar. Çıkarlarını ancak yabancı güçlerle sıkı işbirliği içinde koruyabilmektedirler. Bu nedenle toplumda ciddi bir meşruiyet kaybı yaşanmaktadır. Bu durumda ideolojik ve örgütsel konumu en müsait olan kesim, işbirlikçi üst tabaka dışındaki orta tabakalardır. Bu tabakalar içinde kendini en iyi eğiten ve örgütleyen güç ise Jakoben burjuvazidir. Jakobenlerin prototipini Hollanda ve Britanya Devrimlerinde görmek mümkündür. Örneğin Crommwell 1640’larda, yani Fransız Devrimi’nden çok önce, kendi krallarının başını uçuran Britanya’nın en büyük Jakoben devriminin lideridir. Aslında en büyük Jakoben devrim 1792’de Fransa’da gerçekleşen değil, Britanya’daki bu devrimdir. Fransa bu modelin ikinci veya üçüncü versiyonudur.

Hollanda’yı değişik biçimde de olsa Jakobenizm’in mayalandığı asıl devrim ülkesi olarak yorumlamak mümkündür. Jakobenizm sadece üst geleneksel tabakanın yönetemez duruma düşmesinin değil, en alttaki yoksullar tabakasının da yönetim için yeterli ideolojik ve örgütsel donanıma sahip olmadığı durumların iktidar hareketidir. Her üç ülkede de benzer koşullar oluştuğunda, Jakobenizm en keskin bağımsızlıkçı, özgürlükçü ve eşitlikçi sloganlarla öne atılarak, toplumun ezici bir kesimini kendi önderliğinde ayağa kaldırır. Kritik an, toplumun ezici çoğunluğunun iktidar için ayağa kalktığı bu andır. En büyük değişimlerin de ana rahmine düştüğü anlardır bu anlar. Her şey iliklerine kadar sarsılır. Yeninin doğuşu için bu sarsıntılar gereklidir. Fransa için bu en kritik an, 1792 Nisan’ında başlar. İşbirlikçi kral, sadece tüm Avrupa aristokrasileriyle işbirliği yaparak, 1789’da başlayan devrime karşı bir karşıdevrim çabası içinde değildir, aynı zamanda kaçış halindedir. Orta sınıfın ılımlı kesimi Jirondenler, radikal adımlar atmaktan çekinmektedirler. En alttaki Babeufçü komünistler çok zayıf durumdadırlar. Ortam Jakobenler için son derece müsaittir. Artık tarihte bilinen en büyük terör dönemlerinden birisi bu koşullar altında yaşama geçmiştir. 1794 Temmuz’unda Jakoben önder Robespierre’in giyotine gönderilmesiyle dönem son bulur. 1792-1794, Birinci Devrimci Cumhuriyet dönemidir aynı zamanda. 1794 sonrası farklı dönemler halinde geçse de, özünde aranan yeni düzendir. Bu arayış günümüze kadar gelen Beşinci Cumhuriyet döneminde de devam etmektedir.

Jakobenizm Orta Sınıfın Radikal İktidar Hareketidir
Jakobenizm’i çözümlemede bazı hususları kalın çizgilerle belirlemek gerekir. Birincisi, bir azınlık hareketi değil, kitlesel harekettir. İkincisi, her ne kadar eşitlik ve özgürlük sloganları çok kullanılsa da, esasta orta sınıfın radikal iktidar hareketidir. Diktatoryal dönem de denilebilir. Üçüncüsü, tüm ülkeye ve topluma yönelik iç ve dış tehditler ortadan kalktıktan sonra maddi ortamını kaybeden Jakoben hareket düşüşe geçer. Yerini genellikle daha sağındaki güçlere, ender de olsa daha solundaki güçlere bırakır. 1870’teki Paris Komünü ve daha önceki, 1848’lerdeki bazı ülke devrimlerinde kısa süre yaşanan bazı hareketlerde görüldüğü gibi.

Jakobenizm ve Ulus-Devlet
Jakobenizm’le bağlantılı olarak belirtilmesi gereken diğer bir önemli husus, ayağa kalktığı anda kendini yeni ve bütün ulus ve (iktidara geçtiğinde) ulus-devlet olarak ilan etmesidir. Bu ulus ve ulus-devletçilik esasta geleneksel toplum formu olan evrenselin, ekümenizmin, ümmetçiliğin yerine geçen yeni kutsalın adı ve biçimidir. İlan edilen yeni ulus ve ulus-devletçilik yeni dindir. Algılanması eski dinin yerini alan yeni din olarak gerçekleşmektedir. İktidar olmak için toplumun yeni bir kutsallık olarak biçimsel ilanı şarttır. Aksi halde eski ümmet tarafından alaşağı edilecektir. Fransız ulus-devletçiliğinin çok katı doğuşu, ihtilal koşullarının aşırı terörize oluşuyla yakından bağlantılıdır. İhtilalin terörize olması orta sınıf radikalizminin bir özelliğidir. Bazen iktidar olmak için çok sert ve acımasız olma gereği duyar. İktidar şansı ortadan kalktığında hızla pasifizme kayması da aynı nedenledir. İktidar olma umudu ve koşulları zayıfladığında en hızlı sönen ve çoğunlukla sağındaki güçlere teslim olan kesim, yine Jakobenler arasından çıkar. Az bir kesimi ise daha da radikalleşerek komünistlere katılır veya bizzat komünist harekete dönüşür. Avrupa’nın ve daha sonra dünyanın tüm devrimci süreçlerinde bu döngüye rastlamak mümkündür. Avrupa somutunda açıklığa kavuşturulması gereken diğer çok önemli bir husus, faşizmle Bolşevizm’in Jakobenizm’le bağıdır.

Jakobenizm, Bolşevizm ve Nazizm
Jakobenizm elbette 1794’te bitmedi, varlığını sürdürmeye devam etti. Kendisinden sonraki tüm devrim süreçlerine değişik biçimlerde damgasını vurdu. İki aşırı sınıf iktidarcılığı ve ulusçuluğunun da babası rolündedir. Alman ulusçuluğu ve en aşırı biçimi olarak Nazizm ne kadar Jakobenik kökenlere sahipse, Rus ulusçuluğu ve Bolşevizm de o kadar Jakobenik kökenlere sahiptir. İtalya faşizminin de kökenleri çok daha açık bir biçimde Jakobenizm’e dayanır. Nazizm ve faşizm -buna bütün faşizmleri eklemek mümkündür- Jakobenlerin tekelleşmiş burjuva iktidarının en terörist biçimini ifade ederken; Bolşevizm de -bütün benzerleri için de söylenebilir- alt tabaka adına iktidar olmuş kesimlerinin terörizmini ifade eder. Her ikisinde de ulus ve ulus-devletçilik çok aşırı biçimde ifade ve inşa edilmiştir, ancak farklı sınıflar adına. Ama ortak bir Jakoben kökenlerinin olduğu inkar edilemez. Burada aydınlatılması gereken en önemli husus, Bolşeviklerin gerçekte ne kadar komünistleştiği sorunudur. Ben şahsen tüm ideallerine rağmen Bolşeviklerin Jakoben kökenli oldukları ve tamamıyla komünistleşemedikleri, komünist dönüşüm geçiremedikleri kanısındayım. İktidarcı ve sınıf ulusçu olmaları kendilerini ulus-devlet olarak kurgulamalarına yol açar. Ulus-devlet ise karşı çıktıkları kapitalizmin temel devlet rejimidir. Endüstriyalizme öncülük etmeleri radikal modernistler olarak ortaya çıkmalarını kaçınılmaz kıldığında, geriye devrimden bir şey kalmaz. Reel sosyalizmin Sovyetler Birliği ve Çin başta olmak üzere yaşadığı deneyimler bu gerçeği doğrular.
YARIN: Avrupa hegemonik uygarlığı ve Türkiye’de Jakobenizm...

Hiç yorum yok: