17 Ocak 2011 Pazartesi

Demokratik Özerklik Üzerine -3

lV- Uluslaşma ve Ulus-Devlet

Klandan sonra kabile ve aşiretler halinde gelişme kaydeden topluluklar, daha yerleşik hale gelip, ortak dil ve kültürünü geliştirdikçe ve özünde bulunan ahlaki ve politik toplum kimliğini sürdürdükçe, Kavim ve Ulus olarak şekillenmeye başlarlar. Toplumlar ancak Ortaçağ'da kavim ve nihayet Yakınçağ'da da ulus kimliğine çok daha fazla yaklaşmışlardır. Kavim (Budun), ULUS'un bir nevi kimlik malzemesidir. Yakınçağla birlikte iki yoldan uluslaştıkları görülür:


Birinci yol; Hakim bir etnik grup, temel çekirdek rolünü oynar ona ait olan kimlik, tüm ulusa mal edilir. Farklılıklar ise, zor yöntemleriyle bu etnik grubun dil ve kültürü içinde asimile edilmeye, eritilmeye tabi tutulur. "Vahşi Uluslaştırma" denen yol, tam da budur. Ayrıca devlet zoru ile yaratıldığından dolayı, buna devlet-ulusu veya devlet-ulus da denebilir. Türkiye'de halen de uygulandığı gibi...


DEMOKRATİK ULUS


İkinci yol uluslaşma; aynı veya benzer dil ve kültür gruplarının demokratik siyaset temelinde, demokratik topluma dönüştürülmesiyle gerçekleştirilir. Uluslaşmada tüm kabile aşiret ve kavimler, ahlaki ve politik birimler olarak, kendi dil, lehçe ve kültür zenginliklerini yeni ulusa aktarırlar. Yeni ulusta ise, kesinlikle bir etnik grubun, mezhebin, inancın, ideolojinin kendini diğerlerine dayatıp, egemenliğe damgasını vurmasına yer yoktur, olamaz. En zengin sentez bu durumda gönüllüce gerçekleşmektedir. Bunlara DEMOKRATİK ULUS demek mümkündür. Devletçi ulustan farklıdır. Halkın demokrasisi demektir. Türkiye'de olduğu gibi devlet ulusu veya devlet-ulus yöntemindeki zor metotlarıyla gerçekleştirilen "Tek dil, tek millet, tek vatan, tek (üniter) devlet" yaklaşımı bu yolla aşılmıştır. Demokratik-ulus hiçbir ulusun başka bir ulusa tahakküm kurmadığı, üstünde olmadığı, zorla asimile etmediği ulus anlayışıdır. Günümüzdeki İspanya, İsviçre, Britanya, Hindistan, G. Afrika ve Amerika uluslaşmasında olduğu gibi... Kürdistan'daki demokratik uluslaşma da benzer bir yol ve zihniyete sahip bulunmaktadır. Aynı anlayışı anayasadaki "TÜRK ULUSU" yerine; demokratik bir yaklaşımla yeni anayasada "TÜRKİYE ULUSU" olarak, Kürt sorunun demokratik çözümü için de önermektedir. Bunun için Kürt ulusu demokratikleşmesini tamamlamalı; tabii ki Türk ulusu da kendini demokratikleştirmeli, demokratik tarzda yeniden örgütlenmelidir. Bu temelde Türkler ile Kürtler ve Anadolu'nun diğer unsurları "Türkiye Ulusu"nu oluşturmalıdır.


ULUS DEVLET OLGUSU


Bu zemin üzerinde ulus-devlet olgusuna yaklaştığımızda; onu, hanedan ve kavim devletlerinin ulus-toplumdaki hali olarak tanımlayabiliriz. Ulus-devletin ilk örneği Hollanda ve İngiltere'nin İspanyol İmparatorluğu'na karşı direniş sürecinde kendini gösterdi. 300-400 yıldır, 1648 Vestfalya Antlaşması'ndan beri ulus-devlet süreci yaşandı. Doğuşundan itibaren, burjuva sınıf etiketini taşıdı. Daha öz bir deyişle, bu sınıfın devlet modeli olarak doğdu. Ardından Napolyon seferleri, bu modeli Fransa'da daha da güçlendirerek Avrupa çapında yaygınlaştırdı. Ulus-devleti öz itibarıyla toplumun devlete, devletin toplumla özdeşleşmesi olarak da tanımlayabilirdik ki, zirveleşmesini faşizmde bulur. Ancak doğallığında ne devlet toplumlaşır ne de toplum devlet olabilir. 5000 yıldır da devlet-toplum, devlet-demokrasi ikilemi süregelmeye devam etmektedir. Özellikle ll. Dünya Savaşı sonrasında bu gerçekten ders çıkaran Avrupa; faşizme kadar uzanan bu ulus-devlet serüveninden, evrimle çıkış arayışı ve pratikleşmesi içindedir.


Ulus-devlet, çok açık olarak kapitalizmin toplumu, deyim yerindeyse iliklerine kadar fethetme ve sömürgeleştirme eyleminin en temel araçsal formudur. LENİN bile tüm eleştirilere rağmen Demokratik Toplum örgütlemesi olan SOVYETLERİN, ulus-devlete dönüştürülmesini, devrimin sağlamlaştırılması olarak değerlendirmekten kendini alıkoyamamıştır; STALİN'le giderek bürokratikleşen yapı, sonunda çözülmekten kurtulamamıştır. Devlet ve iktidar olgusuna, bu derece şehvetle sarılmanın sonu, koskoca bir hayal kırıklığı ve trajedidir. Unutmayalım ki, devletin demokratı olmaz, sosyalisti de... Toplum sosyalist olur, demokratik toplum olur. Demokrasi halk için olur. Hatta Marx devletin giderek küçülmesi ve sönmesini sosyalizmin zaferi için olmazsa olmaz bir koşul olarak görüyordu. Karl Marx, 1848'de "devlet olmayan devlet" diyor ve bunu Komünist Manifesto'da ilan ediyordu. Her şeyden önce, hiçbir devlet biçimi ulus-devlet kadar (belki devlet-ulusu demek daha doğru olabilir), iktidar kapasitesinde değildir. Ticari, sınai ve finans tekelciliği, iktidar tekelciliği ile ittifak kurmuş durumdadır. Bunun yanında ideolojik tekeli de, iktidar tekelinin ayrılmaz bir parçası saymak gerekir. Fernand Braudel "İktidarda, sermaye gibi biriktirilir" der. Sovyetler Birliği örneği ortaya koydu ki, ulus-devlet ile sosyalizm değil, olsa olsa en has kapitalizm örgütlenebilir.


ULUS-DEVLETİN SİCİLİ KÖTÜ


Ulus-devletin en temel özelliklerinden biri de, çoğulcu ve farklı siyasi oluşumlara olabildiğince kapalı yapıda olmasıdır. "Egemenliğin paylaşılmazlığı, ülke bütünlüğü, devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü, üniter yapı vb." kavramlar, tam da bu amaçla türetilmiştir. Amaç, ülke değerlerini kendi halkı ve toplum grupları ile paylaşmamaktadır. Siyasal demokratik çoğulculuk, hem özgürlük, hem de farklılıklar temelinde eşitlik için en uygun rejim olduğu halde, "ülke bütünlüğünü ve rejimini tehlikeye düşüren" yasadışı görüşler ve eylemler olarak yansıtılır.


Ulus-devlet ilk doğuşundan bu yana kendisini topluma, hep tanrı yüceliğinde ve kutsallığında sunup benimsetmeye çalıştı. "Kutsal devlet" zihinlere şırınga edildi. Tüm toplum, ulus-devlet içinde adeta eritildi. Bu itibarla, katı kurallara uygulanan bir ulus-devlet modeli, özünde cumhuriyetçiliğin de inkarı olmaktadır ve cumhuriyet, ancak ulus-devlet tekelciliğine karşı, gerçek anlamına kavuşabilecektir. Bu, Türkiye açısından da geçerlidir.


Ulus-devletin temel ideolojik formu olan milliyetçilik ise tamamen dinsel bir öze büründürülmüştür. Tekçi "üniter devlet", adeta tanrısallık olarak kutsanmaktadır. Halkları devletleşme ile uyuşturmaktadır. Hegel'in deyişiyle, "Yeryüzüne inmiş tanrının yürüyüş hali" olarak görülmekte ve bu zehir ideolojik şırıngalarla toplumun zihnine aktarılmaktadır. Ezen veya ezilen ulus milliyetçiliği, sonuçta dünyayı ve toplumları korkunç milliyetçilik savaşlarına götürmektedir.


Ulus-devletin eklektik ideolojisi pozitivist bilimciliktir. Milliyetçilikle karşılıklı birbirini besleyen ideolojik bir kaynaktır. Aynı şekilde pozitivizmin, laisizmin temel dini konumunda olduğu bilinmektedir. Aynı şekilde cinsiyetçilik yaklaşımıyla da, bir yandan erkeği azami iktidarlaştırırken, öte yandan kadın şahsında toplumu en dipteki sömürge haline dönüştürmektedir.


Ulus-devlet dini de milliyetçi ideolojiyle iç içe kullanmaktan geri durmaz. Bazen dinin kendisi, milliyetçilik rolünü oynar. Örneğin İran'da Şiilik, ulus-devletin en güçlü hegemonik ideolojik silahı konumundadır. Türkiye'de ise Sünnilik, sınırlı da olsa Türk-İslam veya İslam-Türk senteziyle, milliyetçiliğe en yakın ve kolay dini ideoloji pozisyonundadır.



V- Demokratik uluslaşmada, demokratik toplum ve demokratik konfederalizm olgusu


Tüm tarihsel varlıkların, KÜLTÜR ve geleneklerin, son tahlilde modernitenin ticari, endüstriyel ve finans tekellerinin, iktidar tekelleriyle ulus-devlet olarak yoğunlaşmasının örtüsü olarak kullanılan "tek dil, tek bayrak, tek ulus, tek devlet, tek marş, tek kültür" milliyetçiliğine kurban edilmesi demek olan bu süreç, yaklaşık 200 yıl kadar bütün gaddarlığıyla sürdü. En büyük tahribatı da binlerce yıllık kültür ve gelenekler üzerinde gösterdi. Zaten gelenek ve kültürün kendisi direniş demektir. Ya yok edilirler ya da yaşarlar. Teslim olmayı bilmezler. Ulus-devlet faşizminin hesaplayamadığı, tam da bu gerçekliktir. Bastırma, hatta asimile etmek bitmeleri anlamına gelmez. Kültürlerin direnişi, kayalıkları delerek varlıklarını kanıtlayan çiçeklere benzer.


Ulus-devletin bastırıp tam eritemediği kültürel hareketlerin başında etnik olguların mikro milliyetçiliği gelmektedir. Bunların demokratik ve ilerici muhtevası ağır basmaktadır. Kendi kültürleri etrafında demokratik bir siyasi oluşum haline gelebilmek en önemli araçlarıdır. Bu pozisyon, bölgesel ve yerel özerklikten farklıdır. Mekan sınırlarına bağlı olmayan, aynı kültürel varlığı paylaşanların sınırötesinde de olsa birlik ve dayanışmalarını ifade eder.


Farklı ezilen etnisitelerin, diğer bir deyişle baskı altındaki hakların bir adım ötesi hareketine, Demokratik Ulus Hareketi demek sosyolojik açıdan oldukça doğru ve anlamlıdır. Bunlar ayrı bir devlet hedefinden ziyade, demokratik bir siyasi oluşum ve yönetim arayışındadırlar. Tarih boyunca da zaten asimilasyon pek başvurulan bir yöntem değildi. Roma, Bizans, Osmanlı, Pers-Sasani, Arap-Abbasi imparatorlukları yüzlerce farklı siyasi-idari birimleri tanımışlardı. Yeter ki onlar da imparator, padişah veya sultanın meşruiyetini tanısın. Dil, din, folklor ve özyönetimlerini koruyarak yaşamak asıl olandı. İşte ulus-devlet canavarı, bu düzeni yok etti. Faşizme de bu temel üzerinde gidildi. Sonuç da bilindiği gibi birçok kültürel, siyasi ve fiziksel soykırım oldu.


Tüm Avrupa'nın İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşadığı aslında tarihten ders çıkararak, ulus-devletçilikten demokratik ulusçuluğa dönüşümdür. ABD zaten her zaman demokratik ulusların ulusu olarak kalmayı başardı. SSCB'de ise, ulus devletçilik ve demokratik ulusçuluk iç içe yaşadı. Hindistan'da da demokratik ulusal eğilimler hep güçlü oldu. Afrika ve Latin Amerika'da demokratik ulusal eğilimler her zaman ağır bastı. Katı ulus-devletçilik, Ortadoğu başta olmak üzere bazı ülkelerle sınırlı kaldı. Bunların da hızla çözülüş sürecine girecekleri kesindir.


Unutmayalım ki "farklılık içinde birlik" halinin en uygun formasyonu demokratik ulus yapılanmasıdır. Nitekim ulus-devlet çözümsüzlüğünün, bir yandan küresel sermaye hareketleri tarafından üstten, diğer yandan kentsel, yerel ve bölgesel özerklik hareketleriyle demokratik ulus ve dinsel hareketler tarafından alttan sıkıştırılmasıyla yaşanan kaos, yeni sistemler doğurmaya adaydır. Özellikle AB'nin İkinci Dünya Savaşı ardından girdiği yol etkileyicidir.


Tarihte her zaman büyük ağırlığı olan kent ve bölge çaplı ÖZERK YÖNETİMLER, ulus-devletçiliğin kurban ettiği, diğer çok önemli kültürel gelenekler arasındadır. Uygulanan tüm toplumsal ve devletsel yönetimlerde kentin, yerelin ve bölgenin kendine has yöntemleri, özerklikleri hep olagelmiştir. Zaten başka türlü, özellikle büyük çaplı devlet ve imparatorlukları yönetmek mümkün olamaz. Katı-merkeziyetçilik esas olarak bir ulus-devlet hastalığıdır. Bunu kavrayan, en iyi anlayan ve hatta uygulayan ise Avrupa Birliği'dir. Gerek 400 yıl boyunca kendi içlerinde yaşadıkları barbarlıklar, gerekse I. Ve II. Dünya savaşları Avrupa siyasi kültürüne yeterli dersi vermiştir. İlk uygulamaya koydukları adımların kent, yerel ve bölgesel özerklik yasaları olması tesadüf değildir. Zaten Rusya Federasyonu'ndan Çin ve Hindistan'a, tüm Amerika kıtasından Afrika'ya kadar, özerk konumlar ve özerklik hareketleri, en aktif ve aktüel pozisyondadır. Günümüzün gittikçe güçlenen bu eğilimi, demokratik-ulus hareketleriyle de iç içe gelişmek durumundadır. Demokratik uluslar; kent, yerel ve bölgesel özerklikler olmadan zaten yönetim gücü de kazanamazlar. Ya kaosa düşüp dağılır ya da ulus-devletçiliğin yeni bir modeliyle aşılırlar. Her iki duruma da düşmemek için "demokratik ulus hareketi" mutlaka kent, yerel ve bölgesel demokratik özerklikleri geliştirmek zorundadır. Buna karşılık, kent-yerel ve bölgesel özerk yönetimler hepten yutulmamak, ekonomik-sosyal-siyasal güçlerini tam kullanabilmek için, demokratik ulusal hareketle demokratik ulus temelinde bütünleşmek ihtiyacındadır. Ulus-devletçiliğin, her iki hareket için sürekli kapıda tuttuğu ve dayattığı aşırı katı-merkeziyetçiliği, ancak aralarındaki sağlam ittifakla aşabilirler. Aksi halde, her iki hareket de geçmişte çokça yaşandığı gibi yeni homojenleştirme, tek tipleştirme tehdidi altında tasfiye olmaktan kurtulamazlar. Tarihsel koşullar nasıl 19. yüzyılda daha çok ulus-devletçilikten yana idiyse, günümüz 21. yüzyıl gerçeklikleri de demokratik uluslardan ve her düzeyde güç kazanmış, kent, yerel ve bölgesel özerk yönetimlerden yanadır.


TEK RENKLİLİK FAKİRLİKTİR


Öte yandan azami iktidar olan ulus-devlet, azami politik olmayan toplum demektir. Ulus-devlet böylesi bir toplumu doğurur. Hatta ortada, bilimsel anlamda toplum denen bir şey kalmaz. Yığın haline gelmek, sürüleşmek öne çıkar. Politika yerine, ulus-devletin devasa bürokratik iradesi konulduğunda, toplumun demokratik işlerliği berhava olur. Bu durum tam bir felakettir. Toplumun felçli halini ifade eder. Tüm ortak işlerini salt bürokrasiye terk etmiş bir toplum, gerçekten de hem zihin hem irade olarak ağır bir felçlilik hali geçirir. İşte bunu fark eden Avrupa'nın tüm gücüyle sivil ve demokratik toplumun örgütlenmesine ve demokratik-politik ilkeye sarılması sebepsiz değildir. Gelişmesi de bürokrasinin yanı sıra toplumsal politikaya da alan açmış (sivil toplum alanı-üçüncü alan) olması nedeniyledir. Oysa ulus-devlet anlayışına göre politik toplum kendi varlığına, birliğine ve bütünlüğüne karşı bir tehdittir. Unutmayalım ki bu yaklaşımıyla ulus-devletçilik politik toplumun ortadan kaldırılması anlamında, Hitler faşizmi ile özdeştir.


Bu durumda toplumun savunulması, örgütlenmesi ve politikleşmesi, özgürlüğün de kazanılmasında tek çıkış yoludur. Böylesi bir toplum kendi toplumsal işleri üzerinde hem düşünen, söyleyen hem de kendini meclisli, tartışmalı kararlaştırarak eyleme geçiren toplum olarak farklılaşmayı, çok kültürlülüğü, bu temelde de eşitliği yaşamsallaştırarak üstünlüğünü kanıtlar. Daha fazla eşitlik, özgürlük ve demokrasi, bu toplumun doğası gereği, demokratik siyaset kurumunun yol açtığı değişim ve gelişimin sonucudur. Bu ahlaki ve politik toplumu, demokratik toplum olarak adlandırmak mümkündür. Önemle vurgulamak gerekir ki demokratik toplum, farklılıkları en özgür yaşayan toplumdur. Kimlik farklılaşmasından siyasi farklılaşmaya kadar topluluklar, potansiyellerini açığa çıkarıp aktif bir yaşama dönüştürebilir; tek renklilik, çirkinlik, sıkıcılık ve fakirlik olarak görülür. Çok renklilik ise bağrında zenginlik, hoşgörü ve güzellik taşır. Zaten farklılığa dayanan eşitlik ve özgürlük değerlidir. Ve demokratik toplumun, demokratik siyaset tarzıyla kazanılır ve örgütlü toplumun öz savunmasıyla korunur. Öz savunma ile birlikte demokratik siyaset, dönem politikacılığının özüdür. Bu güçlerin tarihte ana eğilim olan politik yaşam biçimi ise konfederaldir. Tüm toplumsal birimler gevşek bağlarla birbirlerine olan bağlılığı, ancak özerkliklerine saygı gösterilmesi koşuluyla kabul ederler. İktidar ve devlet güçlerine bile ancak bu şartla rıza gösterirler. Unutulmasın ki devletler iktidara, demokrasiler ise kolektif rızaya dayanır. Rızanın olmadığı koşullar, daimi savaş halidir. Rıza olduğunda ise gerçekleşen barıştır.


YARIN:
Demokratik toplum ve demokratik konfederalizm olgusu (devam)
Vl- Günümüzde devlet biçimleri ve özerklik olgusuna yaklaşım


Hatip DİCLE
14.01.2011 00:22
 

Hiç yorum yok: