3 Ağustos 2010 Salı

Sosyolojinin Kökenleri


Avrupa'da 14. ve 15. yüzyılda gelişen bilimsel gelişmeler toplumun temel direklerini yerinden sarsıyordu. Sınırlı gelişmelerin sınırı aştığında tutucu toplumlardaki psikolojik eşiği aşıp, alternatifler oluşturmasıyla bilimlerin önünü de açtı. Bilimsel gelişmelerin ardından başlayan tartışmalar, bilimi daha geliştirdiği gibi bilimin ilgilenmediği alanlar kalmamış gibiydi. Özellikle Avrupa kıtasındaki gelişmeler hem bu yönlü zorluklar doğurmuş, hem de gelişmeleri hızlandırmıştı. Doğa bilimleri gibi toplum bilimi de gelişip hızla yaygınlaşmaya başlamıştı. İnsanlar artık doğadan farklı olarak insan yaşantısının çeşitliliği, grup ve etnisitelerin farklılığı konusunda bilgi ediniyor ve bilgisini geliştiriyordu.

Bu süreç 'Toplum bilimleri' olarak ifadelendirilmişti. 19. yüzyılda da belirleyici rol oynayan toplum bilimleri, 17. ve 18. yüzyılda ortaya çıktı. En genel tanımıyla; insan davranışlarını toplumsal ve kültürel yönleriyle ele alan disiplin veya bilim dalları, iktisat, siyaset bilimi, sosyoloji, sosyal psikoloji ve antropolojiyi kapsar. Fakat toplum bilimlerinin 19.yy.'daki temel konusu Fransız devriminin, sanayi devriminin, geçmiş toplumsal düzeni sarsması ve sorgulaması, bu vesileyle ortaya çıkan yeni sorun ve sorunları çözme, çözümler ortaya koymasıyla, esas olarak da bu arayışlardan doğdu.

YENİ KAVRAMLARIN DOĞUŞU

Hızlı ve radikal değişim-dönüşümler doğal olarak toplumsal düşünceye de yansıdı. Bu yansıma hızlı olduğu kadar, çözümdeki bocalamalar radikal değişimi zorunlu kılmıştı. Bugün bildiğimiz ve hemen hemen gündelik siyasal, ekonomik ve toplumsal sözcükler olan sanayi, sanayici, toplumsal sınıf, ekoloji, aydın, proletarya, kapitalizm, bunalım, kitleler, eşitlikçi, insancıl gibi kavramlar ilk kez 18. yüzyılın sonu ve 19. yüzyıl ile 20. yüzyıllarda sıkça kullanılır oldu.

Sanayi ve demokrasi devrimlerinin bir uzantısı olan toplumsal temalar, toplumsal düşüncelerle sınırlı kalmayıp felsefe, edebiyat yapıtlarına olduğu kadar, bilimsel çalışmalara da yansıyordu. Bu temaların en başta gelenleri demografik olarak artan nüfus, çalışanların yaşamı, üretim koşulları, mülkiyetin giderek ve hızla nitelik değiştirmesi (örneğin, toprak mülkü yerine işyerinin geçmesi) toplumsal sınıflar arasındaki çelişkilerin belirginleşmesi ve uçuruma dönüşmesi, kent nüfusunun hızla artması, yeni kentlerin oluşması, teknoloji, fabrika sisteminin yaygınlaşması. Yani topraktan kopup üretime geçme, artan oranda kitlelerin siyasete katılması, 19. yüzyılda yeni ideolojilere hem temel oluşturdu ve hem de daha netleşmelerini sağladı. Çünkü devrimlerin ideolojik sonuçları toplum bilimleri açısından hayati önem taşıyordu.

Toplumsal yaşamın egemen olgusu gelişme-ilerleme olup, diğer yandan ilerlemede sırf gelişmiş bir etkene, yani insanoğlunu kendi doğasını geliştirmeye iten temayüle bağlıdır. Bazen toplumsal olgular öylesine direkt türerler ki, tarihin evreleri içinde gözleme başvurma gereği olmaksızın doğadan direkt olarak çıkarsamaları mümkündür. Bu dönemde toplum bilimcileri arasında iki zıt görüş türedi. Bir kesimi 'toplum bilimlerini bütünleştirme' kulvarında savunurken, diğer kesim 'ayrı dallarda uzmanlaşmayı' savunuyordu. Toplumun bölünmezliğinden yola çıkan Comte, Bentham, Marx ve Spencer tek bir toplum bilimini savunuyorlardı. Nihayetinde 19. yüzyıl sonlarında birkaç toplum bilimi türemişti bile.

Peş peşe bu dallar belirmişti, ilki iktisattı. Ardından da siyaset, antropoloji, sosyoloji ve sosyal psikoloji gibi disiplinler türedi. Halbuki toplum bilimlerinin amacına hizmet edecek olan en doğru yol, bütünsel bir bilimin konusu olarak tek kalmasıydı. Kalmadı ve bölündü. Günümüze kadar en önemli dal olarak da sosyoloji önemini her zaman korudu. Sosyolojinin alanı, toplumsal ilişkilerin yapısını, nedenlerini, etkilerini araştıran bilim dalı olarak kabul edilir. İnsanların ve grupların etkileşiminden doğan geleneklerin, toplumsal yapıların ve kurumların harcını oluşturan veya zayıflamasına yol açan etkenleri ayrıca grup ve örgüt üyeliğinin insanlar üzerindeki etkilerini inceler. İnsan toplumunun temel niteliğiyle, sürekliliğine ve değişimine yol açan çeşitli süreçlerle ilgilenir.

SOSYOLOJİNİN İKİ GELENEĞİ

Sosyolojinin geçmişi Batı geleneği çevresinde Eski Yunan'a dayandırılsa da, asıl olarak 18. ve 19. yüzyıl felsefesinden doğar ve başlangıçta ahlak felsefesinin bir alt disiplini olarak tanımlanıyordu. Çeşitli kuramsal çerçevelerin benimsendiği sosyolojide tarihsel gelişimi içinde iki gelenekten bahsedilebilir. Avrupa ve Amerika geleneği. Emile Durkheim ve Max Weber gibi ve sosyolog olmayan Karl Marx Avrupa kıtasında farklılıklarına rağmen evrensel yapıları ve süreçleri ortaya çıkarmaya çalışıyorlardı. Bir bütün olarak toplumun ekonomik, siyasal örgütlenmesiyle paralel din, ideoloji ve bilinç sorunlarıyla, aileden devlete her türlü kurumla ilgilenir; tüm bu düzeyler arasında ilişki kurarak inceliyor, sonuçlara varıyorlardı.



Bu Avrupa geleneği içinde yeni görüşler ve yeni süreçlere yol açıyordu. Bütünlüklü olarak sorunlara eğiliyorlardı. Amerikan geleneği olarak bilinen gelenekte ise toplumsal öğelerin ayrı ayrı ele alıp, davranışçı açıdan ve deneysel yöntemlerle incelenmesi daha ağırlıktadır. Daha çok sınırlı bir ölçekte 'gerçek' toplumsal olguları ve süreçleri betimlemektedir. Sosyolojinin sınırlarını genel olarak toplum bilimlerine doğru zorlayan Avrupa geleneğine karşın, Amerikan geleneği uzmanlaşmaya daha yatkın bir pozisyondadır.

DOĞA BİLİMLERİNİN ETKİLERİ

Doğa bilimlerinin, toplum bilimlerinin sosyoloji dalından önce var olması, tabiatıyla sosyolojiye de yansıdı. Sosyolojik tahlilleri de etkiledi. Biyoloji ve evrim kuramlarından etkilenen ilk sosyologlar biyolojik ve toplumsal organizmalar arasında bağlantılar, koşutluklar aradı. A. Comte'un sosyoloji terimini yarattığı 1838'den 19.yüzyılın sonlarına kadar da bu yeni bilim dalını biyoloji ve psikoloji gibi alanlardan ayıran sınırlar tam olarak tanımlanamadı. İç içelik böyle bir zorluğu ortaya çıkardığı gibi yeterli verilere ulaşma zorlukları kısıtlı imk‰nlar bunu engelliyordu.

EVRİM KURAMININ YANSIMALARI

İlk elde önemli akım Darwin'in evrim kuramının etkisinde kalarak toplumu da evrim içinde değerlendiren Sosyal Darwincilik oldu. Herbert Spencer, Lewis H. Morgen, E.B. Tylor ve L. T. Hobhouse gibi düşünürler insan toplumu ile biyolojik organizma arasında benzerlikler kurarak sosyolojiyi geliştirmeye çalıştılar. Sosyoloji kuramına 'değişkenlik', 'doğal seçme' ve kalıtım gibi biyolojik kavramları yerleştirdiler. Toplumu da biyolojik olarak ele alıp, doğal seçmenin yalnızca en iyi uyum sağlayanların varlığını sürdürmesine olanak vereceği ve bu şekilde uygarlığın sürekli ilerleyeceği görüşüne temel kazandırdılar.

MARX'IN SOSYOLOJİYE YAKLAŞIMI

Karl Marx toplum bilimlerini bir bütün olarak ele alır, ama özel olarak sosyoloji başlığı altında yazmadı. Ama ekonomik belirleyiciliğin güçlü temsilcisi oldu. Marx'ın ekonomik çıkarlara ağırlık veren sosyologlar Charles A. Beard'ın, başlangıçta Marksist olan Werner Sombart gibi kimi yazarların eserlerini okumalarına karşın, bu tür ekonomik görüşler sosyolojinin ana çizgisine kalıcı etki yaptı. Bu dönemdeki şiddetli tartışmalar, sosyolojiyi hem zenginleştiriyor, hem geliştiriyordu.

Artan üretim, üretim ilişkilerini etkilediği gibi sosyal yaşamdaki değişiklik kültürel canlanma, toprak üretiminden kopup sanayi ve fabrikalaşmanın yarattığı işçi sınıfının durumu, yine toplumsal ayrışmaların kültürel, kültürel farklılaşmaların toplumda birbirini tamamlayan sorunlar yeni çıkışları gerektiriyor, zorluyordu. Çözüm noktasındaki farklı görüşler tahlilde farklılaşmayı yaratıyordu. Sonuçta sosyoloji ayrı bir disiplin olarak gelişti.

Sosyolojinin bağımsız bir bilim dalı olarak kabul edilmesi gerektiği anlaşıldıktan sonra bu kez de sosyolojinin konusu öteki disiplinlerden ayrılacak biçimde tanımlanması belirlendi. E. Durkheim bu sorunlara eğilen düşünürler arasında öne çıktı. Durkheim'e göre bireyler arası ilişkilerin tek tek bireylerde bulunmayan bazı yeni özelliklere yol açabileceğini ileri sürer. 'Toplumsal olgu' adını verdiği bu kolektif duyguların, geleneklerin kurumların ve ulusların, bireysel psikoloji düzeyinde değil, ancak sosyolojik düzeyde açıklanabileceğini ileri sürdü. Toplumu parçaları etkileşim içindeki bir bütün olarak algıladı ve toplumun birey açısından dışsal bir sistem oluşturduğunu ve onu sınırlandırdığını savundu.

Toplulukları bir arada tutan iki ayrı temel belirledi; 'mekanik' ve 'organik dayanışma'. Mekanik dayanışmanın benzerliklere, organik dayanışmanın ise bir birini tamamlayan farklılıkların örgütlenmesine dayandığını söyledi. Avrupa geleneğinde yer alan Durheim'in sosyolojik tahlilleri içerisinde çığır açan bu fikirleri hızla tartışılıyordu. Sonuçta kendi aralarında da tartışmalarda ortak noktada buluşmadıkları da vardı. Spencer'e göre toplum bir organizmadır. Onun karşılıklı bağımlılık içindeki parçaları da canlıların anatomisini andıran bir yapı oluşturur. Bu da sosyolojinin alt dalı olan 'toplumsal yapıya' denk düşer. Tanım olarak da toplumsal yapı belli bir toplumda insanların etkileşimde bulunmasına aracılık eden ve bir arada yaşamalarına olanak veren kurumların o topluma özgü düzeni olarak bilinir. Oysa K. Marx'a göre yapı kavramının geleneksel anlamlarından biri olan inşaat etkinliğinin kavramsal izdüşümleri vardır.

Toplum bilimciler, toplumsal yapı kavramı konusunda anlaşamadıkları gibi tanımlarında ortak öğelere yer verdikleri de görülüyor. Örneğin, toplumsal birimlerin zamanla belli bir devamlılık gösteren, karşılıklı ilişki çerçevesinde hem bir bütün olarak toplumsal birimin işleyişini hem de tek tek üyelerin etkinliklerini büyük ölçüde öğeleri vardır. Bunlarda toplumsal yapıyı oluşturur. Kısaca insanların kısıtlamalarına bağlı kaldıkları fikirlerini öne çıkarır. Süre gelen tartışmalar ışığında sosyoloji bilimi ayrı bir dal olarak ele alındığı için, sosyolojik yasalar, psikolojinin genel yasalarının sonucunda başka bir şey olamazlar. Kolektif, ortak hayatın açıklaması, bu hayatın insan doğasında ne suretle kaynaklandığını tanıtmak ve göstermekten ibarettir.

TOPLUM-BİREY TARTIŞMALARI

Şunu çok iyi anlıyoruz ki, toplum bireylerden önce var olmadı ve olamaz da. Toplumd a sonuçta bireylerden oluştu. Ortak duygular, amaçlar, kültürler çevresinde bütünleşip gelişti. Ama bu bireyin toplum dışılığını, toplum karşıtı eylemini meşru göstermez. Tartışmalar bu noktalarda da geliştiği içindir ki, Spencer bu tartışmayı boyutlandırdı. Lakin bireycilik Spencer'in düşünce sisteminin ana anahtarıydı. O toplumu bir organizma olarak ele almıştı, bireyi toplumda üstün tutmuştu.



Spencer'e göre hayvanlarda ve toplumlarda üç sistem vardı: 1. düzenleyici sistem. 2. besleyici sistem. 3. dolaşım sistemi. Merkezi sinir sistemi ve devlet birinciyi, beslenme ve sanayi ikinciyi, toplar ve atar damarlar, yollar, telgraf, üçüncüyü tekabül eder, açıklanır. (Son maddeye günümüz itibariyle telefon, cep telefonu, internet, bilgisayarı eklesek acaba nasıl olur?) Hayvan organizmalarıyla, toplumsal organizma arasındaki büyük fark ilkinde bütünle ilişkili, tek bir bilincin olması, ikincisinde bilincin tek tek her üye de bulunmasıydı. Bireyler toplumun değil, toplum bireylerin yararı için vardır. Spencer toplumu bireyin üstünde görmemektedir. O sosyolojinin toplum ayağını bu şekilde açıklayarak bireyi kutsamaktadır, dersek abartmış olmayız.

Evet, toplum içinde bireyler daha zeki, daha yaratıcı, daha erdemli olabilir. Ya da tüm bir toplum bilim adamı, filozof olamaz. Ama bireyler olabilir. Bu bireyin hizmetine tüm toplumu koşturmak anlamına gelemez. Ama birey yaratıcılığıyla, filozofluğu ve bilim adamlığıyla toplumu geliştirir, güçlendirir. Tüm toplumu bireyin yararına çalıştırsan, birey belirtilen vasıflara sahip olmazsa, o zaman ne olur? Toplum belirli amaçlar için kurulmuş araçlar sistemi değildir. Eğer öyle olmuş olsa tüm toplum tek bir birey bilincine sahip olmuş olur. Oysa toplum yaşamın ve düşüncenin her alanında farklı ve farklılıkları taşır. Spencer'in düşünce sisteminin anahtarı olan bireycilikle alası olmayan bir gelişmedir. Çünkü bireyler toplumla açıklanır, toplumlar bireyle değil.

TEKNOLOJİNİN TOPLUMSAL SONUÇLARI

Durkheim ve A. Comte sanayi ve bilgi için düşünceler belirtirken, sosyolojinin toplumsal ayağını daha da güçlendiriyorlardı. Spencer'den farklı olarak Durkheim, türler ve yasalar halinde gruplandırılmadıkça olguların insan zihni açısından hiçbir anlamı yoktu. Somut gerçeklik hakkında bilgi, olguların dışardan gözlenmesi yoluyla değil, gerçeğin iç doğası üzerine kavramsal yapılar kurulmasıyla sağlanabilirdi. Teknolojinin gelişmesi ve makineleşmenin ahlaki ve toplumsal yapıları tehdit ettiğini belirten Durkheim, iş bölümü, artık hiçbir işçi bir ürünün tamamını kendi başına üretmediğinden işçileri birbirine hem daha yabancı hem de daha bağımlı kılıyordu.

A. Comte ise çağdaş sanayi toplumuna uygun bir siyasal örgütlenmeye temel olabilecek sistemler açıklıyordu. İnsan zihninin gelişimi tarihsel olarak üç aşamada geçtiğini belirterek 'üç hal yasasını' ortaya attı. 'Dinsel aşama', 'metafizik aşama' ve bugün varılan 'olgusal aşama'.Birincisinde dünya ve insanın bu dünyadaki yazgısı, tanrılar veya ruhlarla açıklanmıştı. İkincisinde tanrıların yerini 'öz', 'son neden' gibi soyut kavramlar almıştı. Üçüncüsünde ise, insan bilgisinin sınırlılığı anlaşılmıştı.

Bilgi ancak insan türünün doğasına ve değişen toplumsal, tarihsel koşullara bağlı dolayısıyla da göreli olabilirdi. Comte'a göre mutlak açıklamaları bir kenara bırakmak ve olgular arasındaki düzenli ilişkileri ya da yasaları bulmaya yönelmek gerekiyordu. Bu yolla, olgusal bilgi türlerini 'bilimler sıralaması' içinde sınıfladı; her birinde takip edilecek yöntemi açıklığa kavuşturdu. Hepsini birleştiren sosyolojiyi de özellikle vurguladı. O ahlakı temel aldı. Bilginin ve insan uğraşının temel konusunun ahlak ve ahlaki ilerleme olduğunu vurgulayarak ve bunun için siyasal örgütlenme biçimini belirtti.

Son nokta, sosyoloji her ne kadar başlangıçta ahlak felsefesinin bir alt dalı olarak tanımlandırdıysa da toplum bilimlerinin belkemiğini oluşturur. Hatta felsefenin kendisi de sosyolojide büyük oranda yararlanır. Fakat sosyologlar filozofluktan yeterince sıyrılmalıdırlar. Zira sosyolojiyi felsefeye merak uyandırıcı olgularla canlandırmaya hizmet ederek felsefeyi yeni görüşlerle zenginleştirir. Ve sosyolojiyi ne özgürlüğü ne de determinizmi teyit etmez. Ama bu pratik sorunlara karşı omuz silkeleyip kayıtsız kalıyor anlamı da taşımaz.

Ahmet ORAL*
* Muş E Tipi Cezaevi

Hiç yorum yok: