28 Ocak 2011 Cuma

Ulus-Devlete Hapsedilmiş ‘Azınlık’!

Yeni_Özgür_Politika13 Aralık 2007 tarihli Lizbon Antlaşması’nın, AB’ye azınlık haklarını koruma anlamında açık bir yetki vermemesi ve üye devletleri azınlıklarını korumak için etkin politikalar üretmeye zorlamaması, AB’nin azınlık hakları konusunda, hak ihlallerini gerçekleştiren ülkeler üzerindeki etkisinin sınırlarını göstermektedir.
Yüzyıllar süren savaşlardan geriye ulus-devletleşme süreci kaldı. Bu sürecin içerisinde „azınlık“ durumuna getirilen halklar; din, dil, etnik farklılıklarını bu ulus-devletlerin daraltılmış sınırları içerisinde kimi yarı açık, kimi yarı kapalı bir biçimde yaşayarak bugüne kadar geldi. Özellikle sermaye akışının hızlandırılması için Avrupa’dan, Britanya’dan, Amerika’dan diğer ülkelere seferler başlatıldığında farklı dil ve kültürlere mensup ve aynı topraklar üzerindeki halklar kışkırtıldı. Birbirine kırdırıldı. Tüm bunlar yaşanırken, „insan haklarını, adaleti götüren“ ise yine onların yaralarını kaşıyarak, kârlarına kâr katmaya çalışan devletler oldu. İşte bu aşamada özellikle bu ülkeler kendi çatıları altında ulus-devlet içerisine hapsettikleri diğer ulusların haklarını „azınlık“ hakları olarak belli formüllere kavuşturdular. Bu özellikle uluslararası ilişkiler açısından 20. yüzyılın sonuna doğru büyük bir önem kazandığı içindi. Diğer bir konu ise, farklılıklarıyla varlıklarını korumaya çalışan halkların hak taleplerinde bulunmalarıydı. Bir süre sonra öncelikle Avrupa ülkelerinde devletlerin insan hakları karnesinin geçer not alabilmesinin, ülkesinde bulunan „azınlıklara“ tanıdığı haklarla ölçülmeye başlandı.

Lizbon’la başlayan yeni süreç!
Özellikle Avrupa Birliği (AB) sürecinde bu başka bir boyut kazanmıştır. Örneğin AB’nin içerisinde yer alabilmenin şartları arasında „azınlık“ haklarına saygıyı kabul etme zorunluluğu var. Bir nevi hem AB’ye üye ülkelerin birbirine karşı kullandığı bir koz hem de AB’ye dahil edilmek istenen ülkeler üzerinde farklı basınçlar oluşturmanın aracı olmuş bir zorunluluk haline getirilmiş „azınlık haklarına saygı“ şartı, her şeye rağmen azınlık hakları kavramındaki „ayrımcılığın önlenmesi“ hedefinden „azınlıkların korunması“ anlayışına doğru gidişatta belli bir yol katedilmesini de sağlamıştır.

Bu konuda sayısız anlaşma imzalanmış olmasına rağmen özellikle Portekiz’in AB dönem başkanlığında hazırlanan 13 Aralık 2007 tarihli Lizbon Antlaşması’nın, AB’ye azınlık haklarını koruma anlamında açık bir yetki vermemesi, bu alanda uygulanacak yeni politika açılımlarından bahsetmemesi ve üye devletleri azınlıklarını korumak için etkin politikalar üretmeye zorlamaması, AB’nin azınlık hakları konusunda ne kadar ilerleyebileceğinin sorgulanması gerektiğini ve hak ihlallerini gerçekleştiren ülkeler üzerindeki etkisinin sınırlarını göstermektedir. Diğer bir gösterdiği de AB ülkelerinde bulunan diğer halklar ve göçmenler için yeni bir sürecin başladığının Lizbon’da somutlanmasıydı. Bu gerçek kendisini Fransa’nın Romanları sınır dışı etme kararıyla çok daha net bir biçimde ortaya çıkarmıştır. „Azınlıklar ve azınlıklara“ uygulanan politikalarla ilgili şu soru sorulmaktadır: Birlik kurucu devletleri ne kadar „azınlıkların“ haklarına saygılı bir biçimde davranmaktadır? Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin, ülkesinde „azınlık“ durumundaki 8 binden fazla Romanı sınır dışı etmesiyle Birliğin mevzuatına aykırı hareket içerisinde bulunduğu halde somut bir yaptırıma tabi tutulmamıştır. 


Fransız olmak ne demek!
„Avrupa Birliği’ne üye ülkeler Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne ve Avrupa Sosyal Şartı’na uygun davranmak zorundadırlar“ denilmesine rağmen Fransa’nın Romanlara dönük insanlık dışı uygulamaları görmezden gelinmiştir. 8 bin insan hiçbir hakka sahip olmaksızın sınırlar dışına atılmıştır. 59 Milyon nüfuslu Fransa’da „azınlık“ olarak kimler tanımlanmaktadır, bu bile açık bir biçimde konuşulmamaktadır. Oysa Fransa’da; Breton, Alsaslı, Korsikalı, Bask, Roman, Katalan, Hollandalı, Oksitan, Lüksemburglu, Creole ve Mağripli olarak pek çok farklı etnik grup bulunmaktadır. Fransa resmi olarak hiçbir grubu azınlık kabul etmemektedir. Fransa, Bölgesel ve Azınlık Dilleri Avrupa Şartı’nı imzalamış, ancak onaylamadığından yürürlüğe koymamıştır. Sözleşmeyi imzalarken de getirdiği yorumla amacının ülkede yaşayan diğer ulusları tanımak ve korumak olmadığını, ülkenin bölünmez bütünlüğünün, yasa önünde eşitliğin, Fransız halkının tekliğinin üstün olduğunu açıkça bildirmiştir. Fransa tüm vatandaşlarını Fransız olarak kabul etmektedir. Ama şu an yasalaşması beklenen „Fransız vatandaşlığı elde etmiş olsa bile herhangi bir suç işlediğinde“ yine yabancı sayılan yabancılar için yasa taslağı Fransa’nın diğer ulusları hiçbir zaman yasalar önünde Fransız kabul etmediğinin göstergesidir. Yani „suç“ işlendiği durumda Fransız kimliği ortadan kalkmaktadır. Bu ulusların dilleri de tanınmamaktadır. Resmi ve zorunlu dil Fransızca’dır. Dolayısıyla, Fransa’da hiçbir milli azınlık bulunmadığını, daha doğrusu Fransa’nın Fransa’da yaşayan diğer ulusları resmen tanımadığını belirtmek gerekmektedir. Diğer açık bir nokta ise Fransa’daki azınlıkların dillerinin tamamını -örneğin Almanca, Katalanca ve Bretonca- „mahalli şive“ kabul etmektedir. Fransa kendi bünyesindeki bu ulusları yok saydığı için bu gruplarla ilgili herhangi bir istatistik de düzenlememektedir. Bu nedenle Fransa’da yaşayan diğer ulusların nüfusu konusunda sadece tahminler vardır. 1994 yılına ait bir Avrupa Parlamentosu raporundaki tahminlere göre; Fransa’da toplam nüfusun Oksitanlar yüzde 10,2’sini, Almanlar yüzde 2,5’ini, Asaslılar yüzde 2,1’ini, Lothringler yüzde 0,4’ünü, Bretonlar yüzde 0,8’ini, Katalanlar yüzde 0,4’ünü, Korsikalılar yüzde 0,3’ünü, Flamanlar yüzde 0,2’sini, Basklılar yüzde 0,1’ini oluşturmaktadır. Fransa’da „azınlıkların“ toplamının tahminen 8 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor. Buna rağmen Fransa’da Fransızca dışında herhangi bir dilin kamusal alanda kullanımı yasaktır. Fransa’da Fransız asıllı olmayanlar anayasanın getirdiği eşitlik ilkesi ve temel hak ve hürriyetlerin garantisi ile yetinmek zorundadır. Fransızca’nın yegane dil olarak kullanımı konusundaki Fransa’nın katı tutumu her alanda kendini göstermiştir. Örnek vermek gerekirse; Fransız aileler çocuklarına Fransızca olmayan bir ismi koyma hakkına ancak 1993’te kavuşmuşladır.

Yok sayılan farklılıklar!
Fransa’da „yerel diller ve mahalli şiveler“ olarak kabul edilen azınlık dillerinin eğitimi için 1951’den bu yana gerekli hukuki zemin yaratılsa bile bu dillerin devlet okullarına girişi yakın zamanda mümkün olmuştur. Fransa’da azınlık çocuklarının sadece yüzde 2 veya 3’ü bütün tahsil hayatını yerel dillerde tamamlamaktadır. Fransa azınlık haklarının genişletilmesini ve azınlık kimliklerinin desteklenmesini Fransız Cumhuriyeti’nin devamlılığı için bir tehdit olarak algılamaktadır. Bu nedenle Fransa, azınlıkların korunması, otonomi ve benzeri olasılıkları kategorik olarak reddetmektedir. Elbette şunu belirtmekte büyük fayda var; Fransa’da Fransız kökene sahip olmayanların toplam nüfusa oranı yüzde 14 olduğu gibi, Fransa’da yaşayan göçmen ve göçmen kökenlilerin sayısal değerinin Fransa nüfusuna oranı da 14 milyon ile yüzde 23 seviyesindedir. Özetle, AB’nin kurucu ülkelerinden Fransa, AB’ye aday ülkelere insan hakları dersi verirken, ki bunu azınlık hakları üzerinden dillendirirken, kendi içindeki katı uygulamasıyla sözkonusu ülkelerden farklı bir tutuma sahip değildir. Avrupa Komisyonu’nun verilerine göre Fransa’da etnik grup anlamında en büyük ve kalabalık grup Romanlardır. Sadece Romanya ve Bulgaristan’dan Fransa’ya göç eden Romanların sayısının ise 15 bin olduğu tahmin edilmektedir. Fransa, Cumhurbaşkanı Nicholas Sarkozy’nin, ülkesinde azınlık durumundaki Romanları sınır dışı etme kararı aldıktan sonra dünya kamuoyu tarafından haklı bir tepkiyle karşılaşmıştır. Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi ve AGİT gibi kuruluşlar azınlıklara yönelik olumsuz tutumlara karşı çıkarak kimi müdahalelerde bulundu. Ama bu Fransa’yı durdurmaya yetmedi. Bu noktada, Sarkozy ve iktidarının ülkesindeki Roman azınlığa uyguladığı bu politikanın temelinde yatan nedenleri ve hangi gerekçelerle bu politikayı uyguladığını bakmakta fayda var.

Yeni bir sürecin pratik ayakları!
Fransa bu durumu; yasalara aykırı hareketlerin önlenmesi ve kamusal düzenin bozulmasına karşı alınan bir önlem olarak değerlendirmektedir. 16 Eylül 2010 tarihinde Fransa’nın daveti üzerine gerçekleştirilen AB Zirvesi’nin sonucunda; „AB’ye üye ülkelerin, temel insan hakları ve özgürlükleri çerçevesinde Romanlara yönelik ortak bir strateji benimsemeleri ve bu doğrultuda politikalar üretmeleri gerektiği“ vurgulanmıştır. Ama Fransa uygulamalarından vazgeçmeyerek, AB’nin temelini oluşturan üç temel sütundan biri olan Serbest Dolaşım İlkesi’ne aykırı hareket etmeye devam etmiştir. Fransa’nın yabancılara karşı olan genel tutumu çerçevesinde ortaya çıkan sonuç: Ulusal Meclis’in bu noktada üzerine düşen görevi yapması beklenmektedir; bu görev, sınır dışı etme yasasını tasarı halinden kurtarıp yürürlüğe sokma çabasıyla ifade edilebilir. Dolayısıyla, Fransa Ulusal Meclisi’nde tartışılmaya başlanan yabancıların sınır dışı edilmesini kolaylaştıran yasa tasarısına göre; Fransa’da üç aylık bulunma süresini ihlal eden AB vatandaşları, serbest dolaşım hakkına rağmen, hemen sınır dışı edilebilecektir. Tasarıdaki düzenlemeye göre Fransız sosyal sistemine yük getiren, hırsızlık ve dilencilik yaparak kamu düzenini bozan yabancılar da aynı şekilde ülkeden gönderilebilecektir. Tasarıda güvenlik güçlerinin yaşamına kast eden, saldırılar düzenleyen göçmenlerin vatandaşlık haklarının geri alınması öngörülmektedir.

Fransa’da jandarma, polis, savcı ve yargıç gibi adli görevle yükümlü çalışanlara yönelik saldırılar düzenleyen göçmenlerin vatandaşlık haklarının ellerinden alınması Fransa’nın yabancılara karşı tutumunu göstermektedir. Bu durumun, „Birliğin kurucu ülkelerinin kendi anayasaları çerçevesinde mi yoksa Birlik Anayasası’na göre mi“ değerlendirilmesi gerektiği tartışma konusu olmaktadır. Bununla birlikte kimi hukukçuların konuya yaklaşımları kayda değerdir; bazı hukukçular, kökenleri ne olursa olsun, tüm Fransız vatandaşlarının yasalar karşısında eşit olduğuna dikkat çekerek, bu düzenlemenin Fransız Anayasası’na aykırı olduğunu savunmaktadır. Devamında, düzenlemelerin içeriğine bakıldığında, sahte evlilik hususuna da dikkat çekildiği görülmektedir; tasarı, vatandaşlık hakkı almak için yapılan sahte evliliklere de ağır cezalar getirirken, yine göçmenlerin yasadışı yollarla sosyal güvenlik sisteminden yardım almaları ve avantaj sağlamaları halinde sınır dışı edilmelerinin kolaylaştırılmasını da kapsamaktadır.

Sayısal olarak varlık, kimlik olarak yok sayılma!
Romanya Cumhurbaşkanı Traian Basescu’nun Bulgaristan’a günübirlik yaptığı resmi ziyaretten sonra Bulgaristan Cumhurbaşkanı Georgi Pırvanov, Fransa’nın sınır dışı ettiği Romanların Bulgaristan veya Romanya vatandaşları olmalarından çok, aslında onların AB vatandaşı olduklarına dikkat çekerek şöyle demiştir: „Burada söz konusu olan Bulgaristan veya Romanya vatandaşları değil, Avrupa vatandaşlarıdır. Eğer bu vatandaşlardan bazıları bulundukları ülkenin yasalarını çiğnediyse yasal anlamda cezalandırılabilir, ancak belli bir etnik kökenden vatandaşlar grubunun topluca sınır dışı edilmesini kabul etmek mümkün değildir.“ 
Cumhurbaşkanı Pırvanov’un da belirttiği gibi Romanlar Bulgaristan veya Romanya vatandaşları olmalarının yanı sıra Avrupa vatandaşlarıdır. Avrupa’nın her yerine yayılan Romanların durumu istatistiki verilere göre şöyledir: Son nüfus istatistiklerine göre Romanya’da 535 bin ; Bulgaristan’da 370 bin; Macaristan’da 205 bin; Slovakya’da 89 bin ve Sırbistan’da 108 bin Roman asıllı vatandaş yaşıyor. Yaklaşık 200 bin Romanın Çek Cumhuriyeti’nde bulunduğu, bir o kadarının da Yunanistan’da yerleşik olduğu tahmin edilirken, Türkiye’de bu rakamın 500 bin civarında olduğu kaydedilmektedir.

Saat işliyor!
Sonuç itibariyle; her iki ülkenin cumhurbaşkanları da Fransa’nın ülkesindeki Romanlara karşı olan tutumunu eleştirmekte ve bu tutumun AB mevzuatlarıyla bağdaşmadığını dile getirseler de, Fransa uyguladığı pratik politikayla 8 bini resmi, gayri resmi olarak fazla olduğu tahmin edilen Roman’ı sınırdışı etmiş bulundu. Günlük yaşam içerisinde de uygulamasına devam etmektedir. Elysee Sarayı’ndan, devletin diğer kurumlarına kadar sayısız toplantı yapıldı, karar tartışıldı. Ama açık olan şu ki Fransa, yabancılara dönük olarak uygulamak istediği ve taslak olarak yasalaşması beklenen ırkçı politikasını, somut olarak Romanlar üzerinden hayata geçirdi. Avrupa Birliği’nin diğer ülkeleri ise kimi tepkiler verse de Fransa’nın bu deneyimini yakın bir süreçte kendi pratikleri içerisinde gerçekleştirmeye kılıf aramakta. Fransa Avrupa’da yaşayan yabancılara dönük geliştirilecek politikanın öncülüğünü biraz kuralsız da olsa oynamış oldu. Şimdi eşgüdüm içerisinde diğer ülkelerde yasaların oluşturulması an meselesi! Bununla beraber; Roman vatandaşları AB vatandaşı olmalarından kaynaklanan haklarını kullanmak bir yana, aynı zamanda en temel insan haklarından dahi mahrum bırakılmaktalar. Diğer yandan yine ulus-devlet sınırlarınının, kimlere girip çıkma hakkı verdiğini daha net bir biçimde görmekteyiz. Böylelikle Lizbon Antlaşması’yla önü açılan süreç bir saat gibi işlemeye devam ediyor.

Kaynaklar: Uluslararası Politikada Etnik Sorunlar ve Çözüm Yolları, İktisat Dergisi, Sayı: 386.
Smith, Anthony (1986): The Ethnic Origins of Nation, Oxford, Basil Blackwell Inc.
AB Sürecine Yurttaşlık Tartışmaları, Tesev Yayınları, II. B. , s. 247- 24
Avrupa Konseyi, 9 Şubat 2010, Avrupa’da Azınlıkların Korunması Raporu
Dünden Bugüne Avrupa Birliği, İstanbul, Boyut Kitapları, Ekim 2003, s 168
Avrupa Parlamentosu Resmi İnternet Sitesi www.europarl.europa.eu
Minority Rights Protection in the EU: Contradictions and Problems, European Alternatives, www.euroalter.com/2009/min.

SELMA AKKAYA

Hiç yorum yok: