13 Eylül 2010 Pazartesi

Kürt Sorununun Bilinçaltı Yansımaları-2


Türkiye toplumunun bu hale gelmesinden ve Kürt sorununun bugüne değin çözülememiş olmasından 68 kuşağının yiğit devrimci önder kadrosu dışında...
Türkiye toplumunun bu hale gelmesinden ve Kürt sorununun bugüne değin çözülememiş olmasından 68 kuşağının yiğit devrimci önder kadrosu dışında Türkiye solunun da ulus-devlet anlayışını çözememesi nedeniyle direk sorumluluğu vardır. Bugün geçmişteki o hataları telafi etmeye çalışan bazı sol çevreler varsa da, bu henüz yeterli bir çaba ve örgütlenmeye dönüşmüş değildir. Bu bölümde belirteceklerimiz daha çok eski anlayışta ısrar eden ya da kafa karışıklığı yaşayan çevrelere dönüktür. 
Geçmişte sistemin TİP ve DEV-GENÇ önderliğinde gelişen öğrenci gençlik, işçi ve emekçi muhalefetini nasıl provoke ettiği, hukuk dışına iterek “Moskova uşağı” diye alçakça nitelendirmelerle tasfiye ettiği unutulmuş değildir. Ancak bu deneyime rağmen 12 Mart 1971’de ABD’nin direktifiyle taşeron Türk ordusunun darbesi sonucu en çok önder kadrosunu yitiren Türkiye solu, yenilik özelliğini yitirerek ulus-devlet paradigması içerisinde soruna yaklaşmış, ideolojik ve siyasal açılım yapamamıştır. Dolayısıyla tek tipleştiren ulus-devlet (Kemalizm denilen ve M. Kemal ile alakası bulunmayan şey) paradigmasıyla Türkiye toplumumun sorunlarına yaklaşmış, böylece Kürt halkı ve aleviler başta olmak üzere diğer inkar edilen kimliklerin mücadelesi ortaya çıkmaya başlamıştır. Kendi özgün örgütlülüğünü yaratmaya çalışan ve bunu ortaya çıkaran Kürt Özgürlük Hareketi,  “proletarya ve devrimci mücadeleleri parçalayıcı, bölücü, ırkçı” gibi kavramlarla algılayan Türkiye solunun ezici çoğunluğu Kürdistan Özgürlük Hareketini de TKP’nin yönlendirmesiyle bu algı içerisinde değerlendirmiş ve Kürt Özgürlük Hareketi’ni MHP ile aynı kefeye koymuştur. Bugünde bazı (bu mücadeleyle oluyor) esnemeleri olsa da önemli bir kesimi hala bu paradoksun içinde yalpalanmaktan ve Türkiye’nin bugün geldiği durumdan dolayı sistemi temsil eden güçlerle aynı nakarattan dem vurmaktan hala kurtulmuş değildir. Öyle ki sanki Kürt Özgürlük Hareketi şiddet sevdalısıymış gibi, savaşta askerlerin ölümünden acı duymak adına çok yakışıksız değerlendirmeler yapıyor. 68 kuşağının devrimci gençlik önderlerine; Mahirlere, Denizlere, Hüseyinlere, İbrahimlere onların anılarına, miraslarına saygılı ve bağlı olduklarını iddia eden bu çevrelerin; K.Ö.H (Kürt Özgürlük Hareketi)’nin varlığından, mücadelesinden, bugün bile kendini ve halkını savunmak için mücadelenin silahlı boyutuna başvurmak zorunda kalmasından rahatsızlık duymaları iddia ettikleri değerlere bağlılıkla ne kadar örtüşüyor? Bugünkü konumları onlarla bir çelişki arz etmiyor mu?
Yani Mahirlere, Denizlere, İbrahimlere bağlı olanlar nasıl K.Ö.H.’ni sistem gibi değerlendirebiliyorlar? Bunlarla sistem arasında ciddi bir paradigma ve yaklaşım farkı olması gerekmiyor mu? Neden K.Ö.H’nin varlığı yenilmemiş olmasından bu kadar sıkıntı duyuluyor? Tabi bu noktaya gelmiş olmanın temelinde şu gerçek vardır. 70’li yılların başında Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, İbrahim Kaypakayaları ve onlardan öncesi Hikmet Kıvılcımlı ve Mihri Belli’nin yapmaya başladıkları devrimci paradigma açılımın sürdürülmemiş olması ve 12 Eylül karşısında yenilmiş olmalarıdır. Bu nedenle bu yenilgi durumu asla o canlı değerlere bir bağlılığı içermemektedir. Tam tersine bir teslimiyeti içermektedir. Bugün bile Kürt sorunun çözümünde çok gerçekçi bir tanım yapamamak başka nasıl izah edilebilir?
Eğer vicdanlı biri algılayıp olursa çok iyi anlaşılır ki, K.Ö.H, Mahirlerin Kızıldere’de, Sinanların Nurhaklar’da, Denizlerin darağacında, İbrahimlerin işkencelerdeki özgürlük haykırışlarının, onların geliştirdikleri direniş mücadelesinde verdikleri mesajların ardında bıraktıkları mirasın ürünüdür. K.Ö.H, onların anılarına bağlılık, onların hayal ve özlemlerine sahip çıkarak gerçekleştirmek temelinde yola koyulduğunu hangi vicdanlı yürek duymazlıktan gelebilir? Yani K.Ö.H’nin kendini savunmak durumunda kalmasından bu kadar yakınmak ne için? Sorunun çözümü için pratik anlamda doğru bir çaba içerisinde olamayanlar, Kürt halkının özgürlük ve barış talepleri üzerinden yürütülen tasfiye planlarına karşı durmayanlar, nasıl oluyor da K.Ö.H’ni ve Önderliğini bu kadar tersten ve haksız yorumlayabiliyorlar?
Bugün Türkiye toplumunun devletiyle gelmiş olduğu yol ayrımına bakıldığında Türkiye solu da bundan bağımsız değildir. Bu gerçeklikle Türkiye solu kendine yeniden bir paradigma, strateji ve politika belirlemek durumundadır. Geçmişte bütün çağrı ve çabalarına rağmen K.Ö.H ile ortak mücadeleye ve ittifaka gelmeyen Türkiye solunun bu tutumundan dolayı tüm mücadele alanı sisteme bırakılmış ve bu boşlukları iyi değerlendiren 12 Eylül askeri cunta yönetimi, bugüne değin vahşi uygulamalarıyla Türkiye toplumuna büyük kaybettirmiştir. Şimdi bu kaybın neresinden dönülürse iyidir. Kürt sorununun barışçıl ve siyasal çözümü genel toplumun demokratikleşmesi için hukuki ve demokratik zeminlerin yaratılması için Türkiye solunun ortak mücadele cephesinde yerini alması halklarla kardeşliğinin en acil bir gereğidir. Türkiye solu yıllarca K.Ö.H ile ittifakı PKK’nin kuyrukçuluğu olarak yorumlama handikabından vazgeçerek ortak mücadele cephesiyle ülkenin kaderinde geleceğinde söz sahibi olabilmelidir. Aksi halde egemenlerin, tekelci kapitalistlerin, AKP’nin ülkeyi ve toplumu nasıl bir felakete sürüklediği ortadadır. 
Bu felaketi hepimizin dur demesi kaçınılmaz bir zorunluluktur. Halkların kardeşliğini, öz kimliğiyle karşılıklı saygı temelinde özgür birlikteliğini sağlamak öncelikli olarak K.Ö.H ile Türkiye sol ve demokrasi hareketinin ittifakından tüm sistem mağduru emek, demokrasiden yana toplum kesimlerini örgütlemek, örgütlenmiş ama parçalı olan örgütlemeleri bu ittifaka dâhil olmaktan geçer. Bu tarihi fırsat kaçırılmamalıdır.
Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorunun çözümünde diğer bir önemli potansiyel güçte Alevilerdir, ama görünen odur ki, Alevilerin büyük çoğunluğunun kafası karma karışıktır. Özellikle CEM VAKFI ve çevresi yıllardır sistemin işbirlikçiliğini yapıp, Aleviliği iktidardaki Sünni Muaviye İslamlığına yamalanmayı, Alevileri de K.Ö.H.’den uzak tutup devletin uşaklığına yatırmayı görev bellemesine rağmen yine de devlet katında birazcıkta olsa bir ciddiyetleri bulunmamakta, talepleri ciddiye alınmamaktadır. Dolayısıyla devlet 90 yıldır yasakladığı alevi kültürünü inkâr ve asimilasyonla imha etmeye devam etmektedir. Tabi işi yapan, CEM Vakfı gibi aynı çizgide olan birçok kesim vardır ki, onlarda yaptıkları bu işbirliklerinden dolayı sorumluluktan kurtulamazlar. Devletin Kürt açılımındaki sahtekâr ve tasfiyeci yüzü, alevi açılımında da kendini göstermiştir. Alevi toplumunun hiçbir talebi karşılanmamıştır. Nedeni Kürt ve alevi sorununun çok iç içe, ikiz kardeş gibi olmasındandır. Dahası Alevilik gerek kültür olarak gerek felsefi olarak gerek yaşam tarzı gerekse de bağrında taşıdığı inanç öğeleri bakımından Kürt ve Kürdistan orijinlidir. Köken olarak Zerdüştlüğe oradan da yine bu topraklar üzerinde “bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeşçesine” yaşayan despotik devletçi uygarlık öncesi kadın eksenli doğal topluma dayanmaktadır. Alevi kültür ve yaşam felsefesinde ana ve kadının, çocukların, ayın, güneşin, suyun, ateşin, doğanın, toprağın kutsal sayılması; özgürlükçü, eşitlikçi, dayanışmacı olması renkli bir dünya ve yaşamı öngörmesi boş yere kavgayı zahmet bilmesi, iktidar ve devlet dışı bir kültür olması ve iktidara karşı hep muhalif olması bu nedenledir. İktidardaki Muaviye İslamcılığının ve genelde bütün iktidarların Aleviliği demokratik ve komünal özünden dolayı komünizmle eş değerde görmesi, katli vacip diye bundan sonuç çıkarması bu tarihi gerçeğinden kaynaklanmaktadır. Yine Mazdek’te, Ebu Müslim Horasani, Babek’te, Babailer(İlyas ve İshak)’de, Şeyh Bedrettin’de, Pir Sultan’da, Seyit Nesimi’de, Hallac-ı Mansur’da, Suhreverdi’de baş gösteren hakikat ve hakikatli toplum anlayışı ve mücadelesi de özü itibarıyla demokratik ve komünal topluma dayanmaktadır. İslamiyet’in çıkış dönemindeki komünalite Hz. Ali ve Hz. Hüseyin ve sonrası ehlibeyt tarafından İslam örtüsü altında temsil edilen bu kültürün kalıntısıdır ki, iktidarın lanetliliğini çok iyi fark edip ret etmiştir. Bu gerçekliğe rağmen sistemin uşaklığına soyunan bu çevrelerin, Aleviliği götürüp iktidardaki suni Muaviye İslamlığına, oradan da Orta Asya Şamanizm'ine bağlamaları inkârcı, asimilasyoncu ve zorlamalı bir stratejinin hayal ürünüdür. Bu da Kürt halkının inkârı için uydurulan “Kart kurt” hikâyelerinin bir benzeri olmaktan başka bir şey değildir. Alevilik Ehlibeyt şahsında temsil edilen İslam’ın özünü, İslam örtüsü altındaki komünal değerleri (ahlakı, adaleti, haksızlığa boyun eğmemeyi, toplumsallığı) almış kendi kültürüyle harmanlamıştır, ama İslam değildir, Şaman’da değildir. Aleviliğin tanımındaki bu kafa karışıklığı, iktidar sisteminin Muaviye İslamcılığının Aleviliği yozlaştırmasına, sistem içinde eriterek tasfiye etmesine neden olmaktadır.
Bugüne kadar iktidarı amaçlayan partilerin kuyrukçuluğunu yapan çevreler, sadece Alevilerin kıyımdan geçirilmesine katkı sunmuşlardır. Yıllarca sürdürülen CHP işbirlikçiliği, Alevi kültürünün doğasına ihanet kadar bir karşıtlık içerirken, yine de Alevi kimliğinin üzerindeki inkâr, imha politikasını esnetememiştir. Dolayısıyla iktidarı amaçlayan devletçi partilerin oy temposu ve kuyrukçusu olmak, Alevilerin hem kendilerine hem Alevilik kültürüne çoğunlukla bilmeden yaptıkları en büyük kötülük olmuştur. İktidar partileri şahsında iktidara yönelmek, ulus-devletin sömürgeci kapitalist sistemi içinde yer edinmeye çalışanlar ve yer edinenlerin Alevilik adına söyleyecekleri hiçbir şeyleri olamaz. Çünkü Alevilik devlet ve iktidar dışı toplumsal muhalif bir kültürdür. Dolayısıyla adı üzerinde Kılıçdaroğlu, yani (zulmün, sömürünün inkâr ve imhanın oğlu) kendi ulusal ve kültürel, inançsal kimliğinin kar etmiş, zulmün kılıcı olmuş bir siyasi parti liderinden ve partisinden Alevilere zulüm sömürü, oyalama, aldatma dışında bir şey gelmeyecektir. Kaldı ki bu Kılıçdaroğlu’nun Türkiye’nin en önemli sorunu olan Kürt ve alevi(Yezidi) sorunu hakkında gıkı bile çıkmıyor. Yalandan eski hikâyelerle yola devam ediyor. Dolayısıyla Alevilik ile iktidar birbiriyle yüzde yüz zıt şeylerdir. Ya Alevilik kültüründe ya iktidar kültüründe karar kılacaksın. İktidara ve sistemine yamalayarak Aleviliği yozlaştırmaya kimsenin hakkı yoktur.
Alevilik adına yola çıkan kesimlerin gerek Aleviliği özüne uygun anlayamaması tanımlayamaması gerek sistemin çözümlememesi ciddi bir dost ve düşman bulanıklığına yol açmış durumdadır. Yani belki de her “Aleviyim” diyenin sarf ettiği “Gelin canlar bir olalım” neyle, kiminle, nasıl sorusu burada can alıcıdır. Pir Sultan bu çağrıyı haykırırken o dostlarının ve düşmanlarının kimler olduğu ve kiminle birlik olup, kiminle olmayacağı noktasında netti. Peki, Alevilerin bir kısmı net mi? Hz. Hüseyin’in Kerbela ızdırabı için acı duyup yas tutanların İmralı’daki kuyuda tutulan Kürt halkının Önderi Öcalan’a, Kürt Özgürlük Hareketi ve Kürt sorununa yaklaşımlar nasıldır acaba? Bu durumda izlediğimiz kadarıyla değerlendirmeye çalışacağız.
Genelde Alevi oluşumlarına bakıldığında sadece kendi sorunlarıyla yetinip Kürt sorununun bunun dışında görme durumuna düşüyorlar. Özellikle CEM VAKFI ve o paralelde olan çevreler Muaviye iktidarlarının ağzıyla Kürt Halk Önderliğini ve Özgürlük Hareketi’ni lanse etme gafletindedir. Bugün çok rahat ve çok az bedelle de olsa Aleviler örgütlenebiliyorlarsa bunu her açıdan Kürt Halk Önderliğine, K.Ö.H mücadelesine borçludurlar, çünkü cumhuriyetin kuruluşunda Aleviler asli kurucu öğe olmalarına rağmen cumhuriyetin kurulmasının hemen sonrasında Kürt kimliği gibi inkâr edilip imhaya tabi tutuldular. Aleviler, bu faşizan uygulamaların sonucunda Koçgiri, Dersim sonrası Maraş, Çorum, Sivas olmak üzere hem kıyımlardan geçirildiler hem de bunun dışında sürgün, zindan, ayrımcılık, hakaret, baskı, işe alınmama, gibi birçok mağduriyet durumunu yaşadılar. Onlara kendi inançlarını yaşamaları, bu inançlarını telaffuz etmeleri dahi yasaklanıp baskı, işkence, zindan reva görüldü. Sadece serbest bırakılan Hacı Bektaşi Veli dergahıdır ki, o yüce insanın ismi manevi etkisi kullanılarak (ta Osmanlının kuruluşundan bu yana yapıldığı gibi) Alevi Bektaşi toplumunu sisteme entegre etmek, denetim altında tutmaktı amaç... Bunun dışında her şey inkâr ve imhaya vacipti.
1984 yılına geldiğimizde Kürdistan İşçi Partisi (PKK)’nin başlatmış olduğu 15 Ağustos hamlesi 12 Eylül darbesinin belini kırmış, Alevilerden, Türkiye solundan, Kürt solundan, hatta ülkücü faşistlerden o güne değin yapılan idam cezalarını durdurmuştur. Buna rağmen askeri darbeyle işbirliği yapıp ordu partisi kuran ve bununla 1983 seçimlerine katılan İzzettin Doğan’ın da öncülük ettiği bir kesimle görüşen devlet, Aleviler hakkında ikili politika belirlemiştir. Bu politikanın bir yüzünde gelişen Kürdistan Özgürlük Mücadelesiyle Alevilerin bütünleşip Ulusal Birlik oluşturmasını engellemek varken, öte yüzünde bu haram sofrasından nasiplenmiş işbirlikçi kesimleri devreye koymuştur. Kürt halkının ulusal demokratik birliğini ve mücadelesini parçalama görevi karşılığında korsan vari (bugünkü CAŞ TV gibi) hiçbir yasal güvenceye alınmadan Alevi dergileri, dernekleri, cem evlerinin açılmasına onay vererek bu etkinliklerle Alevi kitlesi K.Ö.H.’den uzak tutmak, devletin, sistemin hizmetine koşturulmak istenmiştir. Öte yandan bu politikaya gelmeyenlere yine kıyım reva görülecekti. Devlet o yıllarda Alevilere karşı şeker ve kamçı politikası uygulayarak haklarını tanımadığı Alevilerin; varlığını, kimliğini işbirlikçilik karşılığında söylemde kabul etmiştir, ama özünde inkâr ve imhayı alttan alta, daha da incelterek devam etmiştir. Bugün Kürt halkının özgürlük ve demokrasi mücadelesinin kazanımları tüm toplumsal kesimlere yansımıştır. Alevilerde belli örgütlemelere gitmişlerdir. Ancak Alevi örgütlenmeleri hem kendi içinde hem de dışındaki toplumsal muhalefet ile ilişkilerinde yeterince bir ittifaka kavuşmuş olmaktan uzaktır. Kendisine en yakın olan Kürt siyasal hareketiyle bile çok mesafeli durmaktadır. Bunu da Aleviliğin felsefesinde “ayrımcılığa yer yoktur” ilkesine dayandırıyorlar. O halde devletin resmi dili adı altında Kürt halkına ve diğer etnik azınlıklara 90 yıldan beri uygulanan ve 12 Eylül’le tırmandırılan inkâr, imha ve asimilasyon terörünü “ayrımcılık yoktur” diye meşru mu göreceğiz? O halde devleti, dini “suni İslam’dır” adı altında tüm farklı inanç ve kültürlere dayatılan terörü de meşru görmemiz anlamına gelir ki, bunun içinden nasıl çıkacağız? Yine Kürtlerin kendi Aleviliklerine sahip çıkması (gerekir de) Kürtleri mi böler. Alevilerin kendi etnik kimliğine kültürüne sahip çıkıp onunda mücadelesini vermesi neden Aleviliği bölsün ya da yaptığı ayrımcılık olsun? Bütün bu tartışmalardaki yersiz kaygıların temelinde Aleviliğin ayrımcılığa karşı çıkan ilkesi değil, at gözlüğüyle dünyayı, yaşamı tek tipleştiren ulus-devlet paradigması vardır. Bu at gözlüğü bakışıyla Aleviliği yorumlamak son derece tehlikelidir. Alevilerin gerçek dost ve ittifaklar edinmenin önünde de engel oluşturmaktadır. 
K.Ö.H’nin bu Muaviye sistemine boyun eğmemesi tam bir Hz. Ali tavrı ve Kerbela’da katledilen Hz. Hüseyin tavrı olarak görülmesi gerekirken, bundan onur duyma yerine yakınma vardır. İşte Alevilikte “eline sahip ol” ilkesi ile bunu izah etmek sağlıklı bir yorum değildir. Bu dünyada Kürt Halk Önderliği Sayın Öcalan ve Kürt hareketi kadar barışçı bir hareket ve Önder yoktur. Ama sorun barıştan ne anlaşıldığıdır. Unutmayalım ki, Hz. Ali’de Muaviye ile barış yaparken arkadan hançerlendi. Hz. Hasan yine onunla barış yapmasına rağmen karısı eliyle zehirletilerek öldürüldü. Kerbela yalnızlığında 7 bin kişilik orduyla kuşatılan Hz. Hüseyin’e Yezit’e barış önermişti, fakat neydi bu barış? Elbette ki teslimiyet, komplo, entrika ve tasfiyeydi. Bu durumda Hz. Hüseyin o barış önerisini kabul mü etmeliydi? Öyle olsaydı eğer biz bugün onu anar, bir sembol olarak yüreğimizde yaşatır mıydık? Onun Kerbela çölünde yalnız bırakan İslam âlemi, onun şahadetinden bu yana onun yasını çekiyor. Kendi gafletinin azabını yapıyor. Muharremlerde Şiilerin kendilerini kırbaçlamaları bu vicdan azabının neticesidir. Gel gör ki bugün Aleviler Pir Hüseyin gibi İmralı kayalıklarına çivilenen Sayın Öcalan’ı o direniş, o baş eğmeyen kültürünün günümüzdeki temsilcisini göremiyor, anlayamıyor, bunun yanlışlığına sahip çıkamıyor. Bu çok yaman bir çelişki değil mi? Yani Kürt gerillasının kendi Önderini bırakıp bu imhadan başka bir şey tanımayan Muaviye düzenine teslim olmasını mı istiyorsunuz? Pir Sultan Abdal “Gelin canlar bir olalım, zalime kılıç çalalım, mazlumun hakkını alalım” demişti. Peki, Alevilerin ne kadarı birlik olabiliyor. Oluyorsa da ne kadarı zalimin zulmüne kılıç çalıyor, mazlumun hakları için savaşıyor? Yani o kılıç çalmada, mazlumun hakkını almada hiç kan dökülmemiş miydi? Zalimin zulmü başına her defasında bir gürz gibi inerken sen buna boyun mu uzatacaksın? Bütün bunları niçin belirtiyorum? Alevilerin tavırlarındaki, Aleviliği yorumlamalarındaki tutarsızlıkları izah etmek için tabii... Oysa sistemin inkâr ettiği, imha etmeye çalıştığı; bütün dilerin, inançların, kültürlerin, siyasal ve sosyal farklılıkların özgürlüğünü yaşama ve örgütlenme hakkı için mücadele etmek ve bütün kimliklerin özgürce ifadesi ve bu temelde gönüllü birlikteliğini sağlamak ve savunmak Aleviliğin, demokratik özünün gereğidir. Gerçek bu iken Aleviliği, ulus-devleti tanımlar gibi tanımlamak, onun demokratik, komünal, özgürlükçü ve çok renkli doğasından anlamamak demektir. Alevilik kültürünü, onun tarihin derinliğinden gelen felsefesini, ana tanrıçanın belirlediği yaşam özelliklerini siyah beyaza bürümek demektir. Lütfen Aleviliğe bunu yapmayın. Koşullar ne olursa olsun bütün zamanlarda demokratik-komünal kültür ve bu kültürün içinden doğan Alevilik zalimin zulmüne, sömürüsüne boyun eğmemiş, eğmemeyi de hak görmüştür. K.Ö.H.’de kültürün tanıdığı bu doğal hakkı kullanmak durumunda kalmışsa bunda yadırganacak bir durum olmasa gerek, çünkü modernde olsa kölelik yararlanabilir bir şey değildir. Bedenden öte beyin ve yüreklerin bu kapitalist sistemde köleleştirilmesi kölelikte en tehlikeli olanıdır. Kürt halkı bu devletçi uygarlık tuzağına gelmeyecektir. 
Dolayısıyla Alevi hareketinin Türkiye’nin demokratikleşmesi ve bağımsızlıkçı bir duruma gelmesi için Kürt siyasal hareketiyle ittifak yapması ve bu ittifakı diğer demokrasi güçleriyle büyütmeleri en sağlıklısıdır. Bu olumsuz gidişata Alevilerde kendi cephesinde “dur” diye bilmelidirler. Kürdistan Halk Önderliği ve hareketine dair sistemin geçmişte enjekte ettiği ve bilinçaltına yüklediği ön yargılar, güvensizlik durumları bir tarafa bırakıldığında mevcut Kürt Halk Önderi Sayın Öcalan’ın ve Özgürlük Hareketi’nin Alevi kültürüne ne kadar yakın hatta onun üst zirvede yaşadığını çok rahat anlayabilir. Bu anlamda en büyük savaş kendini bilme temelinde kendimize karşı yürüttüğümüz savaş olmalı ve Türk ordusunun İngiltere, ABD ve İsrail’e dayanarak yürüttüğü savaşa karşı halkların kardeşliğini, özgür birlikteliğini pekiştirmekte Alevi muhalefetinin önemi niteliği açısından belirleyici olacaktır. Ancak sistemin ve sistem partilerinin kuyruğuna takılmaya devam ederlerse, bunda tüm Türkiye halkları geçmişte olduğu gibi kaybedecektir. Oysa tüm demokratik ve sistem mağduru ezilen emekçi güçlerle demokratik güç birliği yaparak yeni bir Demokratik Türkiye toplumu yaratabiliriz.

Azat Welat Dersim

Hiç yorum yok: