14 Eylül 2010 Salı

Açılım PKK’yi tasfiye girişimiydi

Yeni_Özgür_PolitikaAKP bir güvenlik operasyonu olarak sınırlamak zorunda kaldığı açılımı PKK’ye yönelik bir tasfiye olarak icraya girişince PKK’nin hırpalama ve iktidardan etme hamlesiyle karşı karşıya kaldı.
İsrail’in Mavi Marmara gemisine yaptığı baskının etkileri Türkiye’de tüm şiddetiyle sürüyor.Türkiye-İsrail ilişkilerinin nereye gideceği dünya medyasının gündeminde. Batı basını Erdoğan ve AKP’nin Türkiye’yi Batı’dan kopararak ülkeye eksen kaydırdığını iddia ederken Erdoğan iddialara sert çıkıyor. Diğer taraftan Kürt sorunu da ülkenin en önemli meselesi olmaya devam ediyor. Silahların yeniden konuşması, can kayıplarını yeniden arttırdı. Ancak medya sorunu tartışmak ve çözüme odaklanmak yerine milliyetçi histeriyi kışkırtmayı öne çıkaran bir yaklaşım sergiliyor. Bu da sorunu içinden çıkılmaz bir hale getiriyor. Türkiye’nin gündemini sosyalist aktivist, yazar, 68 kuşağının önde gelen gençlik lideri Ertuğrul Kürkçü ile konuştuk.

Türkiye İsrail arasında ilişkiler giderek geriliyor. Nerden çıktı Mavi Marmara? Zamanlama, şekil, geminin arkasında ki güçler, İnsani yardım Vakfı gibi faktörler soru işaretleriyle dolu?
“Mavi Marmara” seferi bence baştan sona bir hükümet imalatı. Daha gemi yola çıkmadan önce Tayyip Erdoğan niyetini ele veren bir dil sürçmesiyle “bu gemide bütün devletlerin sivil toplum örgütleri var” demişti. Diğer “devletler” bir yana, Başbakan İHH’nin bir NGO (Hükümet Dışı Kuruluş) değil bir GONGO (Hükümetin Hükümet Dışı Kuruluşu) olduğunu bir şekilde itiraf etmişti. Ancak “Mavi Marmara” seferi yalnızca bu dil sürçmesiyle değil yol açtığı bütün sonuçlarla birlikte bir hükümet imalatı olarak görülmedikçe, Erdoğan hükümetinin davranışlarının anlaşılır ya da açıklanabilir olamayacağı görünen bir gerçek.

Neden böyle bir tercih yapmış olabilir?
Apaçık, Erdoğan ve Davutoğlu, ölümlü biteceğini hiç ummadıkları bu seferin düzenlenmesine cevaz vererek İsrail’in “façasını bozmayı” ve bölgesel etkinlik mücadelesinde Arap dünyasının desteğini garanti etmeyi umuyorlardı. Zamanlama açısından Mavi Marmara olayını peş peşe izleyen ve İsrail’in kınanmasıyla biten Türkiye’deki Asya İşbirliği Zirvesi (CICA) ve Türk-Arap İşbirliği Forumları, ve BM Güvenlik Konseyi toplantıları hükümetin bir küresel ve bölgesel profil verme derdinde olduğuna pek az kuşku bırakıyor.

AKP’nin ve dolayısıyla başbakan Erdoğan’ın çıkışını nasıl yorumluyorsunuz? Söyledikleri ve yaptıkları inandırıcı geliyor mu?
Erdoğan kimseye inandırıcı gelmiyor. Bunun asıl nedeni dengesizliği ama Tayyip Erdoğan’ın dengesizliği gibi görünen şeyler de, çoğu kez, onun başında durduğu hareketin karmaşık doğası ve bileşimi dolayısıyla tamamen tüketilmiş olmayan ve birbirinin tam karşısında durmayan sermaye seçenekleri arasında salınmasıyla ilgili. “Avrasyacılar”ın saf dışı edilmesiyle Türkiye’de sermaye seçenekleri daha azaldı, ama teke inmedi. Bir tarafta Avrupa-ABD seçeneği dursa da Osmanlıcılık prizmasından geçirilmiş bir Arap-İslam seçeneği de hâlâ bir başka tarafta duruyor. Bu Erdoğan’ın Siyasi İslamcı zihniyetiyle de birleşince onun İslami bir retoriğe kayması kaçınılmaz; başka bir malzemesi de yok. Türkiye bir NATO ülkesi olmaya devam ederken, “Batı”nın stratejik menfaatleriyle zıtlaşan bir uluslar arası ilişkiler ve güvenlik politikasını ilânihaye sürdüremez. Fettullah Gülen’in ABD’den tartışmaya müdahil olarak, “iyi olmadı, bunu yapmayacaktınız” demesi de savrulmaya karşı bir önlem.

Bir yazınızda Erdoğan samimiyse yapması gerekenler var diyorsunuz. Nedir bunlar?
Erdoğan İsrail ablukasına karşı çıkarken Hamas tarzı hükümete ne diyor? Hamas Gazze’de alenen Filistin anayasasına aykırı bir İslami rejim oluşturup ve muhalefetin haklarını ihlal ederken Erdoğan’ın sesini hiç duymuyoruz. Bunun yanı sıra İsrail’i bölgede tecrit edecek asıl stratejik hamle onun askeri ve politik gücünü zaafa uğratmaktan geçtiği halde Erdoğan hükümeti askeri ilişkileri askıya almayı aklından bile geçiremiyor. Erdoğan’ın sınav verdiği ikinci samimiyet cephesiyse, kefil olduğu İslami rejimlerdeki ağır hak ihlalleri. Erdoğan rejimi Afganistan’da kadın ve insan haklarını hiçe sayan bir kukla rejimi ayakta tutmak için asker bulunduruyor ama öte yandan bu rejimin ondan da kötü hasmı Taliban’la arasını bulmak için çaba gösteriyor. İran’ın nükleer programının barışçılığına kefil olarak İsrail’in nükleer silahlardan arındırılmasını istiyor ama Türkiye’de ABD’nin depoladığı nükleer başlıklar yerli yerinde durmaya devam ediyor. Bölgede nükleer silah istemiyoruz diyor ama Pakistan’daki nükleer silahlara çıtını çıkarmıyor. İran’daki ağır insan hakları ihlallerine, idamlara, kadınlara karşı uygulanan aşağılayıcı cezalara karşı suskun kalıyor.

Yine yazınızda ‘Tayyip Erdoğan „Gazze’ye yardım“ edecekti, ama Gazze Erdoğan’ın imdadına yetişti’, diyorsunuz. Açar mısınız?
Kast ettiğim, Erdoğan’ın “Gazze’ye yardım” hamlesinin Gazze’ye hiçbir şekilde yardım etmemiş olması. Gazze ablukası kırılmadı, insani yardım Gazze’ye ulaşmadı, hiçbir şey değişmedi Gazze’de. Ama, içeride Erdoğan’ı sıkıştıran sosyal haklar gündemi geriye savruldu, “dış müdahale”ye karşı İslami ve milli duyarlıklar kabardı. Kitlesel protestolar hükümet lehine manipüle edildi. Tayyip Erdoğan yarattığı dünya çapında tartışmayla, Arap dünyasının hükümetlerinin ve muhalefetlerinin üzerini örten bir imge edindi. Bunun için aslında hiçbir yere gitmeyen bir geminin Gazze’ye gittiğini söylemesi yetti. Erdoğan bu manevrayla, Anayasa oylaması öncesindeki olası olumsuz mahkeme kararının da yaratacağı mağduriyet söyleminin bileşik etkisi üzerine binerek iktidarının ömrünü uzatma fırsatı yakaladığını düşünüyor. Ama Gazze’ye gerçekten insani yardım ulaştırmak isteyen bu kadar dramatik gösterilere başvurmadan ulaştırıyor.

Erdoğan’a batıdan çok destek vardı. Şimdi batı yanıldı mı ya da Erdoğan’ın kullanım süresi mi bitti? AKP doğu-batı arasında gidip gelmeye devam mı edecek? Eksen kayması tartışmaları vs.
AKP’nin tek parti iktidarı Tayyip Erdoğan’ın bile gördüğü bir düş değildi. Ancak AKP, çürümüş egemen sınıf partilerinden bıkan geniş bir seçmen topluluğunca birinci parti haline getirildi. AKP hükümet olmuştu ama ne devlet ne sermaye ne “uluslararası toplum”un gözünde henüz meşru iktidardı, Erdoğan’ın kendisi şeriatçılıktan hapisteydi. Erdoğan ve AKP “Ergenekon” ve “Balyoz” davalarından ortalığa saçılan belgelerden de daha iyi anladığımız gibi iktidarı ele geçirmek için gün sayan ve fırsat kollayan darbecilerle karşı karşıya kalınca “meşruiyet”i ABD’nin Orta-Doğu ve Afganistan’daki etkinliklerine ortak olmaya ve Brüksel ile müzakere tarihi almaya endekslediler. AKP ve Erdoğan Washington, Brüksel, Londra, Berlin, Roma ve Madrid’de Avrupa Birliği’nin Doğu’ya açılan köprüsü, 11 Eylül sonrası ABD’nin „ılımlı İslamcı“ müttefiki olarak dışarıdan sağladığı desteklerle AB üyelik müzakereleri, TCK ve Anayasa değişiklikleri, mali reformlar vb derken içeride TSK’nin ağırlığını dengeledi. Darbeleri geri püskürttü.

Ama dışarıda AKP eksen değiştirdi algısı var. Bu nereden kaynaklanıyor?
Avrupa Birliği’nin kendi iç krizi, AB Anayasasının nerede referanduma sunulsa orada reddedilmesi, AB’nin büyük güçleri Fransa ve Almanya’nın genişlemenin sınırlanması ve Türkiye’nin üyeliğinin önlenmesini savunan sağcı hükümetlerin eline geçmesi, „Ankara’nın üyeliği dendiğinde“, “imtiyazlı ortaklık” kapısının gösterilmesi hükümetin Batı’daki manevra marjının sınırlarına geldiğini, “eşitler arası” bir ilişkinin bir hayal olduğunu gösterince Erdoğan ve Davutoğlu eski Osmanlı hinterlandında yeni bir nüfuz sahası oluşturma stratejisine daha çok ağırlık verdi. AKP hükümeti şimdi „dışarısı“ denildiğinde eski „3.Dünya“yı da anlıyor. Bence bütün bunlar kullanma-kullanılma ilişkisinin de ötesinde küresel güç kaymalarının bir sonucu.

-Batı Erdoğan’a öfkeli. Bunun bir bedeli olmayacak mı diye soruyorlar. Nedir bu bedel? Türkiye ve İsrail ilişkileri Erdoğan’ın arzusuna bırakılmayacak kadar önemli. Bu doğruysa uluslararası güçler Türkiye-İsrail ilişkilerinin tamiri, kalıcılığı için ne yapacak?
Erdoğan hala Türkiye’nin Başbakanı ve ister istemez Batı’nın stratejik ilişkileri de onunla yürütmesi gerekiyor. Ben sonuçta iç dinamikler Türkiye’ye Batı için daha hesaba gelir yeni bir hükümet seçeneği sunmadıkça, NATO müttefiklerinin bağırlarına taş basıp, pes perdeden de olsa Erdoğan hükümetiyle ilişkileri sürdürecekleri kanısındayım. İsrail-Türkiye ilişkilerinin aldığı yeni doğrultuda Netenyahu hükümetinin de ağır bir sorumluluğu olduğu Batı’da yaygın kabul görüyor bence. O nedenle topun ağzında olan sadece Erdoğan değil İsrail Başbakanı Netenyahu da. Kim, içerideki meşruiyetini daha uzun süre korursa bence o ötekine el sallayacak ve ondan sonra gidenin yerine gelenle bir “onarım” süreci başlayacak büyük olasılıkla.

İran bu denklemin neresinde?
ABD askeri harekâtı ve yaptırımları İran’daki İslami rejimi çökertebilir, bu da bölgede Siyasi İslam’ın topyekûn yenilgisini başlatabilir ve ucu AKP’ye de dokunabilir. O nedenle AKP harekâtın hiç olmamasını sağlama, bu açıdan İran’ı masaya çekme girişimlerini ABD’nin husumetini üstüne çekme pahasına sonuna kadar sürdürdü ve Güvenlik Konseyi’nde ABD’nin karşısında oy kullandı. Fakat bütün bunlar ABD ile Türkiye ve AB ile Türkiye arasındaki esaslı askeri, ekonomik ve mali bağımlılık ilişkilerinde dramatik bir kopuş olmadıkça köklü bir çatışma dinamiği oluşturmayacak.

İçe bakarsak. Erdoğan “Gazze de çocuklar ölmesin. İsrail bebek katili” gibi lafları pek sevmeye başladı. Ama Kürt çocuklarının dramı devam ediyor. En son bir çocuk askeri aracın altında kalarak yaşamını yitirdi. Savaş yeniden başladı. Neler oluyor?
Çocukların ölümü, hapse atılması, binlercesinin mahkûm olması ya da mahkûmiyet tehdidi altına girmesi AKP’nin bir samimiyet testinden daha sınıfta kalması demek. Ya da aslında bir bakıma “sınıf geçti” de diyebiliriz. Erdoğan Nisan 2006’da çocuklar kitleler halinde kurşunlanmaya, dövülmeye, hapse atılmaya başladığında “Güvenlik güçlerimiz çocuk da olsa, kadın da olsa kim olursa olsun eğer terörün maşası haline gelmişse, gerekli müdahale ne ise bunu yapacak,” demişti. Gerçekten de sözünde durdu. Böyle diye diye binlerce çocuğu vurup kırarak 2010’a geldi. AKP bir güvenlik operasyonu olarak sınırlamak zorunda kaldığı “açılım”ı da PKK’ye yönelik bir tasfiye olarak icraya girişince PKK’nin AKP hükümetini sarsmaya ve referanduma giden bir süreçte hırpalama ve giderek iktidardan etme hamlesine yönelişiyle karşı karşıya kaldı. Başbakan Erdoğan ve partisi bir çatışmasızlık dönemini daha berbat edip bıraktı.

Öcalan süreçten çekildiğini açıkladı, KCK eylemsizlik kararının anlamını yitirdiğini söyledi. Bundan sonra ne bekliyorsunuz? Öcalan ve PKK yok sayılarak sorunu çözmek mümkün mü?
Evet, Öcalan süreçten çekildiğini açıkladı ama bir hafta sonraki görüşmede şunu da dedi: “Benim 31 Mayıs’’tan sonra çekilmem sorundan kaçmak değil tam aksine buradaki bu şartlarda daha fazla çabalarımı sürdürememeden kaynaklanıyor.” Öcalan hala “barışçı çözüm” kapısının açık tutulmasını ve politik faaliyeti askeri faaliyete önceliyor. Böylece aslında kendisi yok sayıldığında geriye uzun sürecek bir kaotik dönemin açılacağı konusunda uyarmaya devam ediyor. Ben Türkiye’nin Türk ultra-milliyetçiliğinin kibrinin ipoteği altında daha uzun boylu kalmasının eldeki bütün imkânları çürüteceğini görebiliyorum. Öcalan ve PKK Türkiye politik panoramasının içinde kendi yerlerini alalı çok zaman oldu, buna şimdi yasal bir statü kazandırarak kalıcı bir etnik barış dönemi açılabilir. Bunu herkes görüyor, ama birçoğunun havsalası almıyor.

Öcalan sizinde isminizi defalarca vererek sol bir seçeneğin acilen devreye girmesi gerektiğini söylüyor. Bu seçenek nasıl sağlana bilinir? Zira seçimler kapıda. Erken seçim bekliyor musunuz? BDP, sol güçler, Aleviler olarak neler yapılmalı?
Bunun için savaşı durdurmak lazım. Bence idrak ve cesaretten yoksun bir politik sınıf karşısında çözüm inisiyatifi hala Kürt Özgürlük Hareketinde. Türk ırkçılığının elindeki silahları etkisizleştirecek ve politik bir çözümün ve barışın kapısını açacak bir sol koalisyon, yalnızca politik değil aynı zamanda bir sosyal hareket olarak da hem aşağıdan hem yukarıdan devreye sokulmalı. Bu pratikte şu anlama geliyor apaçık: BDP ile Türkiye Sosyalist hareketinin bütün enternasyonalist kesimlerinin -politik partiler, hareketler, çevreler- oluşturacağı koalisyonun politik kurtuluşla toplumsal kurtuluşu birbirine bağlayan geçiş programı ekseninde Kürt ve Türk emekçi ve yoksullarının, kadın hareketinin, demokratik Alevi hareketinin, aydınların toparlanacağı bir emek ve özgürlük bloku oluşturmak… Ben kendi payıma bu sürecin kuvveden fiile çıkması için gayret göstermeye devam ediyorum. Erken seçim olasılığıysa ancak Anaysa Mahkemesinin yeni bir kriz yaratması halinde doğabilir. Anayasa Mahkemesinin kriz yaratma olasılığı ise yüzde 51. Yani bir erken seçim olasılığı var sonbaharda.

Referandum için ne düşünüyorsunuz? BDP boykot diyor.
Ben, Evet”in ya da ‘Hayır’ın manasızlaştığı başka bir seçenek ortaya koyabilmek için Anayasa referandumunu boykot etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Bu, halkın hiçbir talebini dikkate almadan bir referandum sahnelemekte sakınca görmeyen, referandumun terimlerini bir azınlığın hâkimiyet kavgasından türeten Türkiye’nin politik seçkinlerini halkla uzlaşmaya sevk edebilecektir. İsterse taraflardan biri yüzde 65’le çıksın referandumdan, bu referanduma katılmayı reddedenlerden daha yüksek bir değer taşımayacak, hiçbir toplumsal meşruiyeti olmayacaktır. O zaman savaş, işsizlik, yoksulluk, adaletsizlik, gibi temel toplumsal sorunların içerildiği bir düzen tartışmasının gündeme geleceği bir yeni seçenek ortaya çıkabilir. Bu iki kutbun da ötesine seslenerek; “HSYK’yı da istemiyoruz, AKP’nin adli düzenini” de istemiyoruz,” demiş oluruz. Boykotla, ipler çoğunluğun eline geçebilir. Ondan sonra ne olur bilemem, ama zemini temizlemiş ve yeni bir tartışma masası kurmuş olabiliriz.

ERDAL ER
rojrost@hotmail.com

Hiç yorum yok: