6 Ağustos 2010 Cuma

Ateş ayrıldı ocaktan, kül tutuştu, duman yanıyor


Şeflerin zamanında savaşlar da kirlenmeye, yozlaşmaya devam ediyor. Çünkü savaştan beslenen toplumlar, toplumsal doğayı yaralıyor ve sakatlıyor. Savaş, insanları ve toplumları birbirine yabancılaştırıyor ve Hakikat'in parçalanmasına, Hakikat'in yerini aldatmasına, yalanın almasına yol açıyor. Marduk ile doruğa ulaşan kirli savaşçı ve tüccar toplum tamamıyla eril bir toplum açığa çıkarıyor. Asur İmparatorluğu da bunun yoğunlaşmış bir formu idi. Bütün yönleriyle bir kirli savaş imparatorluğu.

O Prusyalı General Clausewitz'in 'Savaş Sanatı' kitabında; Asur ordularının işgal ettiği ülkelerde uyguladığı zalim yöntemleri de anlatıyor. Evleri yıkmak, insanları kıyımdan geçirmekle yetinmiyor Asurlular. Tarlaları tahrip etme, hayvanları telef etme, meyve ağaçlarını kesme ve ormanları yakma ile tamamlarlarmış işgallerini. Daha sonra Roma İmparatorluğu'nun Kartaca'ya yaptığı gibi.

Tabii ki haklı savaşlarda, Tanrı'nın kararı sayılan savaşlarda da bu kirli savaş imgeleri yansıyabilir. Örneğin Med-Pers-Babil-İskif ittifakının yıktığı Asur İmparatorluğu'na da. Bu savaşta, bu özgürlük savaşında bile: 'Hiçbir kent Ninova kadar tahrip edilmemiştir. Ve hiçbir İmparatorluk bu şekilde yok edilmemiştir.' der, Gora Vidal, 'Ben Cirus' adlı yapıtında.

Bir de İkinci Paylaşım Savaşı'nda tabii ki. O ünlü 'Moskova Önlerinde' yani faşist Nazi orduları karşısında, Bilge Komutan Panfilov'a da bulaşma tehlikesi gösterir. Volga Savunma Hattı'nda güçlü bir savunma kurmuştur. Sağlam bir mevzilenmesi ve Stalingrad savunmasındaki zaferin morali de vardır, lakin hattın yüz, yüz elli metre ilerisinde, batıda, sık bir orman bulunmaktadır. Kadim kayın ve sarıçam ormanı. Panfilov, akşam günbatımında ormana öfke ile bakmaktadır, bir Nazi'ye, belki de Hitler'e bakar gibi. Orası tehlikelerle doludur; her an şeytani karanlık bir güç oradan çıkıp savunma hattını yerle bir edebilir. Ve kendisini de utandıran bir küfür savurur. Ormanı yakamaz, kesemez; çünkü bunun çok daha büyük bir cinayet olduğunu düşünür ve kötü ruhları karşılamaya hazırlanır.

İnsanların ve toplumların beşiği olan Anadolu ve Yukarı Mezopotamya ormanları yok ediliyor ve yakılıyor. Köprü, yol ve maden aramaları için kesiliyor ve milyonlarca ağaç devriliyor. Göklerin özenle beslediği ormanlar yok ediliyor. Tekeller doğayı tahrip etmede sınır tanımıyor. Yeni Asur hükümetleri doğa ve insan kırımında nerede durulacağını bilmiyor. Ve Yukarı Mezopotamya'nın milyonlarca yıllık kadim ormanları yanıyor. Kırmızı dağ ormanları yanıyor, Zergovit, Geyik, Marsık ormanları yanıyor, Mısrafa, Çırav, Deştan, Bercelan, Bêgejne ve Rubarok ormanları da. Ekinler, meralar ve meyve bahçeleri de yanıyor.

Böcekler, karıncalar, kelebekler, kuş yuvaları, kaplumbağalar, tavşanlar, sincaplar yanıyor. Yuvaları, yiyecekleri yanıyor. Yaşamları, gelecekleri yanıyor. Derler ki Kırmızı Dağ yandığında bir tilki belirir dumanların arasından ve uzak bir kayalıkta yükselen dumanlara bakar. Üç gün üç gece için için yanan ormanı izler. Göklerin yardımını bekler, lakin bir ölüm sessizliği vardır. Ve hiçbir canlıya ait olmayan sesler duyar. Öyle ürkütücü. Günbatımında uzak Munzur'a doğru koşmaya başlar. Gündoğumunda Munzur'un dinginleştiği ve ormanla buluştuğu bir meşeliğe varır. Aç, yorgun, şaşkın ve bitkindir. Orada, ormanda, Munzur'un kıyısında, kayalıkların arasında uyur.

Uyandığında gün devrilmek üzeredir. Çok acıkmıştır. Bitkindir. Munzur'un sularında yorgun kanatlarını serinleten, oynayan yaban kazlarının seslerini duyar. Munzur'un dingin ve gümüş gibi parıldayan sularına bakar. Kıyıya doğru sessizce, sinsice ilerler. Yerde sararmış yapraklarıyla bir meşe dalı bulur. Dalı ağzına alır, buz gibi sulara dalar. Suda yaban kazlarına doğru sürüklenen bir meşe dalı ve kor gibi yanan bir çift göz vardır. Yaban kazları uzun uçuşlarında serin suyla kanatlarını dinlendirmekte ve nehrin bereketiyle beslenmektedir. Ansızın suda bir kaos, bir pıtırtı kopar. Tilki bir yaban kazını boğazından yakalayıp kıyıya doğru sürüklenmektedir. Kendinden geçmek üzeredir. Yaban kazı da artık çırpınmamaktadır. Ve diğerleri de nehrin daha aşağısında, suyun artık köpüklendiği yerlerde serinlemeye ve dinlenmeye devam etmektedirler. Güneş, yanan ormanların üzerinden ulu dağların arkasına çekilmek üzeredir. Tilki, yaban kazının kendisine sunduğu yaşamla yeniden eski gücüne kavuşmaktadır, lakin korku içindedir. Ya bu orman da yanarsa nereye gidecektir?


'YENİ ATLANTİS'

Uzaklığın sisi içinde duyacaksın ki cihan yanıyor
Bir gün bir şehir yanarsa anla
O bırakıp gittiğin Esfehan yanıyor

Çekilen bir göl gibi hüzün
Yüzünde zaman yanıyor.


Aydınlanma Hareketi'nde bir de doğaya dönüş felsefesi vardır. Rönesans ve Reform kadar önemli bir gelişmedir. Bu dönüş demokratik modernitenin esası olmakta ve erkek egemen bakış açısının değişimi de demektir. Doğaya dönüş ve erkek egemen bakış açısından öyle derinlikli bir gelişme değildir tabii. Bir başlangıçtır. Değerli eserlerin yaratımında ve zihniyet değişiminde önemli bir adımdır.

Her halk ve toplum Aydınlanma Hareketi'nden farklı etkilenmiştir. Bu etkilenmeler muhakkak ki yüzeyseldir. Bazıları bilim yönteminden, bazıları ekonomik gelişiminden öncelikli olarak etkilenmiştir. Örneğin Osmanlı saray yönetiminin belki de ilk etkilendiği yenilik doğaya dönüştür. Bu durum ve öncelik tarihçilere tuhaf gelebilir; lakin henüz ciddi bir yenileşme hareketi yok iken 'Lale Devri'nin yaşanması ve şair Nedim'in doğa içerikli şiirlerini nasıl açıklayabiliriz? Zira Ortadoğu inanç sisteminde de ölü doğa esastır. Ve bu doğa da aldatıcı ve külleyin yalandır. Bu taş gibi dogma belki Nedim ile yıkılmaya yüz tutmuştur. Bugünkü iktidarın eski Osmanlı doğa anlayışından, doğanın anlamsızlığından zihniyet olarak derin etkilendiği aşikardır. Yoksa doğa kıyımında, ormanların kıyımında ve yakılmasında ki tutumunu nasıl açıklayabiliriz?

Tabii ki halk edebiyatını bunun dışında tutmak gerekir. Çünkü halk edebiyatı genellikle doğayı içerir ve kutsar. Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan ve Faqî Teyranî'de doğa Kutsal Ana simgeleri ile dile getirilmiştir. Bu kadim geleneğin derin etkisi ve doğa aşkı, değerli yazar Yaşar Kemal ve Aşık Veysel ile doruğa ulaşır.

Aydınlanma Çağı'nın alimleri, filozofları, bilim insanları ve sanatçıları doğanın kutsal değerini iade etme düşüncesinde idiler. Özellikle felsefe ve sanat bunun değerlerini inşa ediyordu. Kilise bile yumuşamıştı. Kilise de kadim inanç geleneğinde kutsanan Lotus, gül gibi imgeleri ruhani semboller olarak kullanagelmişti. Ve kilisenin denetiminde olan saray sanatçıları bu iki çiçeğe ilahi yorumlar ve gizemler yüklemişlerdi. Daha sonra lale ve devrimlerin sembolü karanfil bu imgelerin yerini almıştı.

Doğaya dönüş ve eril iktidar fikrinden (doğaya dönüş ve eril iktidar fikrinin sona ermesinden korkan) büyük bir oburlukla gelişen kapitalistler, o kömür ve çeliğe tapan doyumsuzlar, birden Francis Bacon'u (1562-1626) icat ettiler. Bacon'un yöntemi, 'tarafsız', 'nesnel', 'bilimsel' bir yöntem değildir. Doğa ve kadınlar üzerinde kurulan hakimiyet ile açıklanır. Ayrıca Batılı olmayan kültürler gibi konularda, özellikle savaşçı-erkeksi bir saldırgan tutum meşrulaştırılır. Bacon'a göre 'öfkeli insan becerisine maruz kalan nesne doğası gereği, doğal özgürlüğünden çok, kendisine ihanet etmeye hazırdır.'

Yeni zamanların koloni ve ilhak savaşlarında, saldırıya uğrayan toplumlardan bu ihanet beklentisi matematiksel bir veri gibi esas alınıyor ve politikalar bu temel üzerinde şekilleniyor. Halkların doğası hiç mi hiç hesaba katılmıyor. Irak, Afgan, Kürt, Filistin halklarına da uygulanan bu yöntem oluyor.

Doğayı koruma ile ilgili ahlak ve yasalar da bir anlam ifade etmiyor. Örneğin TBMM'de Orman Bakanı'na, 'yakılan ormanlar' soruluyor. O da 'Bunlar nitelikli olmayan ormanlardır. Bir iki yıl içinde yine kendilerini yenilerler' diyor. Para ve ırkçılığın bakış açısı bu.

Bacon'un 'Zamanın Eril Doğumu' hem doğaya hem de topluma egemen olacak 'kutsal bir kahramanlar ve üstün insanlar ırkı yaratma' vaadinde bulunuyor. Yine Bacon'un 'Yeni Atlantis'inde Hz. Süleyman'ın Sarayı'ndan yönetilen Bensalem bir bilimsel araştırma kurumudur. Erkek bilim insanları bu kurumda, toplum için kararlar aldığı gibi kurumun özel mülkiyeti olarak kalan sırlardan hangilerinin açıklanacağına dair kararlar da almakta idi.

Günümüzde Bacon'un Bensalem'de çağdaş Hz. Süleyman'ın evlerinde, yani tekel laboratuvarlarında ve yine tekellerin desteklediği üniversiteler tarafından yürütülen araştırma programları ile aynı şeyler yapılıyor.

Bensalem'lerde toplumların kaderleri, savaş ve barış ve huzur durumları, yeni paylaşım düzenlemeleri hakkında kararlar veriliyor. Dünya halklarının neyi ekip biçeceğine, nelerin üretileceğine, kaç kişinin çalışacağına, kaç kişinin işsiz kalacağına, derelerin, ormanların, madenlerin, hatta verimli toprakların, yeni imar alanlarının kimlere satılacağına karar veriliyor. Ve hükümetler de egemen olduklarına inandırılıyor.

Ülkemize daha yeni taşınan tekel yasalarının önü açılıyor. Suların kontrolü, tarımın, ormanların, besiciliğin kontrolü nasıl olacak? Hangi tekellere satılacak? Şimdi bu planlar uygulanıyor. Tüm bunlar halkların iradesi dışında gelişiyor. Bu zaman ve bu ülkeye ait olmayan bir Bensalem hükümeti tarafından tek bir beden olmuş Türk ve Kürt halkının arası açılarak bu toz duman içinde bu vurgunlar yapılıyor. Kürt aydınlanması bunu fark ettiği için demokratik bir mücadele veriyor. Türk köylüsü kendi doğasını korumak için direniyor. HES'lere karşı ortak platformlar ve sularını korumak için derelerin kardeşliği ile Bensalem hükümetine karşı duruş sergiliyor.

Bacon'a göre, doğa artık Ana Doğa değil, saldırgan erkeksi akıl tarafından fethedilmiş bir dişi doğadır. Hükümete göre de öyledir. Daha fazlası ise para ve iktidardır. Yoksa toplumda barış ve doğa da birlik ve uyum var iken, yok etmede ısrar, yakmada ısrar, yıkım ve kıyımda ısrar hangi akıl, duygu ve kültürle açıklanabilir?

Fethi SUVARİ*

*D Tipi Kapalı Cezaevi C1/2 DİYARBAKIR

Hiç yorum yok: