6 Ağustos 2010 Cuma

38’i yaşayan Gülizar’ın öyküsü

Yeni_Özgür_Politika “Gülizar, bugün İstanbul’da bir evde tek başına yaşamakta olan 83 yaşlarında bir kadın. Kendisi annem olur. Bu romanda, romanın başlangıcında 5 yaşında olan bir kız çocuğu.“
‘Perperik-a Söe’ ya da ‘Gece Kelebeği’. Haydar Karataş’ın, İletişim Yayınları’ndan çıkan romanının adı. 1938 Dersim katliamı sonrasında yaşanan acıları, yoklukları ve açlığı insani bir duygusallıkla işleyen kitap, 72 yıl önce yaşanan acıların aslında hala ne kadar taze olduğunun da bir kanıtı. Kitabın yazarı Haydar Karataş, romancı hassasiyetten yola çıkarak, tarafsız, yalın bir dil kullanmaya özen gösteriyor. Yazar; kahramanlarını sıradan, acı çeken insanlardan seçerken, sıradan halkın yaşayış biçimini oldukça iyi yansıtıyor. Haydar Karataş, 1973 yılında Dersim’de doğdu. 1992 yılında tutuklanarak, Türkiye’nin çeşitli hapisanelerinde 10 yıl 4 ay tutuklu kaldı. Cezaevinden çıktıktan sonra İsviçre’ye yerleşen Karataş, yazın uğraşısının dışında Luzern Yüksekokulu Sosyal Kültür Bölümü öğrencisi. ‘Gece Kelebeği’ni yazarı Haydar Karataş ile konuştuk.

Söyleşimize „Gece Kelebeği“nin nasıl doğduğuyla başlayalım istersen..?
Cezaevindeyken Dersim’le ilgili 3 ciltlik bir roman yazmıştım, bunlara cezaevi idaresi tarafından el konuldu. Cezaevinden çıktıktan sonra İsviçre’ye kaçtım ve burada yeniden yazma gereği duydum. Ancak bu kez annenim öyküsüyle başlamak istedim. 3 ciltlik bir roman, ilk cildini yayınladım, annemin öyküsünü anlatıyorum burada. Doğuş öyküsü bu. Geçmişiyle uzun yıllar uğraştım ancak arka planda annemin kurgusunu ekledim, tek fark o.

Gece Kelebeği ne ifade ediyor?
Gece Kelebeği’nde birinci çağrışım şu; bu insanların sadece gece hareket etme olanakları var. 38 olayları yaşandıktan sonra sürekli saklanıyorlar ormanlarda. İkincisi ise ‘Gece Kelebeği’ orada bir bebeğin ismi; çok garip bir tesadüf oldu. Erkekler öldürüldükten ve sürgünden sonra köyleri yakılıyor, tüm bu olaylar sırasında anne 5 yaşındaki kızıyla bir söğüt ağaçlarının arkasında saklanıyor ve orada söğüt dallarından bir bebek yapıyor kızına. Öncelikle iki söğüt dalını birbirine bağlıyor daha sonra yapraklardan elbise yapıp giydiriyor. İsim olarak da ‘Perperik-a Söe’ yani Gece Kelebeği adını veriyor. Neden bu ismin verildiğini bilemiyorum tabii ama anne böyle bir isim vermiş bebeğe. Ben de onu romanın ismi olarak seçtim.

Romanın diline ve dokusuna sözlü bir kültür anlayışı hakim. Bu anlatı tarzının kaynağı ne?
Aslında roman anlatısının çıkış noktası Roma İmparatorluğu zamanıdır. O dönem roman demek kenar semtlerde yoksul insanların çocuklarına anlattığı hikayeler demekti. Çıkış noktası sözlüdür. Coğrafyamızda hala sözlü kültür hakimdir. Mesela Dersim tarihinde klam söyleyicileri bu kültürün temsilcileridir. Kürtlerde bu dengbêjdir, Türkmenlerde de ozan geleneğidir. Birbirine çok benzerler. Ermeni ve Süryanilerde de benzerlik gösterir. Dengbêjler, ozanlar, klam söyleyicileri, toplumsal doku içerisinde yok oluyorlar yavaş yavaş. Ozan kalmadı bizde. Sağolsun bazılarını devlet yaktı. Biz ozanın derisini yüzen bir toplumsal anlayıştan geliyoruz. İşte Nesimi’nin derisini yüzer, Sakarya ırmağına atar. Son olarak Sivas’ta ozanları yaktı toplumumuz. Ozan geleneği yok edildi Anadolu’da. Onu biraz yansıtmaya çalışıyorum bu romanda.

Biraz da Gülizar’ı konuşmak istiyorum sizinle. Kitabını ona ithaf etmişsin. Kimdir Gülizar?
Gülizar, bugün İstanbul’da bir evde tek başına yaşamakta olan 83 yaşlarında bir kadın. Kendisi annem olur. Bu romanda, romanın başlangıcında 5 yaşında olan bir kız çocuğu.

5 yaşında bir çocuğun bu kadar ayrıntıyı hatırlaması..?
Çocuk sadece babasının başının kesildiğini hatırlıyor, başka bir şey hatırlamıyor. Gerisini ona daha sonraları annesi anlatmış. İçerisinde hayalimsi anlatımlar da var tabii ki. Annem buraya yanıma geldi, güçlü bir hafızası vardır, pek çok insan tanır; Dersim yapısını, Dersim tarihini çok iyi bilen bir kadın. Mesela oradaki insanların tiplerini, nasıl öldürüldüklerini, nerelere sürüldüklerini hepsini bilir. Bu insanı hayrete düşürüyor. Her karakter üzerine yapılmış ağıdı bilir, nasıl bir ağıt yakıldı, nasıl söylendi bilir. Bunları ben birileri ileride belgesel olarak kullanmak ister diye kayıt altına da aldım.

Gülizar ne zamana kadar yaşadı Dersim’de?
Annemin, 1994’de evi yakıldı. 11 ineği vardı. İnekleri ve koyunları evle birlikte yakıldı. Ondan sonra İstanbul’a göç etmek zorunda kaldı. Geldiğinde hiç Türkçe bilmezdi. Orada Türkçe’yi öğrendi. Çok iyi Türkçe, Kürtçe ve Zazaca konuşur. Ayrıca epeyi bir Ermenice de konuşur.

Gülizar’ın yaşadıklarını anlatırken ki hali nasıldı?
Aslında roman yazarları çok duygusal görünürler ancak onlarda da acımasızlık vardır. Çok sonrasında düşündüm hani gerekiyor muydu kadına bunları yeniden anlattırmak diye...

Rahatsızlık duydu mu?
Tabii mesela kabuslar görmeye, kendi kendine konuşmaya başladı. Burada 1 ay yanımda kaldı, ilk 10 gün çok rahattı. Ben bu hikayeleri anlattırdıktan sonra kötü oldu. Anlattırmayı kestim daha sonra. Rüyalarında bağırmaya başlamıştı. Ancak bu kadın bir süre sonra gece-gündüz durmadan anlatmaya başladı. Böyle bir çalışma yapıyorsanız, annenizi toplumsal travmaya kurban ediyorsunuz. Ben kurban ettim o kadını. Ve şimdi hayatı değişmiş durumda. Birden hastalıklar çıkmaya başlamış. Çünkü bunların çoğunu unutmuştu, konuşulmuyordu doğrusu. Ancak böyle travlamalardan kurtulmak için yazılı bir geçmiş ve tarih de olmadığı için Dersim üzerine çok şeyler söyleniyor, herkes kendine göre bir şeyler çıkarıyor.

Anlatmaları tehlike ancak anlatmamaları da tehlike diyorsun...
Aslında anlatmamaları değil, siyaset yapanlar zaten halkın anlatmasını istemezler. Çünkü argümanları birbirine uymuyor pek. Politikacılar halka sormak istemezler. Romancı ise halka soruyor bunu. Tabii, travma çok derindir. Toplumsal travma denilen şey, bir kişi dahi öldürülse ortaya çıkıyor. Örneğin Hrant Dink öldürüldü, sadece bir kişiydi ama Türkiye’de yaşayan Ermeni aydınları, toplumu çok derin etkilendi bundan.

Katliamı yazıya dökmek... Zorlandınız mı? Yazarken neler hissettiniz?
Şöyle diyeyim, aslında bu roman çok trajik ve konusu sert. Bunu yaşadığımız coğrafyanın koşullarının sert olmasına bağlıyorum. Bugünkü canlı Kürt sorunu, Alevi-Kızılbaş sorunu denilen konular, Desim konusundan çok daha sert konulardır. Bunu nasıl işlemem gerektiğini, bu romanı okuyan herkes kendisini bir yere koymadan, çıplak bir şekilde bu insanları nasıl görebilir diye çok düşündüm.

Şiddet ve nefretten uzak bir dil kullanmışsın...
Aslında okurun bundan ne çıkarmak istediğine bağlı. Benimle konuşanların büyük bir çoğunluğu o sertliğe çekmek istiyorlar. Ancak burada söz konusu olan, bu temayı işlerken bu acıyı okura yaşattırmamak istedim, okuyan insanın bu öfkenin dışında hareket etmesi gerektiğini düşündüm. Sert konular arasına masallar ve o atmosferin kendisini de ekleyerek hafifletmeye çalıştım. Çünkü okuyup da travma yaşayan insanlar var, özellikle kadınlar çok okuyor kitabı.

Gülizar’ın anlattıklarının dışında kendinizden ne kattın romana?
Arka plan Gülizar’ın ama sonuçta roman teknik bir kurgu. Edebiyatçı olarak nerede durduğun, hangi roman akımı içinde bulunmak istediğin çok önemli. Nereden işlemek ve kahramanı nasıl yaratmak istiyorsun, o yazarın kendisine aittir. Onlar böyle mi yaşadı onu bilemem, tabii ancak ben bu olayı böyle işliyorum, böyle hissettim. Yazarın anlatıcıdan hissettiği budur. Şunu da ekleyeyim, yazar bir nevi kendi gerçekliğini anlatır aslında.

Kitabınızla birlikte bir Dersim edebiyatı söylemi gelişti son dönemlerde. Romanın yerel, ulusal ya da evrensel edebiyat türlerinin hagisine ait sence?
Edebiyat dünyanın her yerinde yereldir. Yereli anlatır ancak evrensel bir dille anlatır. John Steinbeck Kaliforniya’yı anlatır ancak bir Kaliforniya edebiyatçısı değildir. Oradaki insan tiplerini dünyamıza taşır. Dersim edebiyatı söylemini ise ayrıştırmak lazım. Dersim edebiyatı denilen şey, Dersim kimliği tartışmasıdır. Bu politik bir deyimdir. Dersim’in bir kimlik olduğunu söyleyen bir kesimdir. Bu aynen „ulus edebiyat“a benzer. Kısaca, Dersim edebiyatı olmadığını düşünüyorum, ama Dersim coğrafyasını anlatan romancılar olacaktır.

Sürgünde değil de ülkede yazmış olsaydın motivasyonun nasıl olurdu?
Tabii, çok isterdim orada olmayı. Bugün Desim’in yaşlıları Elazığ’a göçetmiş durumdalar. Onların içinde yazmak isterdim bu romanı. Romancı ancak sokağa çıktığı zaman kahramanlarını görür. O adamın yürümesi, yemek yemesi, oturup kalkması, birine seslenmesi gözüne ilişiyor. Ne yazık ki yıllardır ben bundan kopuk yaşıyorum. Aslında çocuk diliyle yazmamın nedeni biraz da bu belkide.

Günün birinde ait olduğun yere dönmek ister miydin?
Aslında 1994 yılında hapisanede karar verdim. Eğer çıkarsam Türkiye’de yaşamak isterim dedim. Nedeni de insan acılarıyla büyümek istiyor, başka bir yere gitmek yerine orada var etmek istiyorsun kendini. Ben halen kendi acılarımda yaşamak isterim. Benim bütün öyküm orada, ölen arkadaşlarım orada. Orada yaşamak isterim.

Yeniden yazmak istediğinde nasıl bir roman yazarsın?
Bu romanın öncesi ve sonrası olan iki cilt daha hazırlıyorum, bunu da buradan duyurmuş olayım. Annem hala hayattayken bunları yazıp tamamlamak istiyorum. Bir tanesi sürgünlerin dönüşünü anlatıyor...

‘Yayınevi kitabımı sansürledi’


Kürt edebiyatı katliamlar dışında sevgiyi ve aşkı da işleyebilecek mi günün birinde?
Kürtlerde zengin bir edebi geçmiş var. Bakir bir toprak. Dengbêj kültürü var. Bu bakir toprağı, aslında romanın karakterini oluşturmada hazır bir malzeme var elinde. Gidip bir dengbêji dinlediğin zaman, bu dengbêj bir Kürdü tarif ederken, onun düğünde oynamasını, halay çekmesini, mertliği yiğitliği anlatır. Bir karakter oluşturma var toplumda. Kürt edebiyatında malzeme var; ancak nasıl aşılır bu Kürtlerin edebıyata olan ilgilerini, nasıl doğurmak lazım? Bunun üzerinde tartışmak gerekiyor bence. Kürtler müzik dinlemesini seviyor ancak okumasını sevmiyor. Bir de roman okurunu bulmak lazım, o çok zor bir şey. Romancıyı yaratan roman okuyucusudur.


Entelektüel anlayışın doğmaması da bundan kaynaklı diyorsunuz?
Tabii, politik bir anlayış var. Roman bu politik anlayışın dışına çıkabilmeli ki, kendisine karakter yaratabilsin. Roman özgürlüğü sever çünkü. Eğer özgürlük varsa roman vardır. Toplumsal özgürlüğün kendisi varsa, rahatlık varsa toplumda romancı, karakterini istediği gibi yaratabiliyor. Ne yazık ki bugün hala sansür anlayışı hakim. Benim romanım da bu sansür anlayışından nasibini aldı.

Nasıl?
Atatürk’le ilgili şeyler yayınevi tarafından sansür edildi mesela. Bu şunu gösterir; Türkiye’de yayıncı ve yazarın kendisi cezai baskılar altındadır hala. 12 Eylül baskısı hala devam ediyor. 12 Eylül kuşağının şairi yok, romancısı yok. O dönem pek doğru düzgün işlenmedi, çünkü hala özgürlük ortamı oluşmadı. Buna rağmen sinema ve müzik, roman alanında kıpırdanmalar var.

AYDIN YILDIRIM

Hiç yorum yok: