14 Ocak 2011 Cuma

Demokratik Özerklik Üzerine -2



Devlet toplumu güçsüzleştiriyor

Oluşumundan beri devlet olgusunun en olumsuz rolü toplumu güçsüz ve savunmasız bırakmasıdır. Bu rolüyle toplumun varoluş araçları olan ahlaki ve politik dokulaşmasını sürekli zayıflatıp misyonunu oynayamaz duruma düşürmektedir. Toplum ise ahlak ve politika  alanı oluşturmadan varlığını sürdüremez.


ll-Devletli uygarlığın doğuşu ve devlet-demokrasi ikilemi


Neolitik toplumda çoktan başlamış olan artık-ürün olanakları üstünde ya zor yöntemleri, ya da ticari tekel yoluyla ilk büyük sömürü çağının açıldığını belirtmek konumuz açısından önem arz etmektedir. Sümer, Mısır, Earappa toplumunda M.Ö 3000'lerden itibaren tarımda Firavun sosyalizmi diyebileceğimiz örgütlü yöntemlerle muazzam artık-ürün elde edilmektedir. Bu verimlilik beraberinde kenti, sınıfı ve devleti doğurmuştur. Şüphesiz ki bu Firavun sosyalizminde karın tokluğuna, tıpkı hayvanların değişik bir türü gibi çalıştırılan kul-kölelerin sömürüsü esastır. Nitekim Sümerce'deki "AMARGİ" sözcüğü "kutsal ana-doğaya dönüş" anlamını daha o dönemde yüklenmiştir. Kölelikle düşürülmüş insanlık, geçmişini mumla arar hale gelmiştir. Bir an önce ölüp cennete kavuşmanın ideolojisi, daha o dönemde yükselmiştir. Komünal toplumun yapı taşları olan ahlak ve politika alanları, deyim yerindeyse tarumar edilmiştir. Mitolojilerin ideolojik zihniyet fethedici gücüyle, kulluk-kölelik adeta tabi bir rejim olarak zihinlere kazdırılmıştır. Kökleri ilkel hiyerarşik döneme kadar uzanan kadın köleliği ise, en belirgin yaşam konusu haline getirilmiştir. Neolitik anaerkil, kutsal-ana toplumundan intikam alırcasına, erkek egemen tanrılı düzenler inşa edilmiştir. Bu durumların ağır sorunlara yol açması kaçınılmazdır. Nitekim sistemin, kendini dışa doğru yayma yoluyla bir sömürgeleştirme sürecine girmesi, bu dönemin belirgin özelliklerindendir.


KENT, SINIF VE DEVLET


Konuyu tamamlamak açısından, Neolitik toplumun sonlarına doğru oluşan kent, sınıf ve devlet olgusunun bazı özelliklerine de dikkat çekmek zorunludur. Aşağı Mezopotamya'da ilk oluşturulan kentlerden biri olarak Uruk'ta aşamalı olarak başlayan ve daha sonra oluşturulan tüm kentler, tarihte gerçekleşmiş haliyle öncelikle tapınak, askeri karargah ve kentli egemenlerin saray çekirdeği olarak sahneye çıkar. Aslında bu, devlet olgusunun da tarih sahnesine çıkması demektir. Bunların çevresini saran ikinci halkada ise, hizmetçi kullar veya köleler diyebileceğimiz sınıflar yer alır. Bir anlamda uygarlık tarihi; kent, sınıf ve devlet yapılanması olarak bu üçlü oluşumun zaman ve mekan içindeki yayılımı olmaktadır.

Sümerlerdeki Ziggurat adı verilen tapınak aynı zamanda bir zanaat merkezi, işçi-köle barınma yeri ve yönetici-askeri komutan-rahip üçlüsünün yönetim merkeziydi. En üst kat ise tanrıların gözetim ve denetim yeriydi. Ayrıca ilkel sermaye birikimlerinin ilk önce Sümer kent devletlerinde sağlandığı arkeolojik verilerle kanıtlanmıştır. Bu tapınak merkezlerini devlet, sınıf ve kent yapısıyla şekillenen uygarlığın, 'döl yatağı' olarak değerlendirmek yerindedir. Sümer örneğimizdeki Ziggurat, imece usulü çalışmanın da yeriydi. Yalnızca ibadet değil, toplu tartışma ve karar yeriydi. Politik bir merkezdi. Zanaatkar yeriydi. İcat yeriydi. Dönemin mimar ve bilginlerinin hünerlerini denedikleri merkezdi. İlk akademi örneğiydi. Aynı zamanda Sümer toplumunun ideolojik, zihniyet merkeziydi. Yönetimin askeri kolu dehşetengiz kelle koparırken ruhani kolu olan rahipler, zihniyet fethiyle aynı işi tamamlardı. Her iki faaliyet de, toplumun köleleştirmesinde at başı rol oynardı. Biri korku, diğeri ikna üretirdi. Aradan 5000 yıl geçmesine rağmen devletli uygarlık sisteminin, bu ana parametrelerinin özü hiç değişmedi.


Oluşumundan beri iktidar ve devlet olgusunun en olumsuz rolü toplumun güçsüz ve savunmasız bırakmasıdır. Bu rolünü ise toplumun varoluş araçları olan ahlaki ve politik dokulaşmasını sürekli zayıflatıp, iş yapamaz ve misyonunu oynayamaz duruma düşürmesidir. Toplum ise ahlak ve politika dediğimiz iki alanı oluşturmadan varlığını sürdüremez. Burada ahlakın temel rolü, toplumun sürdürülme, ayakta kalma kurallarına sahip olma ve uygulama gücüdür. Politikanın gücü ise, özünde topluma sürekli ahlaki kuralları sağlamak ve bununla birlikte, temel maddi ve zihni ihtiyaçları gidermenin yol ve yöntemlerini, sürekli tartışarak kararlaştırmaktır. Toplumsal politika bu gerekçeler temelinde, sürekli tartışma ve karar gücünü geliştirerek, toplumu zinde ve açık görüşlü kılar; kendini yönetebilme ve işlerini çözme yeteneğine kavuşturarak, onun en temel varlık alanını oluşturur. Politikasız toplum başı kopmuş horoz gibi, daha can vermeden sağa-sola savrulan toplumdur. Unutulmasın ki, bir toplumu işlevsiz ve güçsüz bırakmanın en etkili yolu, kendi öz varlığı, temel maddi ve manevi ihtiyaçları için zorunlu tartışma ve karar organı olarak politikasız-siyasetsiz bırakmaktır. Hiç şüphe edilmesin ki, ahlak ve politik dokular toplumda tümüyle yok da edilemez. Toplum var oldukça, ahlak ve politika da hep var olacaktır. Gelişkin ahlaki ve politik toplum, aslında demokratik toplumdur. Birey ve grupların siyasi özne haline geldikleri demokratik toplum, karşılık olarak ahlaki ve politik toplumu en çok geliştiren yönetim biçimi de olmaktadır. Daha doğrusu, politik toplumun işlevselliğine zaten demokrasi diyoruz. "Kendi kendini yöneten toplum" olarak da tanımlayabiliyoruz. Eğer özgürlük, politikanın kendini ifade ettiği iklimsel alansa, demokrasi de bu alanda politikanın icra tarzıdır. Unutulmamalı ki, özgürlük, politika ve demokrasi üçlüsü, ahlaki temelden de yoksun olamazlar. Zira ahlaka; özgürlük, politika ve demokrasinin kurumsallaşmış geleneksel hali de diyebiliriz.


TOPLUMUN DOĞAL HALİ AHLAKİDİR


Bu belirlemelerden sonra, artık rahatlıkla şu saptamaları yapabiliriz. İktidar tekeli olmadan, toplumun doğal hali ahlaki ve politik toplumdur. Bu anlamda, devletsiz toplum mümkündür, ama toplumsuz devlet mümkün değildir. İlk doğuşundan bu yana devlet, sürekli olarak ahlak yerine hukuku; politika yerine ise, bürokratik idareyi ikame ederek toplumu güçsüzleştirir ve örgütsüz, savunmasız bırakır. Bu durumda demokratik siyasetin temel görevi, ahlaki ve politik toplumu özgür temellerde kendi işlevine kavuşturmaktır. Böylesi toplumlar ise açık, şeffaf ve demokratik toplumlardır. Unutulmasın ki "toplum mühendisliği" yapmak, demokratik siyasetin görevi olamaz.


Uygarlık sürecine baktığımızda, onun açısından yapılacak ilk tespit; ahlakın aleyhine sürekli devlet normlarını geçerli kılınmaya çalışıldığıdır. Sümer toplumunda ve özellikle de ilk Hammurabi kanunlarında, hukuk kurallarının düzenlenmesi bu durumu gayet iyi açıklar. Sorun ahlakın yetmezliği değil, tam tersine ahlaki toplumun aşındırılmasıdır. Devletin yönetim kuralları denilen, hukuk kurallarının egemen kılınmasıdır. Doğrudan demokrasi alanının gittikçe daraltılmasıdır. Köleci döneme ait Roma hukukunun, halen hukukun temel taşlarından biri olduğu hep hatırlanmalıdır. Nitekim hukuk, özünde "devlet zoruyla kanunların yürütülmesi" değil midir? Oysa ahlakta zorla yürütme yoktur, ikna vardır. İçten benimsenmeyen bir kurala, zaten ahlak kuralı demek de mümkün değildir.


Dinin henüz devlet damgasını yemediği koşullarda ahlak, din ve doğrudan demokrasi iç içe yaşanır. Hatta ahlakın en katı, kutsal emir ve kural düzenleyiciliği, DİNİ oluşturur. Hukukun devlet eliyle yürüttüğünü, din tanrı gücünü arkasına alarak yürütür. Uygarlığın kimliği olarak din ve tanrı, ne kadar korku ve ceza kavramlarıyla yüklüyse; ahlaki ve politik güçlerin din ve tanrı kimliği de cesaret, af, umut, merhamet, sevgi ve barış kavramlarıyla yüklüdür. O halde uygarlık tarihi boyunca dini, bu iki kimliği içinde tanımlamak daha isabetli ve daha öğreticidir. Nitekim İbrahimi dinler olan Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet, tipik olarak bu iki eğilimi de bağrında taşıyan özelliktedirler.


HAZRETİ MUSA


M.Ö. 1300 civarında İbrani kabilesinin Hz. Musa öncülüğünde Mısır'dan Kenan illerine çıkışı, mucizelerle yüklü olarak kutsal kitap Ahd-i Atik (Tevrat)'te mevcuttur. Kenan, "vaat edilmiş cennet" gibidir. On Emir, aslında İbrani kabilesinin uzun deneyiminden sonra kazandığı örgütleme ilkeleri ve siyasi programıdır. Dönemin büyük düşünce devrimi anlamına gelmektedir. Bu siyasi programın M.Ö. 1000'ler civarında, Saul-Davut-Süleyman peygamberlerin hükümdarlığında mini bir devlet doğurduğunu görmekteyiz. Üstelik bu devletin ATİNA kadar demokratik olmadığını biliyoruz. Ancak İbrahimi gelenekte devlet üzerinde çok durulmasının nedeninin, onun Musevilikte olduğu gibi bir peygamber icadı olarak tespit edilmesinden kaynaklandığı da tespit edilmelidir.


HAZRETİ İSA       


Hz. İsa geleneği, ikinci önemli İbrahimi din olur. Roma İmparatorluğu'nun işgal yıkımlarının yol açtığı ağır sorunlar yumağına bir mesaj sunumudur. Hz. İsa'nın diğer adının "Kurtarıcı-Mesih" olduğunu unutmayalım. İbrani kabilesinin en alttaki yoksul kesiminden çıkış yapmaktadır. Komünal ve ahlaki değerlerinin aşındığı koşulların ürünü olması itibariyle, kurtarıcı arayışların kolektif ifadesi olmaktadır. Dönem, aynı zamanda büyük barış arayışlarını da ifade ettiğinden; Barış, İsevi harekete derinden damgasını vurmaktadır. Hz. Musa hareketindeki militanlığın tersine, barışçıl bir içerik taşımaktadır. Hz. İsa'nın havarileri öncülüğünde hareket, 300 yıl bu niteliklerini ve komünal yaşam özelliklerini korumuştur. Ancak M.S. 325 yılından itibaren Doğu ve Batı Roma İmparatorluğu'nun resmi ideolojisi haline gelmesiyle orijinal yeteneklerini büyük ölçüde kaybetmiştir. En azından, çoğunluk akımı olarak, iktidar-devletle iç içe geçmiştir. Barış dini olarak doğarken, sonraları insanları ateşte yakacak kadar savaşçı kesilmesi, ne denli devletçi ve iktidarcı kesildiğinin kanıtı; devlet olgusuyla iç içe geçtikçe gerçek özünü nasıl kaybettiğinin resmidir.


HAZRETİ MUHAMMED


İbrahimi geleneğin din olarak üçüncü versiyonu olan İslam, ilk doğduğu dönemde, yanı başındaki Bizans ve Sasanilerin devletçi sisteminden ve Arap kabileciliğinden radikal bir devrimci kopuş hareketidir. Hz. Muhammed de, Hz. İsa gibi alt yoksul tabakalara daha yakındır. Köleler ve kadınları kendine yakın saymaktan çekinmemektedir. Komünal nitelikleri güçlüdür. Dönemi açısından bir devrim hareketi olduğundan şüphe yoktur. Ancak talihsizliği Hz. Muhammed sonrasında iktidar şehvetine hızla kapılmasıdır. İslam, devrim olarak; belki de bu açıdan en çok ve en hızlı ihanete uğramış devrimlerin başında gelmektedir. Emeviler de Muaviye ile başlayan saltanat ve devlet mekanizmasını ele geçirip iktidar olma geleneği, İslam'ı demokratik, komünal geleneğinden adım adım uzaklaştırmıştır. Bir kez daha demokrasi-devlet olgularının karşıtlığına tanık olmaktayız. Hatta yeri gelmişken belirtelim ki; başlangıçta halk kitlelerinin meclisleşmesi (Sovyetler) ve partinin ideolojik-politik öncülüğünde gerçekleşen 1917 Ekim Devrimi'ni, devlet olgusuyla bütünleşmesi ve demokrasiden adım adım uzaklaşıp bürokratik bir mekanizmaya dönüşmesiyle, nasıl çöktüğünün trajedisi, h‰l‰ hafızalarımızda taptaze yaşamaktadır. Devlet ve iktidar olgusunun bozup çürütmeyeceği, yozlaştıramayacağı hiçbir şey yok gibidir. Bu gerçeği, iyi kavramak zorundayız.


Üç büyük İbrahimi dinin doğduğu ve M.S.7-15.yy'lar arasında ezici olarak İslami iktidar ve devletlerin hüküm sürdüğü Ortadoğu; bu dönemin sonunda Ortadoğu merkezli uygarlığın hegemonik merkezini İtalya'nın Venedik, Cenova ve Floransa kentleri üzerinden Batı Avrupa'ya, Amsterdam ve Londra'ya kaptırmıştır. Unutmayalım ki Ortadoğu, tüm Neolitik dönemin (M.Ö.1000-3000) 7000 yıllık ve devletli merkezi uygarlığın (M.Ö.3000-M.S.1500) 4500 yıllık dönemine merkezlik etmiştir. Bu tarihten sonra uygarlığın yol açtığı devasa sorunların altında yıpranmış, körelmiş, kendini yenilemekten yorulmuş, adeta toplum enkazlarına dönüşmüştür. Bu anlamda Avrupa; Asya'nın ve özellikle de Yakındoğu Asya'sının son 1500 yıllık toplumsal kültürlerinin taşınarak, son 500 yılın (M.S 1500-2000) en muhteşem sentezinin oluşturulduğu mekan olmaktadır. Ancak yine eklemek gerekir ki, bu süreçle sadece uygarlığın maddi ve manevi pozitif değerleri Avrupa'ya taşınmadı; ağır çelişki, sorun, çatışma ve savaşları da taşındı. Hatta köleci Asur krallarının feci soykırımları bile...



lll- Köleci ve Feodal Dönemde Özerklik Olgusu


Bu aşamada kent ve kentleşme olgusunun temel bir niteliğine daha dikkat çekmek gerekmektedir. Bilindiği gibi uygarlığın diğer adı olan medenileşme, Arapça "kentleşme" anlamındadır. Kent olgusunun Aşağı Mezopotamya'da devlet olgusuyla birlikte anılması, kent devleti kavramının da ortaya çıkmasını sağlamıştır. Tarih boyunca bu tip devletlerin hegemonyayı reddederek, bağımsızlık ve özerkliklerini ne kadar inatla savunduklarına tanık olmaktayız. Bunlardan BABİL, belki de kent bağımsızlığının, özerkliğinin ilk büyük örneğidir. Çevresindeki daha güçlü iktidar ve devlet güçlerinin boyunduruğuna girmemek için bağımsızlık ve özerklik politikasının bütün maharetini sergilemiştir. Usta politikalarla yüzlerce yıl hep ayakta kalabilmiştir. Hatta en uzun süreli, uygarlık çekim merkezi olmuştur. (M.Ö.2000-Miladi yıllara kadar), aynı şekilde ROMA İmparatorluğu'na karşı günümüzdeki Tunus'un kuzeyindeki KARTACA, Roma ve Pers-Sasani imparatorluğuna karşı bugünkü Suriye'nin kuzeyindeki PALMYRA benzer örneklerdir. Kendi başlarına imparatorluk olma sevdaları ise çökmelerine neden olmuştur. Diğer yandan ATİNA, demokrasi ve kent politikasıyla devasa Pers İmparatorluğu'nu durdurmuş; ROMA ise cumhuriyetçi politikalarıyla bir dönem dünyanın merkezi haline gelmiştir. Özellikle İtalya'nın Venedik, Cenova ve Floransa kentleriyle, Almanya kentlerinin 19. yy ortalarına kadar ÖZERK yapılarını korumak için büyük direniş sergiledikleri çok iyi bilinmektedir. Bunlardan özellikle Venedik ve Hollanda'nın bugünkü başkenti Amsterdam en ünlü örnekleridir. Yine eklemek gerekir ki, Ortaçağ olarak adlandırılan dönem, kentleşme itibariyle hiçbir zaman antikçağa erişemedi. Bu dönemin kentleri bir nevi derebeylik ve emirliklerin kararg‰hı durumundaydı. Etrafta biraz zanaatk‰r ve saray hizmetkarlarının toplanmasıyla genişleme potansiyeli taşıyorlardı. Ancak kent, henüz kıra, köye üstünlük sağlayan konumdan uzaktı. Ayrıca feodal dönemde derebeylikler, emirlikler ve beylikler; nispi anlamda bir ÖZERK yönetim gücü olmuşlardır. Bunların ÖZERK konumu, belli yönleriyle günümüzün "Yerinden Yönetim" örgütlenmelerine benzemektedir. Çünkü merkezi otorite ile olan ilişkileri oldukça sınırlıdır ve özünde merkeze sadece asker ve vergi vererek kendisini korumaya, himayeye almaya dayanan bir sistemdi. Ne var ki, demokratik değildi; halk yönetime katılmamakta ve tebaa durumundaydı. Yine anmalıyız ki, Almanya'da merkezileşmeye karşı kent konfederalizmi yoğun bir mücadele verir. Bu ayaklanmalar, yaklaşık 400 yıl sürer. Çok kanlı bir sürecin ardından bu ilk kent ve kır Demokratik Konfederalizm deneyimleri çeşitli nedenlerle merkeziyetçi monarşi ve ulus-devlet eğilimlerine yenik düşer. Benzer şekilde Roma, Pers, Sasani, Bizans ve nihayet Osmanlı imparatorluklarının idari sistemleri de, yine satrap ve eyaletlerdeki derebeylik, emirlik ve beyliklere özerklik tanıyan bir yapıdaydı.

19. yy'da ulus-devletin her tarafta zafer kazanması, tarihte binlerce yıl süren eyalet veya kent özerkliklerine, büyük bir darbe oldu. Ancak post-modernite ile bölge ve kent özerklikleri, özellikle AB süreciyle birlikte yeniden yaygınlaşmaktadır. Kent ve bölge-eyalet politikacılığı yeniden öne çıkmaktadır.


Yine konunun eksik kalmaması için önemle vurgulamalıyız ki; tarihte devletli uygarlık güçlerine karşı, sadece kent politikacılığı değil, belki de daha fazla kabile, aşiret, dini cemaat, felsefi ekol vb. belli başlı toplumsal grupların ÖZERK politik güç halinde kalabilmek uğruna sergiledikleri sayısız destansı direniş vardır. İbrani kabilesinin 3500 yıllık (M.Ö 1600-günümüze kadar) özerklik öyküsü, belki de en ünlü örnektir. Alevilik ve Haricilik mezhepleri, kabile ve aşiretlerin inanç temelindeki ÖZERK yaşama politikalarını yansıtmaktadır. İlk Hıristiyan cemaatlerinin 300 yıllık yarı-gizli direnişçi manastır yaşamı, çağdaş uygarlığın hazırlanmasında başrolü oynamıştır. Aynı şekilde antikçağ Yunan felsefesi ekollerinin ÖZERK politikalarının, bilimin temel hazırlayıcı rolünü oynadıkları, inkar edilemez bir gerçeklik durumundadır.



YARIN
lV- Uluslaşma ve ulus-devlet
V- Demokratik uluslaşmada, demokratik toplum ve demokratik konfederalizm olgusu


Hatip DİCLE
 
13.01.2011 00:35
 

Hiç yorum yok: