11 Ağustos 2010 Çarşamba

İslam'ın özü ve Iktidar



Savaşlar insanda tarihin çok basit olduğu izlenimini yaratır. Kırılma noktaları, yön değişiklikleri belliymiş gibi görünür; önceyi ve sonrayı, kazananı ve kaybedeni bildiğinizi sanırsınız doğruyu ve yanlışı. Gerçek tarih, geçmiş böyle değildir. Düz bir çizgi üzerinde ilerlemez. Başı sonu yoktur, sıvı gibi kaygandır, sonsuz ve saptanamazdır. Üstelik değişkendir, tam bir düzen gördüğümüz zannettiğimiz anda, alternatif bir versiyonu ortaya çıkar.

İslamiyet'in doğuşu, kurucusu, ilk kabul edenleri ve inananları ile ilgili bilgiler yalnızca İslam hadisleri, metinleri ve tarihi anılardan sağlanabilmektedir. İslamiyet'in dış dünya tarafından fark edilmesi ve dışarıdan bakanlarca ele alınması uzun zaman sonra olmuştur. Bu açıdan İslam tarihi de, Hıristiyanlık, Musevilik ve insanlığın diğer büyük dinlerinin tarihleri gibi tarihçiler için sorundur.

Ortaçağdaki en titiz dindar Müslüman ilahiyatçılar bile dini öğretinin doğruluğunu ve mükemmelliğini tartışmasız kabul ettikleri halde, kişisel biyografik ve tarihi hadislerin doğru olup olmadığını sorgulamışlardır. Bu tür kısıtlamaları olmayan çağdaş eleştirel akademisyenler de daha başka sorunları gündeme getirmişlerdir. İslam tarihinin başlangıç dönemine ait belge, metin ve yazıt gibi bağımsız kanıtlar bulunana kadar da eleştirel tarih olsa olsa kesin olmayan değerlendirmeler yapabilirken, ilk İslam tarihine ait geleneksel anlatılar da sorunlu olarak elde kalmak durumundadır.

Müslümanlar açısından meselenin özü kesin ve açıktır. Müslümanların tarihsel bilincinin merkezinde Muhammed Peygamberin görevi, savaşımı ve sonundaki zaferi, Müslüman cemaatinin oluşması, inananların ve Hz. Muhammed'den sonrakilerin başlarına gelenler. İşte bütün bunlar dünyanın her yerindeki Müslümanların tarihsel bilincinin esasını oluşturur. Müslüman inanışına göre Abdullah'ın oğlu Hz. Muhammed, kırk yaşına doğru peygamber olmuştur.

Bir ramazan ayı gecesi Hira Dağı'nda uyumakta olan Hz. Muhammed'e Cebrail görünerek 'oku' demiştir. Hz. Muhammed önce duraklamış, sonra Cebrail üç kez daha aynı şeyi söyleyince, 'Neyi okuyacağım?) diye sormuştur. Cebrail 'Yaratan Rabbinin adıyla oku' demiştir. 'O insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! Rabbin en büyük cömertliğin sahibidir. O'dur kalemle yazmayı öğreten, O, insana bilmediğini öğretti.'

Bu cümleler Kuran diye bilinen Kutsal Kitabın doksan altıncı süresinin ilk beş ayetidir. Kuran, Arapça bir sözcüktür, 'okuma, ezberden okuma' anlamlarına gelir ve İslam inancına göre Tanrı'nın Hz. Muhammed'e indirdiği vahiyleri içerir. Hz. Muhammed aldığı vahiyleri doğduğu yere, kendi halkına götürmüş ve artık puta tapmamalarını, evrensel bir tek tanrıya tapmalarını söylemiştir.

Hz. Muhammed, hadislere göre, 571 yılında, Batı Arabistan'daki Hicaz bölgesinin küçük vaha şehri Mekke'de Kureyş Arap aşiretinde dünyaya gelmiştir. O yıllarda yarımadanın büyük bölümü yalnızca birkaç kervan yolunun geçtiği ve az sayıda dağınık vahanın olduğu boş bir çöldü. Halk çoğunlukla göçebeydi, deve, koyun, keçi yetiştirerek, bazen de rakip aşiretlere, vaha ve sınır halklarına yaptıkları baskınlarla geçiniyorlardı. Bir kısmı olanak buldukları yerlerde küçük çapta tarımla uğraşır, bir kısmı da, dış dünyadaki gelişmeler tüccarları Arabistan'a tekrar yönlendirdiği dönemlerde ticaret yaparlardı.

Roma ile Persler arasında 6. yüzyılda çıkan savaş işte böyle bir döneme rastlamıştı ve bu sayede Akdeniz ile Doğu arasındaki kervan yolunun küçük şehirleri kısa süreliğine tekrar hareketlendirtmişti. Mekke'de bu şehirlerarasında yer alıyordu. Resullüğünü (elçiliğinin) ilk yıllarında Hz. Muhammed'e önce ailesi, daha sonra da geniş çevreler inandılar. Zamanla Mekke'deki ileri gelen aileler, bu yeni düşünceleri kaynaklandıkları yeni oluşumu şüpheyle karşıladılar ve muhalif oldular. Onlar için peygamber ve öğretisi, gerek maddi gerekse dini yönden, hem kendi otoritesi hem de var olan düzen için ciddi bir tehditti.

Geleneksel biyografiler, bazı Müslümanların baskı ve zulüm yüzünden memleketlerini terk ederek Kızıldeniz'in diğer yanındaki Etiyopya'ya sığındıklarını anlatmaktadır. Peygamber hadislere göre ilk çağrıdan (vahiyden) on üç yıl sonra yaklaşık 622'de Mekke'nin 350 kilometre kuzeyinde bir başka vahadaki küçük Yesrib şehrinden elçilerle bir anlaşma yaptı. Yesribliler, Hz. Muhammed ile beraberindekileri iyi karşıladılar, ondan anlaşmazlıklarında hakem olmasını istediler, onu ve onunla birlikte Mekke'yi terk edecekleri olanları kendi insanlarını savunurcasına savunmayı önerdiler. Hz Muhammed gitmeden önce yaklaşık altmış aileyi gönderdi, o yılın sonbaharında da kendisi gitti.

HİCRET

Peygamber ile yanında olanların Mekke'den Yesribe göçlerine 'hicret' denir ve Müslümanlar hicreti Hz. Muhammed'in peygamberlik makamındaki belirleyici an olarak kabul ederler. Sonraları bir Müslüman takvimi yapıldığında ise, Arap takviminin başlangıcı hicret olur. Yesrib, İslam dininin ve topluluğunun merkezi haline geldi ve zaman içinde yalnızca El Medine (şehir) denilmeye başlandı. Topluluğa da 'ümmet' adı verildi; bu topluluğun kendisi evrime uğradıkça anlamı da evrime uğrayan bir kelimeydi.

Hz. Muhammed Mekke'deki şehir yöneticilerinin başlangıçta umursamazlıklarına, sonrasında da düşmanlıklarına karşı direnen özel bir kişiydi. Medine'de ise dinsel yetkinin beraberinde siyasi ve askeri yetkileri de alarak yöneten kendisi olmuştu. Medine'deki yeni Müslüman devleti kısa bir süre sonra Mekke'deki puta tapan yöneticilerle savaşmaya başladı. Sekiz yıl süren savaş sonunda Hz. Muhammed Mekke'yi fethederek görevini başarmış oldu ve şehrin eski sakinlerinin artık ortadan kaldırılmış olan puta tapınmalarının yerine İslami inancı yerleştirdi.

Bunun sonucunda, Hz. Muhammed'in hayatı ile ondan önceki peygamberlerin, Musa ve İsa'nın hayatları arasında bunların izleyicileri tarafından da işareti edildiği üzere, önemli bir fark oluştu. Musa'nın vaat edilmiş topraklara girme izni yoktu, halkı ilerlerken o ölmüştü. İsa çarmıha gerilmişti ve Romalı İmparator Konstantin, Hıristiyanlığı benimseyip inananlarına güç verene kadar Hıristiyanlık bir azınlık dini olarak kalmıştı.

Hz. Muhammed ise vaat edilen topraklarını ele geçirmiş, yaşarken güç ve zafer elde etmiş, peygamberi olarak getirdiği dini vahiy vardı ve bunu öğretiyordu. Bununla birlikte Müslüman ümmetinin lideri olarak yasalar yapıyor, adalet dağıtıyor, vergi topluyor, diplomasiyi yürütüyor, savaş ve barış yapıyordu. Başlangıçta bir topluluk (cemaat) olan ümmet, artık bir devlet olmuştu, bir süre sonrada imparatorluk olacaktı.



(632) VEFATI

8 Haziran 632 tarihinde yaşamını yitiren Hz Muhammed'in peygamberlik görevi tamamlanmış oldu. Müslümanlar açısından onun peygamberliğinin amacı, ondan önceki peygamberler tarafından getirilen ama daha sonra çarpıtılmış ya da terk edilmiş olan gerçek tektanrıcılığı tekrar canlandırmak, puta tapınmayı yok etmek ve Allah'ın en son vahiyini gerçek inanç ve kutsal yasa halinde somutlaştırarak ortaya koymaktı. Müslüman inancına göre o sonuncu peygamberlerdi ve ölümüyle birlikte tanrının insanlığa gönderdiği vahiyler tamamlanmıştı. Bir daha başka bir peygamberden vahiy gelmeyecekti

Böylece manevi görev tamamlanmış ve manevi işlev sona ermişti ama ilahi yasayı devam ettirme ve tüm dünyaya yayma amacını taşıyan dini görev hala son bulmamıştı. Bu amacın tam olarak gerçekleştirilebilmesi, bir devlet içinde siyasi ve askeri güç kullanılarak yani tek kelimeyle egemenlik sayesinde mümkün olacaktı.

Hz. Muhammed hiçbir zaman ölümlü bir insandan farklı olduğunu iddia etmemişti. O tanrının peygamberi ve tanrının kullarının lideriydi ama ne tanrısaldı ne de ölümsüz. Bununla ilgili olarak önceki peygamberler de gelip geçmişlerdir. Şayet o da ölürse ya da öldürülürse o zaman sizlerde tabanlarınız üzerinde geri mi döneceksiniz.

Peygamber ölmüştü ve yerine başka bir peygamber gelmeyecekti. Müslüman cemaatinin ve devletin lideri artık yoktu. Yerine birinin gelmesi gerekiyordu. Bu acil gereklilik karşısında peygamberin yakınındakiler, aralarından birini seçtiler. Bu da, Müslümanlığı ilk kabul edenlerden ve en saygın kişilerden biri olan Hz. Ebubekir'di. Hz. Ebubekir liderliği için, tarihçilik geleneğindeki görüşe bakılırsa, Arapça'da duruma denk düşen bir belirsizlikle hem halef hem vekil anlamına gelen 'Halife' unvanını seçti.

HALİFET-ÜL RESUL

Anlamı çok açık olmayan bu unvan, bazılarına göre Halifet-ül Resul Allahyani Allah'ın peygamberinin halefi, bazılarına göre de Halifet-ül Allah yani Allahın vekili demekti ki, bu ikincisinin imaları farklı sonuçlara yol açabilirdi. Hz. Ebubekir'i devletin başına getirenler bunu düşünmemiş olsalar da büyük halifelik kurumu, yani İslam dünyasının en üstün egemen makamı böylelikle kurulmuş oldu.

Aslında büyük değişiklik, birbirine paralel biçimde sürdürülen asimilasyon ve sömürgelileştirme süreçlerinde gerçekleşmişti. Araplar önce egemen asker sınıfıyla bir işgal ordusu, üst düzey memurlar ve toprak sahiplerinden oluşan yönetici bir azınlık olarak kurumlaştılar. Daha önceki yönetimlerin devlet topraklarına ve fetihlerden kaçan mültecilerin topraklarına Arap Devleti tarafından el konulmuştu.

İslam egemenliğinin ilk yüzyılındaki siyasi ve askeri değişiklikler, önemli toplumsal ve ekonomik değişiklikleri de beraberinde getirdi. Tüm fetihlerde olduğu gibi Arap fetihleriyle kamu, özel ve kilise mülkiyetinde donmuş haldeki büyük zenginlikler, tekrar piyasaya sürülmeye başlandı. İlk Arap tarihçileri aşırı masraf ve ganimet olaylarıyla dolu anlatıları hayli çarpıcıdır.

Onuncu yüzyıl yazarlarından El-Mesudi, fetihleri de ele geçirilen bazı büyük zenginliklerden söz etmiştir. Mesudi, Halife Osman'ın öldürüldüğü gün özel varlığının yüz bin dinar (Roma ve Bizans altını) ve bir milyon dirhem (Pers gümüş sikkesi) olduğunu, mülklerinin de yüz bin dinar hesaplandığını ve 'pek çok at ile deve de bıraktığını' söyler.

Bugünü daha iyi anlamamız açısından birkaç örnek daha verelim: İslamiyet'i ilk kabul edenlerden ve erken İslam tarihinin önemli kişilerinden El-Zübeyr İbn ül-Avam, Irak'ta Kufe ve Basra ile Mısır'da Fustat ve İskenderiye kentlerinde çeşitli evlere sahipti. Onun Basra'daki evinde tüccarların ve denizaşırı tacirlerin ikamet ettiği biliniyor. Öldüğünde hesap edilen varlığı nakit elli bin dinarın yanı sıra 'bin kadın ve erkek köle, bin at ve söz konusu şehirlerde pek çok evdi.

Yine peygamberin yakınlarından Talha İbn Ubeydullah El-Taymi'nin Kufe'de büyük bir evi olduğundan, Irak'taki topraklarından günde bin dinar ve el şara bilgesindeki topraklarından ise bundan daha çok gelir elde ettiğinden söz edilir. Ayrıca Medine'de tuğla ve tik ağacından yapılmış bir ev vardı. İlk Müslümanlardan Abdul-Rahman İbn Avt, yüz at, bin deve on bin koyuna sahipti. Öldüğünde varlığının dörtte biri, seksen dört bin dinar değerindeydi. Zeyd İbn Tabit öldüğünde, baltalarla parçalanan altınlar ve gümüşler ile yüz bin dinarlık mal mülke sahipti.

İbn Munya öldüğünde yarım milyon dinar ve üç yüz bin dinarlık arazi ve çeşitli maddi eşyaları vardı. Hz Muhammed'den sonraki süreç tam tersine izledi. Toplumun genel güvenlik ve kamusal yarar gereksinmesini kötüye kullanıp gaspçı bir savaşçı-iktidarlığı olarak kendilerini örgütleyen güçler, korkunç bir çabayla kendilerini tümüyle egemen kıldılar. Despotikleşen devlet, toplumların sırtına bir kene gibi yapıştı.

Amacımız Hz. Muhammed'in yarattığı barış dininin kısa bir kesitini sunmak ve ardıllarının günümüze kadarki pratiklerine bir ışık tutmaktır. Bilinir İslam kelime olarak her ne kadar barışı çağrıştırırsa de etkili bir Arap ulusal savaş ideolojisidir. Günümüzün küreselleşmesi gibi dünya çapında küreselleşmek ister.

Cihat en büyük ibadettir. Cihat (savaş) yolunda fethedilen her şey senindir. Yenilenleri istersen köle kılabilirsin. Kadınlara olduğu gibi el koyabilirsin. Günümüzün iktidar tarzı gibi sadece askeri fetihle yetinilmemiştir. Fethedilenlerin tüm sosyal, ekonomik, inançsal değerleri üzerinde denetim ve h‰kimiyet kuruluyor. Zihni egemenlik en yoğun yaşananıdır.

AKP ve Erdoğan ideolojik olarak tüm Ortadoğu toplumunu yeniden biçimlendirme iddiasındadır. Halifeliğe soyunması boşuna değildir. Herkese tek ve inanmış ümmet anlayışı, peşi sıra ırkçı, milliyetçi anlayışı dayatması anlaşılırdır! Büyük bir maharetle yaratılmak istenen tek tanrılı ideoloji ve toplum, aslında tek yetkili olarak sultanlığın ideolojik temelidir. Mümin tabanla sultan tepeyi ustaca yaratan İslam, belki de dünyada merkezi feodalizmin en usta teorisidir.

İslam dininin eşitlik ve barışçıl olduğu söylenir. Ne yazık ki, bugün iktidarda bulunan AKP bunun tam tersini yapmakta. Kadınlara karşı kötülük var mı, var. İslamiyet adını kullanıp, milyon dolar servet edinenler var mı, var. Eşitlik, adalet ve özgürlük isteyen insanlar hunharca öldürülüyor mu, öldürülüyor.

Burada Erdoğan'ın İsrail'e yaptığı çağrıyı hatırlayalım. İsrail'e 'öldürmeyeceksin' demişti. Ama aynı Erdoğan'ın başında bulunduğu ve onun talimatlarıyla-ki burası da tartışılır-hareket eden ordu, kimyasal silahlarla öldürüyor mu, öldürüyor. Beş vakitte secdeye dururken ne düşündüğünü merak ediyorum.

Ama bu ülkede normal olan herhangi bir olay olağandışı gibi gösterilir, olağandışı olan ise, normalmiş gibi ele alınır. Çünkü gerçek hem çıplak, hem de korkutucudur. Paradoksları bol olan bir ülkede yaşadığımız için, gerçekte anlaşılamıyor. Ama şu gerçek ki, barış Gazze'ye lazım olduğu kadar Amed'e de lazımdır.

Abdullah ÇELİK *
*Adıyaman E Tipi Cezaevi

Hiç yorum yok: