4 Ağustos 2010 Çarşamba

Ahmet Altan ve Heron

Türk aydını Ahmet Altan, heronlardan ve termal kameralardan bir an için aklını alıp, dünkü yazısında bize mutlu yaşamanın sırrını verdi.
“Sarımsağı kıvamında yoğurtlu yaprak sarma.”
Kendileri, savaş yorgunu düştüklerinde rahatlatıcı ara yazılar yazar, hem kendilerini hem bizi yumuşatmış olurlar.
Halbuki kendisine, heronu iyi çalışan, termal kameraları cin gibi gören ve güvenliği en üst düzeyde olan bir sınır karakolunda bir gece geçirmesini önerecektim. Hayat oralarda geceleri nasıl geçiyor, bir görsün rica edecektim.
Kendileri savaşın teknolojisine, sokağın psikolojisine, kırsalın lojistiğine ve devletin kendisine o kadar hakimler ki, her PKK eyleminden sonra bilgiler hemencecik önüne akıveriyor. PKK’nin basacağı karakolun heronlarının algısını bozup, termal kameraların cin bakışlarını bunaltan karakol personeli PKK’ye şöyle diyormuş:
“Gel bizi öldür.”
Ahmet Altan’ın “sarımsağı kıvamında yoğurtlu yaprak sarması”na takılmamak mümkün değil. Kendileri, sıradan insanın mutluluk resmini çiziyor. Yemek yemekten, sevişmekten, sevgilisiyle dalaşmaktan, iş kaybetme korkusu taşımaktan ve sarımsağı kıvamında yoğurtlu yaprak sarmayı düşünmekten başka özelliği olmayan sıradan insanın resmini…
Filozof  Nietzsche, yemekten, tuvalete gitmekten ve sevişmekten başka bir özelliği olmayan insana, “Düşük insan” nitelemesini uygun görür ve bu insanları, heykel yonturken ortaya çıkan, yontu artıkları olarak değerlendirir. Bence de dünyanın en sıkıcı insanı, yemekten, sevişmekten, tuvalete gitmekten başka bir özelliği olmayan insandır. Onun bir saatine bile katlanılmaz. İnsandan daha düşük bir canlı türü olan hayvanlar bu işin alasını yapıyor. Ahmet Altan bizden hayvanlaşmamızı istiyor.
PKK’yi kurcalamaktan bitkin düşüldüğünde sıradanlık bazen sığınılacak dinlendirici, tatlı bir liman olabiliyor.
Savaşa daha profesyonel elamanların gönderilmesini istemek, mevzideki kum torbalarını daha muhkem hale getirilmesi konusunda uyarılar yapmak, heronların daha moderni ve termal kameraların daha cin gözlüsü ile savunma yapmayı önermek, bir savaş uzmanlığı ve savaş taraftarlığıdır. Ben hiçbir yazımda PKK’ye:
“Baskınlarını daha isabetli ve fazla kayıp verdirecek şekilde yap!” diye bir uyarıda bulunmam.
Bulunursam, aydınlık değil, alçaklık yapmış olurum. Aydın insan, sorunların ve haksız ölümlerin özüne inen insandır. Ahmet Altan’ın birçok yazısı, savaşı daha ileri bir teknoloji ve isabetli istihbaratla yürütülmesinin planlarını içeriyor.
Fakat Ahmet Altan, savaş cahili bir insandır. Bütün savaşların temel bir özelliği vardır: Savaşan güçlerin birbirleriye ilişki halinde olması… Birbirleriyle ilişki halinde olmayan bir savaş örneği yoktur. Aynı topraklarda siyaset yapanlar birbirleriyle ilişki halinde olacaklar da, aynı coğrafya üzerinde savaşanlar ilişki halinde olmayacak, öylemi?
O zaman, Kürdistanlı bir birey olarak ben PKK’ye önereyim: Gerilla güçleri yapabiliyorsa, telsiz taramalarında ve başka bir şekilde Kürdistan’daki askeri birlik komutanları ve karakollarla bağlantı kurmalıdır. Onları Kürt hak ve özgürlükleri konusunda ikna etmeye çalışmalı, Kürt halkına saygılı olan, baskı ve şiddet uygulamayan birliklerle karşı karşıya gelmemeye çalışmalıdırlar. Sıla türküsü söyleyerek ilerleyen acemi “Mehmetler”le dolu konvoylara vurmamamalıdırlar. Hatta, yapabilirlerse çatışmasız bir alan tespit edip, Türk savaş komutanlarına isli demlikte çay ikram etmeli ve onlarla daha az insan kaybı üzerine anlaşmalıdırlar. Yine yapabilirlerse, isli demlikli sohbetin resimlerini çekip, manşette kullanması için Ahmet Altan’a göndermelidirler... Savaş, bir can pazarıdır. Ahmet Altan, savaşanları, insan öldürmekten ibaret bir robot olarak görmemelidir. Bütün savaşlarda ilişki halinde olmak temel kuraldır. Bazen kıstırdığın düşmanına çekilmesi için fırsat tanırsın. Bazen tam kuşatmazsın ki, rakibin, ölümüne bir direniş sergilemektense, hayata doğru gevşek bir savunma sergilesin.
Rakibine, aman tanımadığı için ve tüm geri çekilme yollarını kapattığı için kazanmak üzereyken savaş kaybetmiş bir sürü devlet vardır.
Ahmet Altan bir savaş cahilidir ve aynı zamanda savaş kışkırtan bir pozisyondadır.
1992 yılında, Cizre-Silopi arasında gece küçük bir karakolun yanından geçiyorduk. Karakol komutanı başçavuş, tuhaf bir şarkı söylüyordu:
“İleride pusu atılmış leylim ley…”
“O tarafa gitmeseniz iyi olur leylim ley…”

Ahmet Altan, karakol komutanı bir başçavuşun bu şarkıyı neden söylediğinin anlamını bilebilir mi? Bilemez. Bilmesi için İstanbul’un Osmanlı yüreğini değil, Anadolu’nun halk yüreğini taşıması lazım.
Bizi geçiren gerilla komutanına, karakolun niye böyle bir türkü okuduğunu sordum:
 “Karakolun bir roketlik canı var,” var dedi.  “O bize karışmıyor, biz ona. Böylece o canını kurtarıyor, biz de bu yolu kullanıyoruz…

Savaşın doğasına ters bilgisiz şeyler yazan Ahmet Altan, ne kadar PKK karşıtı varsa onları sayfalarında konuşturmakla Kürtler arası gerilimi, hakareti ve güvensizliği artırıyor. Halbuki Kürtler birbirleriyle kavga yorgunu bir halktır. PKK karşıtlığı iki tür seyir izler: Bu karşıtlık iyi ayarlanmaz, Kürtler arası demokratik bir muhalefete dönüştürülmezse, serüven, Türk basın ve ajanslarının ayaklarının dibinde biter…

PKK sorumlularının ve içerideki Öcalan’ın Taraf gazetesine tekzip gönderme durumları yoktur.
Denecek ki, Ahmet Altan, orduyla da uğraşıyor. Zaten sorun da bu ya, Ahmet Altan Türklerin devletinin çağa ayak uydurmayan, çürümüş, Siyasal İslamı kabul etmeyen, sabah kalkıp darbe planlayan kesimlerini satışa çıkarmış. İçine PKK’yi de katıp, hepsini kelepir fiyatına satıyor… Bu satıştan geriye kalacak olan modern bir Türk ordusu, modern bir bürokrasi ve modern bir devlet mekanizması olacak… Devletin çürük yanlarının içine karıştırılıp pazara sunulan PKK satılırsa, bu satıştan geriye, büyük bir hayal kırıklığı, toplumsal cinnet, semt intiharları ve modern Türklüğün dizi dibine perişan bir biçimde çökmüş biçimsiz Kürt yığınları kalacak.

Onun için Ahmet Altan’ın PKK’ye yaptığı vuruşlarla Türk devletinin yamukluklarına yaptığı vuruşlar arasında dağlar kadar fark vardır. Bunu görmemek için aptal olmak gerekmektedir.
Bunları elbette PKK ile çok güzel ilişkileri olan Kürt aydını kimliğiyle yazmıyorum. Aksine PKK ile ilişkilerim her zaman sorunlu olmuştur. Ben onları severim, ama onlar beni sevmez. PKK’yi çoğu yerde savunmama rağmen bu ambargo hiç bitmez. Bir gün gelir, bana kafayı takmış bir sorumlu atanır, onun sayesinde Kürt gecelerinden ve festivallerinden utanç içinde dışarı atılırım. ROJ TV kapıları örneğin bana kapalıdır. ANF, Özgür Politika ve Gündem Gazetesi, pasifik okyanusunun küçük bir adasındaki 28 kişilik bir kabile üyesinin kayalara attığı çizikleri sanat haberi konusu yapabilir, fakat benim Kürtlerin elinde dolaşan romanlarımdan söz etmez. Söz etmek ağır gelir.

Türk basını, Türk televizyonları, ordu ve bürokrasisi boğazına kadar kir içindedir. Türk basını, en az Türk ordusu kadar kirlidir. Buna, Öcalan'ın öldürülmesini savunan Taraf da dahildir.

Ahmet Altan’ın kardeşi Mehmet Altan, Öcalan yakalandıktan sonra, bizde kayıtlı olan bir konuşmasında şöyle demişti:
“PKK, önderini kaptırdı. Kürtler ve PKK, Türklerin karşısında artık yenik davranmalıdır.”
Bu, Türk aydını Ahmet Altan’ın da görüşüdür. Ahmet Altan, tıpkı Türk devleti gibi Kürdün PKK’li olmayanını sevmekte, ona daha çok itibar etmektedir. Çünkü kendilerine göre Kürt kimliği, Türk devleti altında, Türkiye’ye serpiştirilecek hoş görülmesi gereken bir alt kimliktir.
Bize göre ise Türkiye’de Türk devleti tarafından gasp edilmiş bir Kürt coğrafyası ve Kürt iradesi vardır. Biz bu coğrafyayı ismi ve halk iradesiyle birlikte geri istiyoruz ve alacağız.
Bakışlarımız farklı olunca bir karakol baskınını biz, Türk güçlerinin haksız konumlanmasının ortaya çıkardığı çatışmalı bir durum olarak algılıyoruz. Altan ise Türk devletinin güvenlik zafiyeti olarak algılıyor.
Örneğin yüreği yanmış bir kürde göre Tokat veya Dörtyol’daki PKK eylemleri meşrudur. Çünkü Türk devlet güçleri PKK’yi bırakalım Şırnak veya Hakkari’de vurmayı, gidip ta Kandil’de vurmaktadır. Ahmet Altan’a göre ise Kürtler bunu yapamamalıdır.
Ahmet Altan, yirmi milyon Kürdün kendi dilinde tek anaokuluna ve yirmi milyon Alevinin de resmi bir cem evine sahip olmadığı Türkiye’nin aristokrat aydınıdır. Türk aydınları için bu, utanç verici bir durumdur.  Ahmet Altan ve gazetesi, halk çocuklarının kan ve canlarıyla çivilerini söktüğü düzenin; aydın aristokrasisi, Siyasal İslam ve yükselen Anadolu Burjuvazisi lehine çöp çatanlığını yapmaktadır. Bu çok ayıp ve hileli bir şeydir.
Bizler Ahmet Altan gibiler için önemsiz olabiliriz, ama bizim de bir geçmişimiz, mücadelemiz ve kendi toplumumuz içinde bir saygınlığımız vardır. Hatta ülkemizde o kadar yerliyiz ki, ahırlarımızın duvarlarında Asurların, Urartuların ve Medlerin saray taşları vardır. Kendileri pek hatırlamayabilir. 24 çalışanı, yazarı ve muhabiri öldürülen Gündem gazetesinin ilk yayın yönetmenlerinden biriydim. Dünyada 24 mensubu öldürülmüş başka bir günlük gazete örneği yoktur herhalde. Devletten onbinlerce kişi hala katillik maaşı almaktadır.
Gercüş muhabiri Yahya Orhan, bir gün önce telefonla haber geçerken, dört yoldaki büfesinin kuşkulu kişiler tarafından gözetlendiğini söylemişti. Ona, bir süreliğine büfeyi kapatmasını söyledim. Bir gün sonra akşam büfesinin kepengini indirirken çapraz ateşle öldürüldü.
Diyarbakır Delikanlısı Burhan Karadeniz daha bir gün önce “abi, söz bir süre evi terk edeceğim” demişti. Konuştuktan bir gün sonra evinin önünde vurdular. Ona, evinden uzaklaşacağı fırsatı tanımadılar.
Musa Anter’in yeğeni Gündem yazarı Hüseyin Deniz, sürekli takip edildiğini söylemişti son telefon konuşmasında. Birkaç günlüğüne de olsa Ceylanpınar’ı terk etmesini söyledik. 8 Ağustos 1992 tarihinde üç kişi işe gitmekte olan Hüseyin’i çapraza aldı. Biri de yakın mesafeden ensesine sıktı.
Dirabakır muhabirimiz Hafız Akdemir yazıktı, yıllarca cezaevinde kalmıştı. Tehditlerden bıktım diyordu. Cellatlar onun da canını aldılar. Katliam emrini veren üst düzey katiller, saatlerce rica etmemize rağmen, Hafız’ın cenazesine katılmamıza müsaade etmediler. Olağanüstü Hal Valisi Ünal Erkan: “Devlet olarak kararlıyız, bir adım yürürseniz hepinizi öldürteceğim,” diyordu.
Urfa Muhabirimiz Kemal Kılıç, yalnız dolaşmayın diyordu bize. Bizse onun için kaygılanıyorduk. Bunu diyen arkadaşımız Urfa’da, köy yolunda tek başına yürürken öldürüldü.
Ahmet Altan, yetmiş yaşındaki Musa Anter’in, yerde, ak saçlarıyla kanlı upuzun yatan cenazesini görmüş müydü acaba?
Bir Kültür başkenti sayılan İstanbul’un göbeğindeki gazetenin merkez binasını üç grup gözlerdi. Polisler, istihbarat elamanları ve katiller… İstanbul’da minibüs şoförlüğü yapmış iki şoför arkadaşımız vardı. Bengin ve Xanemir… Ozan Xanemir şu an Avusturalya’dadır. Katillere karşı bize semt atlatırlardı.
Ölüm pusularını atlattığım bir gün, aşağı kata indim. Xanemir oradaydı:
“Sür gidelim,” dedim.
“Nereye?” diye sordu.
“Tarabya’ya doğru,” dedim.
Xanemir de Bengin gibi, arkadaki bütün araçlarla kopukluk sağlayacak şekilde kullanırdı arabayı.
İlgisiz bir yere geldiğimizde:
“Bütün takipleri atlattık, şimdi nereye gideceğiz?” diye sorardı.

Bunalmıştım, Tarabya yakınlarında arabayı durdurdum. Boğaz’ın serin sularına attım kendimi. Xanemir de şaşırmıştı. İstanbul’da mutluluk denince aklıma ölüm takibini atlattığım o gün, Van Gölü niyetine Boğaz’a atladığım o an gelir.

Sık sık değiştirdiğim evler, sakallı ölüm timleri tarafından basılırdı. En son, yurtsever bir ailenin evinin içinden çıkılan bir odamız olmuştu. Birkaç kez İsmail Beşikçi ile kaldığım o oda ölüm timleri tarafından üç kez basıldı. Ne iyi ki, o zaman İzmir’deydim. Katiller, silahlı bir şekilde gazeteye kadar girdiler. Girişte tesadüfen yakalanmasa tümümüzü tarayıp çıkacaktı. Katil, serbest bırakılmasını söyledi. Kadırga Polis karakolunun köşesini işaret etti:
“Polisler orada bekliyor, beş-on dakika içinde çıkmasam gazeteyi basacaklar,” dedi.
Devlet koruması altındaki katili, mermileri alınmış silahıyla birlikte serbest bırakmak tan başka çaremiz yoktu.
Böyle katil ve rezil devlet olur mu?
Saldırılara karşı arkadaşların gazeteye iki tabanca getirmelerini söylemiştik.  İki ondörtlü tabanca getirdiler. Öldürülmek için kuşatıldığımızda o silahlarla kendimizi savunarak ölecektik. Başka çaremiz yoktu. 1995 yılında gazete havaya uçurulduğunda, ve arkadaşlarımızın cesetleri ortalığa saçıldığında devlet, patlamayla ortaya çıkmış o iki tabancamızla ilgili gazeteye dava açtı: Açtığı dava sadece buydu.

Kürdistan’da siyaset yapan öğrenci, memur, esnaf, avukat, doktor, her meslekten insan İstanbul’a geldiğinde gazeteye uğrarlardı. Onların ölüm bekleyen tedirginlikleri bizi çok üzerdi. Bunların çoğu, faili devlet olan cinayetlere kurban gitti daha sonra. Türk devleti acımasız vuruyordu. Çok vicdansız saldırıyordu. Bizlere ölüm kararımızı, ilahi müzik eşliğinde dinletiyordu. Kendimi ve arkadaşlarımı o kadar korumak istememe rağmen, Kürdistan muhabirlerinin ve Musa Anter’e yönelik devletin öldürme planlarını aşamadık. O güzel insanlar, binlerce Kürt yurtseveri, halen tümü devlet içinde maaşlı olan katiller tarafından öldürüldü.

En son ben de, o kadar dikkat etmeme rağmen katilim olacakların eline düştüm. Niye öyle yaptım bilmiyorum. Sultanahmet’te bulunan Belge Yayınevinde işim vardı. Yakındı, yazdı, bunaltıcı bir sıcak vardı. Üstümde silah olduğuna dair bir görüntü vermek için ceketimi giyindim. Belime, kemerimin arasına tabanca büyüklüğündeki tahta parçasını yerleştirdim. Tabanca taşımak çok isterdim. Fakat katillerinin karşısında tabancasız dolaşmamız için resmi polis her türlü tedbiri almıştı. Vesikalı silah mümkün değildi, vesikasız olan da yakalandığında örgüt adına silah bulundurmaktan içeri alınıyorduk.
Kadırga Polis Karakolunu geçtim. Daracık bir yol, sur dibinden Sultanahmet’e çıkar. Biraz yol almıştım ki, baktım iki kişi arkamda. Yavaşladım, onlar da yavaşladı. Hızlandım, onlar da hızlandı. İkisi de ceketli ve silahlıydı. O an bütün bir hayatım gözümün önünden geçti. Yetim çocukluğum, hapishanede yaşadıklarım… Diyarbakır’da vurulan Hafız Akdemir… Burhan Karadeniz… Hüseyin Deniz… Musa Anter… Yahya Orhan… Bir can pazarı ortasında çırılçıplaktık… O anda ne yapılabilir ki? Kaçmak, katilleri cesaretlendirir. Sığınabileceğiniz hiçbir yer yok… Sığınacağınız devlet, celladın kendisi… O an, ensesinden vurulan Hüseyin Deniz’i hatırladım. O, habersiz yemişti kurşunu. Ben ise katillerimi görüyordum. Kaçmayı veya bilerek enseden kurşun yemeyi kendim için aşağılık bir durum olarak gördüm. Ama ensenin ölüm üşümesi çok berbat be kardeşim… Düşüncemle yüreğim aynı anda karar verdi. Ani bir refleksle geri döndüm, elimi belime attım ve katillerin üstüne yürüdüm. Kurşunları alından yemek istemek harika bir duyguydu…
Geri dönmemle kaldırımda karşılıklı yürüyen katillerin dengesi sarsıldı. Maaşlı katiller korkak olur. Cinayetlerini karanlıklarda işlerler… Eşit koşullar onlara göre değildir. İki katilin el ve ayaklarının dolaşması, bocalamaları ve elim belimdeyken ölüm korkusu tatmaları cesaretimi daha da artırdı… Benimle aynı kaldırımda yürüyen katilin yanına geldiğimde, ateş edeceğimden öylesine emindi ki:
“Kimlik lütfen, ben polisim,” dedi.
Kimlikten çok, canını kurtarmak için polis kimliğine sığındığını anlamıştım. Elim belimdeyken Kimliğini katil suratına tuttum:
“Yanlışlık beyefendi, özür dilerim!” dedi.
Elim belimdeki tahtadayken beş on metre geri yürüdüm. İki katil kaldırımda titriyordu.
Bizler  bu koşulların insanlarıyız. Abartımız yoktur. Bir çok şeyi de anlatmak istemiyoruz. Türk devletinin ırkçı nefretini ölüm arsızı boynumuzun şah damarında yenmiş bir nesiliz biz. Bizimle bu saatten sonra savaşın ve ölümün diliyle konuşmayacaklar. 
“Sarımsağı kıvamında yoğurtlu yaprak sarması” mutluluğunu kendilerine iade ediyorum. 
Aydın olmanın en sıradan namusunu hatırlatıyorum onlara:
Kendi devletlerinin çıldırttığı, dağlara sürdüğü, hapislere attığı, sürgünlere çıkardığı, linç ettiği, ölüm kuyularında erittiği Kürt toplumunun ensesinden, Türk ırk namlularının geri çekilmesini talep edecekler… Sıradan aydın namusu böyle davranmayı gerektirir.

Hasan Bildirici
bildiricihasan@hotmail.com

Hiç yorum yok: