21 Eylül 2010 Salı

12 EYLÜL DARBESİ - 2


12 Eylül kurumları otoriter zihniyet tarafından tasarlanıp biçimlendirildi. Kişileri kurumun amacına uygun davranmaya alıştırılıp, kalıplaştırıldı. Sadece bununla yetinilmedi, herkes bu hiyerarşik sürece dahil edildi. Bu zihniyetle YÖK ve HSYK kuruldu, Milli Güvenlik Kurulu yeniden dizayn edildi.
Darbe resmen kurumsallaştı

'burada ve bu kadar: firari arzulayan bir ömür zamanın ve
mekânın tahakkümü karsısında, toplumun ve kurumların
dayattığı gündelik hayat karşısında, bu yüzyıl sonunda (ve başında),
kendi yokluğuna sen bir bilgi gibi ağıt
yaktığında,
ağıt, ağıt olmaktan çıkar ve bir lanete dönüşür - belki.'

Işık ERGÜDEN


J. P. Sartre 'Duvar' adlı öyküsünde haklarında idam cezası verilmiş tutuklulara uygulanan ruhsal işkenceden bahseder. Üç tutuklu şafakla birlikte idam edilecektir ve akıllarındaki tek şey canlarının ne kadar acıyacağıdır; '-Biliyorsun değil mi? İnsanın suratını allak-bullak etmek için gözlere ve ağza nişan alırlarmış. Bir saattir başımda, boynumda ağrılar var. Gerçek ağrı değil, daha da kötüsü, yarın sabah duyacağım ağrılar bunlar. Ama ya sonrası...'

Sonrası malum... Zihne ve bedene uygulanan her işkence her yerde her zaman sonrasını ağrılarıyla birlikte yeniden yarattı... Bu süreçlerin en belirgini olan darbelerin ötekiler üzerinde ruhsal ve travmatik sonuçlar doğurduğunu, kurduğu kurumlar ve hegemonyasıyla bunu sürdürdüğünü söylemek mümkün... Bu işkence dolu günler yalnızca Türkiye'de değil dünyanın çeşitli ülkelerinin (Latin Amerika, Venezüella, Şili, G. Afrika, Yunanistan) siyasi tarihlerinde yaşanan öylesine kara günler olarak hafızalarda yer edinmemiş, farklı toplumsal yapılar olarak hayatlara inen ani felçler olmuşlardır...

Biz de herkesin soluduğu bu acılı tarihin parçaları olduğumuz için, yaşadığımız yerlerde kentlerimizde, sokaklarımızda, okullarımızda, işyerlerimizde, sağımızda, solumuzda, kısacası yaşamımızın tüm alanlarında 12 Eylül'ü ve ağrısını hissettik. Çok boyutlu etkisi belirli alanlara yansırken, çoğu zaman bu kötü huylu tümörün kanser etkisi yarattığı ve bunun da es geçildiğini söylemek mümkün. Egemenlik ilişkileri dünü ve bugünü tanımlarken yaşananları nasıl bir süzgeçten geçiriyorsa, neleri gizleyip neleri görünür kılıyorsa aynı şekilde neleri yok ettiği, neleri ters yüz ettiği, hayatları nasıl parçaladığı, uzun süren etkisini nasıl yitirmediğini de göz önünde bulundurmak gerekir. Bu yüzden siyasi tarihi kesintiye uğratan, demokratikleşmenin gelişmesinin önünü tıkayan 12 Eylül dönemi yarattığı bunalım ve bugün halen var olmaya devam eden köklü, resmi ideolojik kurumlarıyla da tartışılması gereken bir süreçtir. Çünkü bir çeşit organizma şeklinde örgütlenen 12 Eylül kurumları otoriter zihniyet tarafından tasarlanıp biçimlendirildiği ve varlık nedeni müdahalecilik üzerine inşa edildiği için kişileri kurumun amacına uygun davranmaya alıştırıp kalıplaştırdı.. Sadece bununla da yetinmedi, herkesi bu hiyerarşik sürece dahil etti...

24 OCAK KARARLARI

Toplumu nefessiz bırakan 12 Eylül öncesinde, Demirel'in 1979'da Turgut Özal'a hazırlattığı ekonomik istikrar programı IMF'nin daha önce yaptırmak istediği hedeflerle uyuşan ve Türkiye ekonomisini tam olarak yabancı sermayeye açan 24 Ocak 1980 kararları ithal ikame döneminin sonunu getirmişti. Kısacası Türkiye'nin 1975'ten itibaren yeni bir sürece girdiğini, bunun kırılma noktasının 24 Ocak 1980 'ekonomik tedbirleri' ile bunu izleyen 12 Eylül olduğunu söylemek mümkün. Ucuz emek piyasalarını hedef alan ve rantçı yaklaşımlarla dünya ekonomileri ile entegre olacak bu yeni düzen sosyal devlet anlayışını giderek yok edecek, sendikaları anti-demokratikleştirecek, örgütlenmeyi bitirip bireyciliği önplana getirecek, sağlık, eğitim gibi alanları ticarileştirecekti. Kuşkusuz 24 Ocak kararları ve dönemin hemen ardından gelen 12 Eylül süreçleri bugün halen üzerinde tartışılan konulardır. Hukuksal temelleri hazırlanmadan politikada, ekonomik hayatta yaşanan bu dönüşümler toplumsal yaşamı da derinden etkileyecek, militarizmi gündelik hayatın orta yerinde yaşatacaktı. Yine 12 Eylül döneminin çevre yasasının amaç maddesinde: 'önce ekonomik kazanç' cümlesiyle çevreyi yatırımlara teslim eden bir anlayış ortaya çıktı. Böylelikle her şey tüketilebilir birer nesneye dönüştürüldü. Turizm ve Teşvik Yasası ile de tarihsel sit ve doğal alanlar çok yıldızlı tesislere kiralandı. Örneğin; 12 Eylülün ekonomik kurmayı Turgut Özal Köyceğiz, Antik Psilis kenti üzerine inşa edilen tatil köyünün açılışında, 'Roma ve Bizans'tan kalma taş kalıntılarını mı, yoksa lüks otellerini mi tercih edeceğiz' diyerek, traji-komik bir açıklama yapıyordu. Önce ekonomik kazanç anlayışını çevreciliğe aşılayan, böylece çevreyi yatırımlara teslim eden dünyanın tek çevre yasası 12 Eylül ile birlikte neoliberal politikaların da önünü açıyordu.

YÖK KURULUYOR

Tek başlarına yaptıkları iş, görev ve sorumluluklarının, yetki sınırlarının bir anlamı olmayacağı gibi yasal dayanaklarını dönemin militarist yönetim zihniyetinden alan kurumlar varoluşlarını yeniden resmi ideolojilerin yarattığı güç mekanizmasından almışlardır. Kendi gerçeklerini varoluş amaçları çerçevesinde oluşturan bu kurumlardan eğitim ve öğretim kurumu olan YÖK 6 Kasım 1981 yılında kurulmuştur. 12 Eylül askeri darbesinin nihai amacı olarak muhalif yaşam alanlarını baskı altına alma fikri eğitim alanında YÖK kurumu ile gerçekleştirilmiştir. 1982 Anayasası'nın 130 ve 131 maddeleri bu amacı garanti altına alıyordu:

1. Üniversiteleri özerk yönetim yerine merkezi ve hiyerarşik bir yapı ile yönetmeyi öngörmesi, 2. Üniversitelerin üst yönetim kadrolarının belirlenmesinde (öğretim elemanları, öğrencileri ve çalışanları yerine) YÖK ve Cumhurbaşkanı tarafından seçilir ve atanır ilkesinin benimsenmiş olması, 3. Mali ve idari özerklik yönünden doğrudan merkeze bağımlı olması, 4. Türk yükseköğretimi ve üniversiteleri evrensel ölçekte bilim ve fikir üretmek yerine ulusal ölçekte dar bir çerçeveye indirgenmiş olması. Bu maddelerle YÖK'ün üniversiteleri merkezci yetkilerle donanmış olarak kontrol altında tutma anlayışı bugün dünyanın hiçbir gelişmiş ülkesinde bulunmamaktadır. Hatta Silahlı Kuvvetler'in ve MGK'nin kendi yapısı bile bu kadar merkeziyetçi değildir.

Akademik, kurumsal ve idari yönden kurulduğu günle aynı zihniyeti taşıyan YÖK bugün hiçbir ilerleme kaydedememiş durumdadır. Söz konusu kurum gün geçtikçe bilimsel özgürlükleri sınırlandıracak, bünyesindeki üniversitelere özerklik tanımayacak, istediği takdirde özgür düşüncelerin kalemini kırabilecekti. Darbe ertesinde kurulmuş olması bu kurumda darbenin anti-demokratik zihniyetini ve uygulamalarını görünür ve şeffaf kılacak, kendi kurumsal ideolojisine ters düşen öğrencileri güvenlik güçleri, soruşturmalar ve okullarından uzaklaştırmalarla pasifize etmeye devam edecektir. Bu anlamda 2547 sayılı YÖK Yasası'nın 4. Maddesi de rejimin beklediklerini ve amacını açıkça ifade eder. 'Atatürk milliyetçiliğine bağlı, Türk ulusunun milli, ahlaki ve kültürel değerlerini taşıyan, Türk olmanın onur ve mutluluğunu duyan öğrenciler yetiştirmek' olan bu yasayla birlikte devlete karşı sorumlulukları bir davranış biçimine dönüştürme amacını içerdiğini ve ırksal bir üstünlüğü diğer etnisitelere karşı kullandığını söylemek mümkündür. Halen bile üniversitelere yazı yollayarak 'bölücü faaliyetlerin izlenmesini' bunlara karşı faaliyetlerin düzenlenmesini ve düzenli raporlarla bu faaliyetlerin YÖK'e bildirilmesini isteyen görev yazılarını da yollayan aynı kurumdur... Üniversitelerin apolitikleştirildiği, yer seçimi olarak merkezden uzak yerlere konumlandırıldığı, resmi ideolojinin yönlendirildiği biçimde kadrolaşmasına izin verildiği ve sonuç itibari ile kuruluş amacına hizmet ettiği düşüncesini YÖK kurumu çerçevesinde birleştiren Türk resmi ideolojisi, bu anlamda başarılı olmuştur, diyebiliriz.

MGK DİZAYN EDİLİYOR

Aynı şekilde Milli Güvenlik Kurulu da her ne kadar 1933'te gizli kararname ile kurulsa da, 1960 darbesiyle resmileşir ve son olarak 82 Anayasası'nda dizayn edildiği söylenebilir. 12 Eylül askeri darbesi sonucunda beş generalden oluşan MGK, Kenan Evren'in devlet başkanlığı altında tüm yasama ve yürütme yetkisini elinde toplayacak bir yapıya dönüştürülmüştür.

Yine bu dönemde devlet yönetiminde söz sahibi olan kuvvet komutanlıklarının prestijini arttırmak, askeri bürokrasinin mekansal gereksinimlerini karşılamak için devletçilik akımının da beslediği, kurumsal resmi ideolojiden pay alan sembolizm ve anıtsallıkla döşenmiş yeni yapıların yapıldığı görülür. Örneğin gazi ordu evi, başkent ordu evi, OYAK siteleri, Maltepe ordu pazarı, bu dönemdeki yapılardır. Görüldüğü gibi iktidar modeli ve ekonomik programları ile bu yasalar hem 1970 sonrası burjuvazisinin özlemlerini hem de militarist yapılarının argümanlarına paralel düşmüştür.

Modern toplum çeşitli mekanizmalarla bireyi sarmalamış ve her hareketini kontrol altında tutan sistemler geliştirmiştir. Bugün 12 Eylül ve kurumlarının toplumsal işkence ve acıları da bu mekanizmalar sonucunda yaşanmaktadır. Yaratılan kurumsal sistem sayesinde insan kendi doğal gerçekliğinden koparılmış, sistemin sahte hayat paradigmalarına inandırılmış ve ne yazık ki 12 Eylül'ün kanserli düşünceleri sinsice tüm yaşam alanlarına sokulmuş durumdadır. Fanon'un koloniyal boyun eğdirme politikası üzerinden insan ruhunun nasıl altüst olduğunu ve tüm bunların psikanalitik süreçlerle açıklanabildiği tezi günümüz kurumların gidişatında izlenen politikalarla benzerlik göstermektedir. Gün geçtikçe bu kurumların işleyişi kötüleşmiş, adı üstünde çeşitli iyileştirmeler ve rötuşlarla kanserli hücrelere her geçen gün yenileri eklenmiştir. Kurumların yapısında ve işleyişinde topyekün bir değişikliğe gidilmeden devlet mekanizmalarında demokratik bir iyileşmeden söz edilemeyeceği açıktır. Sonuç itibari ile darbe sonrası oluşan toplumsal yapı içinde yaşanan kurum içi ve kurumlar arası sömürgeci yaklaşımlar ancak toplumsal uyanışın gerçekleşmesi ve demokratik, özgür düşüncelerin yetişmesi ile mümkün olacaktır.

TARTIŞMALARIN ODAĞINDAKİ HSYK

Bugün üzerine en çok kıyamat kopartılan 12 Eylül'ün kurumlarından bir diğeri olan Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK), 13 Mayıs 1981 tarihinde kurulmuştur. Kurulun görev ve yetkileri anayasanın 159. maddesinde şu şekilde belirtiliyor:

1. Yargıtay ve Danıştay üyelerini seçmek.

2. Adalet Bakanlığı'nın, bir mahkemenin veya bir hâkim veya savcının kadrosunun kaldırılması veya bir mahkemenin yargı çevresinin değiştirilmesi konusundaki tekliflerini karara bağlamak.

3. Hakim ve savcıların;

a) Mesleğe kabul etme,

b) Atama ve nakletme,

c) Geçici yetki verme,

d) Her türlü yükselme ve birinci sınıfa ayırma,

e) Kadro dağıtma,

f) Meslekte kalmaları uygun görülmeyenler hakkında karar verme,

g) Disiplin cezası verme,

h) Görevden uzaklaştırma,

İşlemlerini yapmak.

4. Anayasa ve kanunlarla verilen diğer görevleri yerine getirmek.

Kurumun teşkilat yapısı da önemlidir. Buna göre kurulun üç asil ve üç yedek üyesi Yargıtay Genel Kurulun'un, iki asıl ve iki yedek üyesi Danıştay Genel Kurulu'nun kendi üyeleri arasından, her üyelik için gösterecekleri üçer aday içinden Cumhurbaşkanınca, dört yıl için seçilir. Süresi biten üyeler yeniden seçilebilirler. Kurul, seçimle gelen asıl üyeleri arasından bir başkanvekili seçer. Yargıyı yönetmek için bir tür mikro milli güvenlik konseyi olarak kurulan HSYK de tıpkı YÖK gibi darbe dönemini yansıtan anlayış ve zihniyetlerle doludur. Aslında teknik işlevi açısından yargıçların ve savcıların terfi özlük hakları konularında yetkili olan bu organ tek başına bir yargı organı değildir. Türkiye'de ise HSYK benzeri bir sistemin 27 Mayıs darbesinden sonra çıkarılan 1961 Anayasası'yla getirildiğini biliyoruz. Darbe anayasası ile kurum içinde millet iradesinin nasıl sıfıra indirgendiğini anlaşılmaktadır. Üyelerinin tümünün yüksek yargı tarafından seçildiği bir yüksek yargısal kurulun hiçbir Avrupa ülkesinde bulunmadığını unutmamak gerekir. İtalya, Fransa, İspanya, Portekiz, Polonya ve Slovenya gibi yargısal kurullara yer veren Avrupa ülkelerindeki ortak özellik, karma oluşumun benimsenmiş olmasıdır. Bu ülkelerdeki yüksek yargısal kurulların oluşumunda yüksek yargının seçtiği üyeler yanında ilk derece mahkemelerinde çalışan hâkimlerin kendi aralarından seçtiği üyelere de yer verilmektedir. Öte yandan Avrupa'daki bu ülkeler içerisinde kurula parlamentonun üye seçmediği bir örnek bulunmamaktadır. Bu ülkelerde parlamentonun belli sayıda üye seçmesinin 'demokratik meşruiyet' açısından önemi de göz önünde tutulmaktadır.

Teşkilat yapısı ve işleyişi ile HSYK ile 12 Eylül zihniyetinin yargı içinde derinleşmesi, örgütlenmesi, yaygınlaştırılmasına hedeflenmiştir. HSYK'nin aldığı kararlar da yapısını deşifre etmede bir ölçüt olarak görülebilir. Bilinen bazı kararlar şöyle: Susurluk davasına bakan DGM başkanının değiştirilmesi, banka hortumcularına ceza veren mahkeme başkanının görevden alınması, 12 Eylül darbecileri hakkında iddianame yazan ve Şemdinli iddianamesini hazırlayan savcıların meslekten atılması... Bunlardan özellikle Susurluk hâkiminin değiştirilmesi, ülkenin kaderini doğrudan etkileyen bir karardı. Birçok sanık ceza almadan kurtulduğu gibi ülkedeki derin yapılanmanın da üzeri örtüldü. Bu karar alınmasa belki de Türkiye, Gladyo ve Ergenekon tipi darbeci yapılarla yıllar önce hesaplaşmaya başlayacaktı. 12 Eylül ve Şemdinli olaylarını soruşturan savcıların meslekten atılması sonuçları bakımından aynı amaca hizmet etti. Kısacası HSYK 'adli persfektifini', Cumhuriyet'in ana tanımı üzerine yerleştirdi. İşte bu tanıma göre de, asker suç işleyebilecek bir fail değildir. Toplum, vatandaş suç işler ama asker hiçbir zaman suç işlemez...

Hazırlayan: Ayşegül LAÇİN - Emrah TUNCER*

*Dut Ağacı Kolektifi
(Yarın: 12 Eylül'ü tanıkları anlatıyor)

Bu yazı 12 Eylül 2010 tarihli Günlük Gazetesi 'nde yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok: