26 Temmuz 2010 Pazartesi

Direnişçi Alevilik Gerçeği -1

Alevilikte huzur, mutluluk, barış içinde yaşamanın adı tanrıya ulaşma ve tanrı gerçeğinde erime olmaktadır. Bunun diğer bir adı ise özgür ahlaka ulaşmadır, ahlaklı olmaktır.


 Besê Hozat
Tarihi bulgular Kürtlerin ve eski Ortadoğu toplumlarının toplumsallığın gelişmesinde ve neolitik sistemin kuruluşundaki başat rollerini doğruluyor. Kürtler ve diğer Ortadoğu halkları neolitiği çok derinliğine yaşayan bir toplumsal kesimi oluşturuyor. Bu açıdan kökleri tarihin derinliklerine uzanan Ortadoğu halkları komünal yaşam biçimi olan neolitik kültürü çok güçlü bir biçimde özümsemişlerdir.
Neolotik kültürü derinliğine özümseme, kaynağını toplumun yaratım gücünden alır. Bir toplum özgücüne dayanarak ne kadar çok değer yaratırsa o değerleri özümseme de bir o kadar güçlü gelişir.  Yaşamın veya tarihin değişmez bir yasası gibi her insan veya toplum yarattıkları kadardır. Bir toplumun varlığına değer kazandıran, değer katan şey, o toplumun tarih boyu yarattıklarıdır.  Yarattıkları yaratıcıyı her zaman biçimlendiriyor, yaratım anında ona varlık, anlam kazandırıyor. Yaratım ne kadar derinliğine gerçekleştirilirse biçimlenme de bir o kadar derinliğine yaşanıyor.
Yaklaşık 6000-7000 yıllık bir süreci alan neolitik kültür yaratımı Kürtlerde komünal değerlere bağlı çok katı ve ilkeli bir yaşam çizgisi oluşturuyor. Büyük bir emek, acı ve yaşam sevinciyle-sevgisiyle yaratılan bu değerler toplumsal bir gen olarak taşına taşına günümüze kadar getiriliyor. Zamandan zamana aktarılan bu değerler insanlığın üzerinde yükseldiği soy ağacının ana gövdesini oluşturuyor.
Özgürlük, eşitlik, adalet değerleri, toplumsallığı geliştiren, insanı insan, toplumu toplum yapan öz yaşam değerleridir. Bu değerlerin oluşumunda Ortadoğu’nun en eski halklarından olan Kürtlerin rolü belirleyicidir. Devletçi-iktidarcı sistemin gelişimiyle birlikte komünal yaşam sistemi büyük bir darbe alsa da bu sistemin inşacı toplumları ataerkil sistem karşısında büyük direnişler sergileyerek bu değerleri korumuş ve geleceğe aktarmışlardır. Tarihsel gelişim ise sürekli çatallı olmuş, devletçi-iktidarcı uygarlık ile neolitik sisteme dayanan demokratik uygarlık arasında çelişki ve çatışmalar derinleşerek sürmüştür. Zira çelişki ve çatışmanın yoğunluğu oranında bir etkileşim de yeni sentezler oluşturarak tarih yaratma serüvenine devam etmiştir. Çatışmanın yoğunluğu içinde hangi uygarlığın etkinlik düzeyi yüksek olmuşsa diğerini etkileme düzeyi de bir o kadar güçlü olmuştur. Bu karşılıklı savaş, kavga ve direniş, zamanın ruhunu biçimlendirerek tarihi yürüyüşünü sürdürmüştür.  Demokratik uygarlığın bir sapması olan devletçi-iktidarcı uygarlık güç biriktirme üzerinden sömürü sistemini derinleştirdikçe demokratik uygarlığın çok güçlü bir direnişi ile karşı karşıya gelmiştir. Bu direnç ve direniş çeşitli zamanlarda devletçi uygarlığı da yumuşatmış ve reforme etmiştir. Devletçi-iktidarcı uygarlıktan etkilendiği oranda ise demokratik uygarlık değerlerinde aşınmalar meydana gelmiştir. Yaşanan her bir değer aşımı ana gövdeden birer sapma-uzaklaşma olarak yaşamı anlam kaybına uğratmıştır. Karşıtına benzeşen her olgu özüne ihanet ederek ana çelişkiden uzaklaşmış, tali çelişkilerle örülü bir yaşam sistemi oluşturmuştur.
İnsanlığın ana soy damarlarından biri olan Kürtlerin de tarihsel süreç içerisindeki gelişimleri ana çelişki ile tali çelişkilerin çatıştığı eksende bir seyir izlemiştir. Büyük bir kesim ana soy ağacına bağlı kalarak yarattığı demokratik-komünal değerleri tüm egemen baskılara rağmen önemli oranda koruyarak insanlığın özgürlük umutlarını hep diri tutmuş, demokratik uygarlığa sürekli bir aşı rolü oynamıştır. Toplumun belli bir kısmı da ana gövdeden koparak devletçi sistemin anaerkil sistemden çalarak erkek aklın analitik gücüyle başkalaşıma uğrattığı, maddi-sanal değerlerin sahte cazibesi içinde erimiş, işbirlikçileşmiştir.
Öz değerlere bağlı kalarak direnen büyük toplum kesimleri, devletçi-iktidarcı uygarlığın baskıları ve şiddeti yoğunlaştıkça, varlığını sürdürmek için, içinde bulundukları dönemin siyasal- sosyal realitesini dikkate alarak ve etkilendiği oranda da esas alarak, yeni bir kültür ve inanç harmanlamasına gitmişlerdir. Önemli oranda özünü korumakla birlikte farklı bir forma da kavuşmuşlardır. Ataerkil devletçi sistemin acımasızlığı karşısında var olmak için direnen toplum, biçim değişikliğine, adeta denizde boğulmak üzere olan birinin yılana sarılması gibi sarılmıştır. Yani ya kaba bir direnişe geçip kırılıp yok olacaklar ya da elbise değiştirip varlıklarını koruyacaklar. Genellikle yaşanan ise ikinci seçenek olmuştur. Etkileşimin de yol açtığı esneme kabiliyeti toplumun yaşam tutkusu ile birleşince doğal değişim ve gelişim diyalektiği özü hem korumuş ve hem de özden çok sayıda sapma ortaya çıkarmıştır.
Bu diyalektiksel gelişimi daha özel bir konuya indirgeyerek Alevi gerçeği ile bağlantılı bir çerçeve çizmeye çalışırsak, göreceğiz ki Alevilik de bu diyalektiksel döngünün bir parçasıdır. Alevilik, devletçi-iktidarcı uygarlık karşısında direnen toplum gerçeğidir. Dolayısıyla devletçi-iktidarcı sistemle bütünleşmeyen, uzağında kalan, sürekli çelişki ve çatışma halinde olan bir toplumsal gerçekliktir. Bu olguyla bağlantılı olarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz;  İslamiyet’in ortaya çıkışı ve iktidarlaşmasıyla birlikte direnen toplum yapısı Alevilik ismini alsa da öncesinde de bu direniş geleneği daha güçlü bir biçimde mevcuttur. Çeşitli inanç-kültür biçimlerinde bunu görmek mümkündür. Özellikle İnsanlık tarihinde ilk çıkışları itibariyle büyük bir ahlak devrimi anlamına gelen inanç biçimlerinde direniş geleneği çok güçlüdür. Tarihte tüm inanç biçimleri birbirinden çok büyük oranda etkilenmişlerdir. Toplum yeni yaratımlarla ve mevcut birikimin senteze uğratılmasıyla sürekli yol aldığı için zamanın her diliminde sayısızda birikimi yaşadığı ana aktarıp oradan da aldıklarıyla yoluna devam etmeyi sürdürmüştür.
Alevi toplumu da henüz Alevilik ismini almadan önce de tarihin başlangıcından bu güne tarihi besleyerek ve kendisi de değişik kültür ve inançlardan beslenerek zamanımıza kadar gelmiştir. Alevilerin inanç ve kültürlerine baktığımızda toplumsallaşmadan bu güne yaşanan her tarihsel gelişmeden bir kalıntı bir iz görmek mümkündür. Aleviliğe bu konuda en büyük etkiyi belki de Zerdüşt inancı ve felsefesi yapmıştır. Derinlikli bakıldığında Alevilikle Zerdüştlik arasında birçok ortak noktaya rastlanır. Zerdüştlükte devletçi-iktidarcı uygarlığın insan iradesini eriterek köleleştirdiği toplum gerçeğine karşı büyük bir öfke vardır. Bu açıdan Zerdüşt, iradeli-özgür insan gerçeğini çok fazla önemsiyor. Zerdüşt iradeli insan ile toplumsal özgürleşmeyi ve kurtuluşu amaçlıyor. Zerdüşt'ün felsefesi, tanrı-kralların zulmü altında iradesizleştirilerek kullaştırılan, değersizleştirilen ve hayvanlık sınırlarında seyreden insana, insan onurunun düşüşüne bir başkaldırı ve müdahaledir. Bu anlamda Zerdüşt inancında insana değer, insan iradesine saygı çok temel bir yaşam anlayışıdır. Benzer bir insan yaklaşımı Alevilikte de vardır. “Benim Kabem insandır. Her ne arar isen kendinde ara. Tanrı insanda tecelli eder. Kendi özünü bilmek tanrıyı bilmektir. Yetmiş iki milleti bir gör” sözleriyle somutlaşan bu yaklaşım, insanı, tüm varoluşların en değerli varlığı olarak görür.  “İbadet ederken yüzünü başka bir insanın yüzüne çevir, onda tanrıyı, tanrıda kendini göreceksin” denilir. Tanrının insanda varlık bulması anlamına da gelen bu yaklaşım kaynağını, tanrıça inanç kültünden aldığı kadar bu inancın yoğun etkisinde olan ancak dönemi itibariyle özgünleşen Zerdüştlükteki tanrı inancından da alır. Alevilikte de hakim olan bu inanca göre hiçbir şey yoktan var edilmemiştir. Başlangıçta tanrı vardır ve evrendeki tüm varlıkları tanrı kendi gövdesinden yaratmıştır. Evrende görünen-görünmeyen her bir varlık-canlı, tanrıdan bir parçadır. Tanrı önce güneşi, havayı, suyu ve toprağı kendinden bir parça olarak yaratmıştır. Sonra bütün hepsinin toplamı olarak da insanı yaratmıştır. İnsan yaratılan her şeyin bir toplamı olarak tanrının en değerli parçasıdır. Her varlık tanrıdan bir parça olmasından kaynaklı tanrının tüm özellik ve niteliklerini içinde taşır. Tüm oluşumların toplamı olan insan ise tanrının tüm özellik, niteliklerini, yeteneklerini bünyesinde taşır. İnsanda temsilini bulan tanrı olduğu gibi tanrıda ifadesini bulan da insandır. Bu açıdan tanrı insanın dışında bir olgu değildir. Tanrı insanın içinde olup insanın kendisidir.
Aleviliğin yoğun etkisinde kaldığı Zerdüşt’ün Mazda inancında tanrı, her şeyi kendisinden yaratandır. Mazda sözcüğünün etimolojik anlamı da bu gerçeğe daha iyi açıklık getiriyor. Kürtçenin Zazaca lehçesinde Maz ya da Ma: biz, da: verdi anlamına geliyor. Yani ‘tanrı’, ‘bizi veren’ anlamındadır. Kürtçenin kurmanci lehçesinde ise Mazda anlamında kullanılan Ezda da, Ez: biz, da: verdi anlamına gelmektedir. Xada kavramlaşmasında da aynı anlam kendisini tekrar etmektedir.  Xa: kendi, da: verdi-dir.  Burada da yine tanrı, ‘bizi veren’ anlamına gelmektedir. Bu örneklerden anlaşılması gereken tanrının insanı başka bir şeyden yaratmayıp kendisinden bir parça olarak yarattığı inancıdır. Bu bakış açısına göre tanrı, hiçbir şeyi yoktan var etmiyor, kendisi vardır ve her şeyi kendisinden bir parça olarak ve kendisinden vererek yaratıyor. Bu durumda parça, bütünün tüm niteliklerini içinde taşımış oluyor. İnsanda ise bu durum en üst düzeyde anlam buluyor. Çünkü insan oluşumlar içinde en son oluşum olduğu için tüm oluşumların toplamı ve en gelişmiş-yetkin hali gibi bir durum ortaya çıkıyor. Doğadan çıkan ve doğanın en gelişmiş üst hali de diyebileceğimiz bu insan, evrenin tüm oluşum potansiyelini içinde taşır haldedir. Evren bir makro-kozmos ise insan da evrenin tüm oluşum halini bünyesinde barındıran bir mikro-kozmostur. Yani evrenin bütün oluşum enerjilerini içinde barındıran cisimleşmiş bir tanrıdır. Bu noktada Alevi inancındaki ‘tanrı insandadır’ felsefesi bu biçimde açıklık kazanmış oluyor.
“Tanrıdan geldin, tanrıya döneceksin ve tanrıyla yeniden var olacaksın” anlamına da gelen bu yaklaşım insan ile iyi tanrısı Ahura Mazda’nın birbirini var ediş hikâyesini özetler niteliktedir. İnsan tanrıyla ve tanrı da insanla kendisini var ettiği için insan en değerli varlık olup sınırsız bir yaratım gücüne sahiptir. İnsan evrendeki oluşum aşamasının son halkası olarak kabul edildiği için bütün yaratımların en yücesi ve en mükemmeli olarak görülmektedir. Doğa insanda en yüce haline ve bilincine varmıştır. İnsan varoluşun sınırsız bilgi ve birikimine sahiptir. İnsan adeta evrenin yoğunlaşmış bilinci gibidir. İnsan kendisindeki bu gücün farkına vardığı an, içindeki tanrıya da ulaşmış oluyor. Tüm oluşum evrelerinin bilgi ve tecrübelerine sahip olan insan, içindeki sınırsız enerji potansiyelini yani içindeki evreni keşfettiği an ‘Enel Hak’ yani ‘Ben Tanrıyım’ demektedir. Tıpkı Hallac-ı Mansur’un, Nesimi’nin ‘Tanrı benim’ dedikleri gibi. Zerdüşt inancında dile gelen ve Alevilerde de sıkça kullanılan ‘kendini tanı’ deyimi bu gerçeklikte ifadesini buluyor. Bir nevi, Her şey var oldu tek bir noktadan/Noktada gizlidir esrarı Yezdan, mısraları bu felsefeyi en iyi anlatan mısralar olmaktadır.
Zerdüşt inancındaki tanrı inancı ve insan yaklaşımı, Alevilikteki tanrı-insan inancıyla bire bir örtüşüyor. Zerdüşt inancında iyi tanrı Ahura Mazda ışıkla, güneşle, ateşle özdeşleştirilmiştir. Kötü tanrı Ehriman ise karanlık, kötülük ve zulümle bütünleştirilmiştir. Topluma zulmeden karanlık tanrısı Ehrimandır. Ona karşı savaşan ise ışık tanrısı Ahura Mazda’dır. Bu inancı o dönemin somut gerçekliğine uyarlarsak, Ehriman topluma zulmeden tanrı-kral devletidir. Ahura Mazda ise tanrı-kral devletine başkaldıran toplum gerçeğidir. Zerdüşt bu inançla direnişçi toplum geleneğini yeniden diriltmiş ve toplumu tanrı-krallar karşısında ayağa kaldırmıştır. Alevi toplumunun devletçi-iktidarcı sistem karşıtlığı ve muhalifliği bu inanç olgusunun sosyal olarak dile gelerek yaşamsal bir form kazanmasıdır.
Kadına yaklaşımda da çok ciddi bir benzerlik söz konusudur. Zerdüşt felsefesinde kadın ile erkek arkadaştır.  Her ikisi birbirine saygılı ve eşit yaklaşmalıdır. Kadın iradesine saygıyı ifade eden bu felsefe Alevilerde de etkili bir yaklaşımdır. Alevilerde yaşam içerisinde kadının aktivitesi erkeğe yakın bir noktadadır. Birçok çalışmada ortak yer almaktalar ve ibadetleri de ortaktır.
Zerdüştlükte olduğu gibi Alevilerde de güneş, ateş, hava, su toprak kutsaldır. Yaşamı oluşturan bu temel anasırlar inancın temel yapı taşlarını oluştururlar.  Güneş yaşama hayat veren temel güçtür. Alevilerde güneş bir nevi tanrı veya tanrının ruhu gibi görülür, kabul edilir. Güneş kendisinden bir parça olan oluşumlara ışınlarıyla etkide bulunur ve içlerine nüfuz ederek her varlıkta kendisini var eder.  Böylelikle her varlık güneşi içinde taşır.  Nüfusunun yaklaşık % 98’u Kürt Alevilerden olan Dersim’de yaşlılar güneş doğarken ve batarken yüzünü güneşe dönüp dua ederler. Genellikle sabah duaları güneş ışınlarının dağların doruklarına ve ağaç dallarına vurduğu anlarda yapılır. Batarken de güneş ışıklarının silinmeye yüz tuttuğu zamanda duaya durulur. Benzer bir yaklaşım ateşe karşı da gösterilir. Ateşte kutsaldır. Güneş gibi aydınlığı, sıcaklığı, arınmayı, yüceliği temsil eden ateş, adeta güneşin yeryüzündeki tezahürüdür. Alevilerde ateşe çöp atılmaz, kirletilmez, suyla söndürülmez. Ateşin yakıldığı ocakta ateşin sürekli canlı tutulmasına büyük özen gösterilir. Gün boyu ocaktan ateş eksik olmaz. Yatma anı geldiğinde ise önceden ateşe konularak hazırlanan kalın meşe odunu bol külün içine gömülerek sönmesi engellenir ve sabaha bırakılır. Şafakla birlikte bu ateş parçasından yararlanılarak ateş ocakta gürleştirilir. Gün içi tüm ihtiyaçlar bu ateşle karşılanır. Yatma anı geldiğinde aynı eylem kendisini tekrar eder, durur. Bu ocaklar tıpkı Zerdüşt’ün ateş tapınakları gibidir.
Alevilerde ateş suçlu ile suçsuzu birbirinden ayırt eden temel bir güç olarak görülür. İnsanlar çıplak ayakla ateşin üzerinden geçerek tanrı nezdinde suçlu olup olmadıklarını anlamaya çalışırlar. Burada adeta ateş, suçsuzu bulup kutsayan, suçluyu bulup yargılayan bir yargıç durumundadır. Bir kişi suçsuzluğunu ispat etmek istediğinde şu sözü hep kullanır; ben o kadar günahsızım ki ateşe atsalar yanmam.  Alevilerin en ağır bedduaları yine ateşle ilgilidir. Birine çok fazla kızdıklarında ‘ocağın sönsün’derler. Yani ocakta ateşin yanmaması demek her şeyin bitmesi demektir.  Ocak yaşamın varlığına işarettir. Cemlerde veya her hangi bir kutsal yerin ziyaretinde ateşi temsilen mum yakılır. Alevi dedeleri tanrıyla bütünleştiklerinin, sırra erdiklerinin kanıtı olarak kendilerini ateşte sınarlar. Çıplak ayakla közün üzerinde yürür, ateşi eline alıp bekletirler. Dillerini ateşe sürerler. Yine güneşten ışığını alarak geceyi aydınlatan ay kutsanmış, Hz Ali’nin eşi Hz Fatma ile özdeş kılınmıştır. Tıpkı güneşe karşı olduğu gibi aya karşı da dua edilir.
Aynı biçimde hava da kutsaldır. İnsan evrendeki enerjiyi nefes yolu ile alır. İnsan ve diğer tüm canlılar nefes almadan yaşayamazlar. Nefes temel varoluş koşullarından biridir. Nefes olarak anlam yüklenen havanın temizliğine önem verilir, kirletilmez. Dini ritüellerde söylenen deyişlere nefes adı verilir.
Alevilerde birçok su kaynağı kutsaldır. Her yörenin Alevi insanları, yılın belli günlerinde bu su kaynaklarını ziyaret edip dini ritüeller düzenleyerek, küsleri barıştırır, dostlukları pekiştirirler. Adaklar adar, dileklerde bulunurlar. Bu su kaynakları hiç bir biçimde kirletilmez, her zaman temiz tutulur, temiz tutarak kendilerinin de kutsandıklarına inanırlar. Bu açıdan her ziyaret öncesi ve sonrası mistik bir hava içerisinde su kaynaklarının çevresi baştan sona temizlenir. Bu inancın kökenini yazılı tarih öncesine ve mitolojik döneme kadar götürmek yanlış olmaz. Çünkü büyük su kaynakları yaşam alanlarının açıldığı, toplumsallaşmanın geliştiği ilk yaşam yerleridir. Mezopotamya’da Dicle-Fırat,   Mısırda Nil, Hindistan’da Ganj böyle bir anlama sahiptir. Bu nehirler iklimi ılımanlaştırıp karları-buzları çabuk eritip coğrafyayı barınmaya, korunmaya, bol tahıla ve ürüne açtığı için kutsallaştırılmıştır. Ayrıca bu su kaynakları birçok yerden geçerek geldikleri için içinde taşıdıkları zengin minerallerle hem toprağı oldukça beslemiş ve hem de bazı hastalıklara ilaç gibi gelmişlerdir. Alevilerde de kutsanan su kaynaklarının benzer yararları vardır.
Yaşamın fışkırdığı kaynak olan toprak kutsanan dördüncü anasırdır. Yaşamın sürdürülmesinde toprağın sunduğu ürünlerin büyük bir önemi vardır. Bu anlamda buğday ve çeşitli ağaçlar başta olmak üzere birçok bitki kutsanmıştır. Aynı yaklaşım geyik gibi çeşitli hayvanlara karşı da geliştirilmiştir. Geyik, baykuş, tavşan kutsal-tabu kabul edilerek avlanması yasaklanmıştır.
Aleviler genellikle devletçi-iktidarcı sistemin dışında kalıp komünaliteyi esas alarak doğayla dostluk temelinde bir yaşam sürmüşlerdir. Yaşam alanı olarak devletin kolay kolay ulaşamayacağı dağlık, ormanlık yerleri seçmişlerdir. Dağlar bu komünal topluluklar için en ideal doğal savunma işlevi görmüştür. Dağlarda kurulan yaşam doğal olarak doğayla bir iç içeliği ve dostane bir ilişkiyi-empatiyi geliştirmiştir. Yaşamlarını sürdürmek için doğanın kendilerine sunduğu birçok nimeti kutsayarak korumaya almışlar ve aynı zamanda doğaya minnettarlıklarını bu biçimde bir ifadeye de kavuşturmuşlardır. Bu etik yaklaşımın bir ürünü olmalı ki, bir ana gibi bu toplulukları bağrına basan ve düşmandan koruyan yüksek dağları birer inanç merkezi yerleri haline getirmişlerdir. Bu dağların dorukları arınma ve tanrıyla bütünleşme yerleri olarak görülmüştür. Devletçi-iktidarcı uygarlıktan uzaklığı ve özgürlüğü ifade eden bu dağ dorukları, özgürlükle tanrıyı özdeşleştirmenin, özgür insanla tanrı birliğini sağlanmanın kutsal mekanları haline gelmişlerdir. Tarihte birçok Peygamber, yeni bir ideoloji ile topluma giderken bu ideolojinin şekillenmesini dağlarda derin yoğunlaşmalar yaşayarak sağlamışlardır. Adına tanrının emri denilen ayetlerin hepsi bu büyük halk önderlerinin dağlarda sağladıkları yoğunlaşmaların ürünüdür. Toplumun acılarına ve sorunlarına duyarlı bu insanlar, günlerce her şeyden kendilerini yalıtarak dağların özgürleştirici havasını soluyup, toplumun çektiği acılar üzerine düşünüp kafa patlatmış, toplumu içinde bulunduğu köle durumdan kurtarmak için beyin ve yüreklerini ayaklandırmışlardır. Toplumu yaşadığı derin kölelikten uyandırıp ayağa kaldırarak Devletçi-iktidarcı sisteme savaş açmışlardır. Ruhsal dinginliği ve özgür düşünce gücünü yakalayarak sağladıkları bu yoğunlaşmalar ve ulaştıkları çözüm projeleri, tanrı emri adıyla topluma taşırılmış, aydınlanan bilinçlerle tarihin seyrini değiştirmişler, sürekli toplumsal direnci ve özgürlük umutlarını canlı tutmuşlar, komünal değerlerin yaşatılmasında mihenk taşı değerinde bir rol oynamışlardır. Zerdüşt’ün Ahura Mazda-sı ve Ehriman-ı bu dağlarda sağladığı derin yoğunlaşmaların bir ürünü olarak şekillenmiştir. Musa’nın On Emri- Tevratı, İsa’nın İncili, Muhammed’in Kur’anı benzer büyük yoğunlaşmaların ürünleridir.  Yüksek düşünce ve duygu gücünün ortaya çıkardığı bu toplumsal projeler, acılar içinde kıvranan topluma umut ışığı ve taze bir nefes olmuş, çağlara damgasını vurmuştur.  Birçok yerde Peygamberlerin yoğunlaştıkları bu yerler toplum tarafından kutsal yerler olarak kabul edilmiş ve her biri birer kutsal ziyaret haline getirilmiştir.
Horasan, Aleviler tarafından çok önemsenen ve değer verilen yerlerden biridir. Bunun temel bir sebebi de Zerdüşt’ün devrim niteliğindeki yoğunlaşmaları burada yaşadığına olan inançtır. Ki bu yoğunlaşmaların bir sonucu olarak ortaya çıkan mücadele perspektifi tanrı-krallar çağının sonunu getirmiştir. Diğer yandan Zerdüşt’ün birçok ateş tapınağının burada bulunması da Horasan’a ayrı bir anlam yüklemiştir. Horasan anlamını bu tarihsel gerçeklikten almış olmalı ki ‘xor’ eski dilde ‘tanrı’,‘san’ ise ‘kalkmak-uçmak’  anlamına gelmektedir.  Horasan’daki yerel halk dilinde ise  ‘xor’ tanrı, ‘san’ ise  ‘yer’ anlamına gelmektedir. Yani ‘tanrının kalktığı yer’ ve ya ‘tanrının yeri’ gibi bir anlam taşımaktadır. Bazı Alevilerin biz Horasan kökenliyiz demelerinin bir nedeni bu gerçeklik olabilir.  Kuşkusuz Alevileri ısrarlı bir biçimde Horasan’a dayandırmak isteyen yaklaşımlar da vardır. Çeşitli politik hesaplar sonucu gelişen bu tür yaklaşımları yeri geldiğinde değerlendireceğiz.
Zerdüştlükte temel eğitim yerleri ateş tapınakları iken Aleviler de ise ocaklardır. Ocaklar ismini ateşin yandığı kutsal ocaklardan almaktadır. Zaten inanç eğitiminin verildiği Alevi ocakları da kutsaldır. Alevi insanına Alevilik öğretisi bu ocaklarda verilmektedir. Burada inanç insanlarına, inancın tüm sırları öğretilmektedir. Alevilerde Sır sıradan her insanın bilebileceği bir şey değildir. Sır bilen insan, ermiş, yüksek mertebeye ulaşmış insandır. Sırı bilmenin şartı sırı saklamayı da bilmektir. İnanç bu biçimde gizemli ve çekici kılınarak insanların ruhsal arınma çıtası yükseltilir. İrade ve kişilikte sıçrama yaratılır. Sırları alacak düzeye gelen insan, kendisini en üst düzeyde terbiye etmiş insandır. Bu açıdan bu ocaklarda eğitim görenlerin dışında kimse sırları bilmez, sırlar kimseye verilmez, aktarılmaz. En yetenekli ve gelişkin insanlar bu ocaklara alınarak eğitimden geçirilir.
Alevi inancının özünü koruyup sürdürmesinde bu ocakların çok önemli bir yeri vardır. Alevilikteki devlet dışı komünal yaşam sistemi ve demokratik-direnişçi öz bu ocaklar yoluyla korunmaktadır. Devlet bu gerçeği çok iyi bildiği için Aleviliği yozlaştırmada bu ocakları dağıtmayı temel bir hedef haline getirmiştir. Özellikle cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte tüm Alevi ocaklarını ve cem evlerini resmi bir yasa çıkarmasa da fiili olarak uyguladığı şiddetli baskılarla yasaklamıştır.  Alevi inanç eğitiminin ortadan kaldırılmasıyla Alevi öğretisinin Aleviler tarafından öğrenilmesinin önüne geçmiştir. Ocakların etkisini yitirmesi babadan-oğula geçen Pirlik ve dedelik olgusunu ön plana çıkarmış ve bu olgu süreç içinde kurumsallaşmıştır. Ciddi bir inanç eğitimine dayanmayan kulaktan dolma sözlerle-mitlerle Alevi inancında aşınma ve yozlaşma yaratılmıştır. Temel moral değerlerinden soyutlanmış bir Alevilikle, Alevilik teslim alınmaya çalışılmıştır.
Diğer yandan cem evleri Alevi kültürünün korunmasında ve kendini yaşatmasında, komünaliteye dayanan toplumsallığın sürdürülmesinde çok önemli bir yere sahiptir. Alevilikteki cem olayı İslami inancın etkisinden ziyade anaerkil inanç ritüellerine daha yakındır. Cem anaerkil inanç ritüellerinde olduğu gibi oldukça mistik bir havada yapılır. Söz ve eylem birliğinin en güzel bir biçimde kendisini ifade ediş halidir. Cem insan ile tanrı birliğini ifade ettiği kadar kadın - erkek eşitliğinin de eylemli dile geliş biçimidir.  Yaşamın her iki cinsin eşitliği ile canlılık-güzellik kazanabileceğinin, varlığını sürdürebileceğinin ifadesidir. Semah ise bu anlayışın somutlaşmasıdır.
Cemlerde topluma, insana ve yaşama ilişkin tüm sorunlar tartışılır, ortak çözümlere gidilir. Toplulukça ulaşılan sonuçlardan herkes sorumludur. Cemin her üyesi toplumun çıkarını ve güvenliğini sağlamakla yükümlüdür. Sorumluluk üstlenme yaşına gelen her topluluk üyesi söz verir. Söz vermenin adı ikrardır. Olgunluk yaşına gelen her can yani insan dara çekilir. Dara çekilme iki durumda yapılır. Biri olgunlaşmanın ve sorumluluk üstlenmenin gereği olarak bireyin topluluk önüne çıkarak onay alma ve söz verme halidir. Diğeri ise topluluk üyesi her hangi bir insanın topluluğun çıkarını tehlikeye düşürecek davranışlarda bulunması durumunda topluluğun karşısına çıkarak yargılanması durumudur. Dara çekilenlere toplumun yaşam kuralları ve ahlaki değer yargıları anlatılır-hatırlatılır.  Bireyin önüne toplumla birlikte yaşamanın hangi şartlarla mümkün olabileceği belirtilir ve bireyden-candan tutum belirlemesi istenir. Bireyin-canın tutumu sözüdür. Toplulukça yeterli görüldüğü taktirde sıralanan sorumlulukları üstlenerek, gerekli kurallara uyarak tekrardan topluluğa kabul edilir. Bu bir nevi bireyin-canın topluma karşı sadakat yeminidir, toplumla sözleşmesidir.
İkrarda bulunan kişi olgun insan aşamasına gelmiş bulunmaktadır. Alevilerdeki bu tören biçimini anaerkil etkilerin hakim olduğu topluluklardaki gençlerin çeşitli sınavlardan geçerek isim almayı hak etmesine benzetmek de mümkündür. Anaerkil topluluklarda her bir sınav bir bakıma bireyin öz irade sınavı olup topluluğa güven vermeyi amaçlar. Bu sınavı başarılı vermeyen genç, olgun ve güvenilir sayılmaz. Belki saygıda çok kusur edilmez ancak çok büyük sorumluluklar da kendisine verilmez. Alevilerdeki tümden böyle olmasa da dara çekilme ve ikrar biraz bu kültürün izlerini taşımaktadır. Bir nevi bir irade ve güven oluşturma sınavı olmaktadır. Ağır suç işleyenlere verilen cezalar da oldukça ağırdır. Birey topluluğun çıkarını tehlikeye düşürür ve güvenliğini çok ciddi anlamda riske atarsa düşkün ilan edilerek topluluktan tecrit edilir, topluluğun dışına atılır. Cemler tarihin her döneminde egemen sisteme karşı birer muhalefet odağı gibi bir rol de oynamışlardır. Tarihte adeta ezilenlerin muhalefet meclisleri olarak yer almışlardır.
Semahlar ise insanın tanrıyla bütünleşmesi, tanrıdan gelip tanrıya dönme inancının eylemsel halidir. Dünyanın, gezegenlerin ve yıldızların güneşin çevresinde dönmesi gibi kadın-erkek birlikte çember oluşturarak kendi ekseninde ve bir çember ekseninde dönerler. Kendi ekseninde dönüş tanrının kendi içinde oluşuna olan inançtan kaynaklıdır. ‘Tanrı insandadır’ inancının bir nevi eylemsel ifadesidir.  Buna kendi iradesini tanrı iradesiyle, tanrı iradesini kendi iradesiyle birleştirmenin ve ruhsal yüceliğe ulaşarak tanrıda erimesinin eylemsel biçimi de diyebiliriz. Çember yaşamın hareketini, canlılığını, evrimini, sürekli değişim ve dönüşüm halinde olan doğal yaşam döngüsünü ifade etmektedir.
Yukarıda da değerlendirdiğimiz gibi Alevilik inancında insan tanrıdan bağımsız bir varlık değildir. Tanrının bir parçasıdır. Tanrı doğayı ve tüm oluşumların toplamı olarak insanı kendisinden yaratmıştır. Bu açıdan insan yaşarken de tanrısal özellik ve niteliklerini açığa çıkararak tanrıyı kendisinde var edebilir, tanrısallaşabilir. Bu felsefenin bir yanı buyken diğer yanı ise ölerek tekrar özüne dönme inancıdır. Alevi inancına göre yaratılan yaratanın görünen halidir. Doğa ve insan görünen tanrıdır. İnsan ne kadar kötülüklerden, çirkinliklerden uzak durur, yüreğini ve beynini temiz tutarsa, anlayışlı ve hoşgörülü olursa bir o kadar tanrısal özünü de ortaya çıkarabilir.
Dikkat edersek Zerdüşt’ün de Aleviliğin de dayandığı tanrı anlayışı tanrıça inanç çağının, animizmin izlerini taşıyor. Tanrı kendisinden yaratan ve yarattığında var olandır. Bilinmez ve görünmez değildir. Kendisinden bir parça olarak yarattığı insana dost ve onunla birliktedir. İyiliksever, dost ve hoşgörülüdür. Nasıl ki ana tanrıça hem yaşamın yaratıcısı, toplumun yaşamını idame ettirici gücü ve hem de yaşamın içinde insanlarla birlikte yaşamı paylaşan bir olgu ise Alevilerin tanrısı da buna yakın bir sınırda seyrediyor.  Bu inanç felsefesinin en güçlü ve etkili bir biçimde kendisini ifade ettiği cemler ve semahlar toplumsal dayanışmayı güçlendiriyor, toplumsal değer yargıları pekiştiriyor, komünal kültürün özümsenmesinde, kişilik eğitiminin sağlanmasında, yaşamın anlam gücünün artmasında çok temel bir rol oynuyor.
Alevilerde yazılı hukuk yoktur. Toplumun hukuku ahlaki değer yargılarıdır. Devletçi-iktidarcı tarih boyunda sürekli bir biçimde baskı ve tehdit altında yaşayan Aleviler kendi içinde barış, kardeşlik ve dayanışmayı esas almışlardır. Bireycilikten, düşmanlıktan kaçınmaya çalışmışlar, bu tür şeylerin toplumun yaşamını tehlikeye düşüreceğine inanmışlardır. Bu açıdan toplumu dış tehdit ve tehlikelerden korumak için iç huzura, barışa, dayanışmaya çok önem vermişlerdir. Toplum üyelerini de toplumsal çıkarları gözeterek toplum yaşamını garantiye alma temelinde eğitmişlerdir. Geliştirdikleri ve birbirine dayattıkları her bir kural bir bakıma nefsin terbiyesini içermiştir. Nefsini terbiye etmeyen bireyin her türlü kötü yola sapacağından, her türlü kötülüğü yapacağından korkmuşlar, bu tür durumların önüne geçmek için bir ahlak sistemi oluşturmuşlardır. Cem evleri ve cem törenleri bu ahlaki örgüyü oluşturma ve bireylere-canlara özümsetme yerleridir. Cemler topluma karşı sorumlu, iradeli bireyleri yetiştirme yeri gibi ele alınmıştır. İkrarını vererek toplumla sözleşmesini yenileyen birey-can toplumsal ahlakı da kazanmış demektir. Zorla ve baskıyla değil de bireyin iradesi esas alınarak ikrara gidildiği için kendi çapında özgür bir ahlakı da ifade etmektedir.  Bir bakıma Alevilikteki tanrısal inanç, somut bir olgu olan toplumsal ahlakın soyutta kendisini ifade ediş biçimidir. Tanrı, toplumsal ahlakı oluşturmak ve sürekli yaşamsal kılmak için toplumun geliştirdiği mükemmellik seviyesinde seyreden soyut düşüncelerdir. Diğer bir ifadeyle toplum bilincinin ulaştığı son sınırın son noktasındaki üst bir düşünce biçimidir. Bu gerçeklikten yola çıkarsak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz; tanrı aslında özgür ahlakın kendisidir. Tanrı, ahlakın oluşumuna yol açan temel düşünce sistemiyse yine kaynağını toplumun somut maddi ve manevi ihtiyaçlarından, topluluğun yaşam karşısındaki güçsüzlüğünden,  korkularından, arzularından, hayal ve özlemlerinden alıyorsa eğer -ki öyledir- o halde tanrı, oluşan insanın kendisidir. İnsanın kendi bilincinin sınırıdır, bilincin sınır noktasıdır. Bu bilincin yaşam bulmuş hali ahlaktır. Toplum barış ve özgürlük içinde yaşamak için soyutta tanrıyı somutta ise ahlakı oluşturmuştur. Özlemini duyduğu yaşam biçimini ‘tanrı böyle buyurdu’ diyerek düşünce gücünü tanrısal sıfatlara büründürüp ahlakı yaratmıştır. Bu anlamda toplumun tanrısı ahlakıdır ve bir toplumun ahlakı o toplumun tanrı niteliklerini ortaya koyar demek yanlış değildir. İnsan-toplum bilincinin en üst sınırını ifade eden tanrı olgusu, Alevilikte de en somut biçimini ahlakta bulur.
Alevilikte huzur,  mutluluk, barış içinde yaşamanın adı tanrıya ulaşma ve tanrı gerçeğinde erime olmaktadır. Bunun diğer bir adı ise özgür ahlaka ulaşmadır, ahlaklı olmaktır.  Ahlaklı olmak için her şeyden önce nefs terbiyesinden geçmek gerekiyor. Nefs terbiyesinin üç temel ilkesi vardır. Bu ilkeler aynı zamanda özgür ahlakın da özünü oluşturur. Bu ilkeler temelinde kendisini terbiye eden insan-can, tanrıyı kendisinde, kendisini tanrı da var edebilme gücüne ulaşmış insandır. Yani tüm beşeri zaaflardan kendisini arındırmış, iradeli, özgür, topluma en faydalı noktaya gelmiş insan kendisindeki tanrıyı açığa çıkarmış insandır. Bu insan-can, insanlar arasına ayrım koymaz. Her insana, halka ve topluma eşit yaklaşır, hoş görür ve varlığına saygı duyar.
Nefs terbiyesini sağlayan ilkeler insanın eline, diline, beline hakim olmasıdır. Eline hakim olmakla kastedilen şey; insanın hırsızlık yapmaması, hak etmediği şeyi yememesidir. Diline hakim olmakla kastedilen şey; insanın yalan söylememesi, kimseye iftira etmemesi, gereksiz yere konuşup kimseyi rahatsız edip kırmamasıdır. Beline hakim olmakla kastedilen şey ise, insanın güdülerini terbiye etmesi, karşı cinsi rahatsız edecek onu aşağılayacak davranışlardan kaçınması, cinsel istismara yol açacak davranışlar içine girmemesi, özel ilişkisi dışında herkesi kardeş görmesi, eşine sadık yaşamasıdır.
Alevilerde kültürün ve ahlakın temelini kadın oluşturmaktadır. Ataerkil tarihin yaratımı olan toplumsal cinsiyetçiliğin etkileri olsa da genel toplumsal gerçekliğe vurulduğunda Alevilerde kadın ile erkek arasında belli bir ahenk ve uyumdan bahsedilebilir. Alevi inancına göre tanrı kadın ile erkeği kendisinden bir parça olarak eşit yaratmıştır. Bu açıdan kadına yaklaşım daha eşitlikçi ve adildir. Baskının ve zorun sınırlı olması kadının biraz daha serbest ve bağımsız bir biçimde yetişebilmesine katkı sunmaktadır. Alevilerde genelde evlilikler tek eşlidir, çok eşli evlilikler oldukça nadirdir. İslamiyet inancındaki çok eşli evlilik kültürüne Alevilerde pek rastlanmaz. Bu yönlü gelişen evliliklerin temel nedeni de ya çocuk sahibi olmamadan kaynaklıdır ya da çocukların sadece erkek veya kız olmasıdır. 
Kadına yaklaşım bir toplumun gelişkinlik ve özgürlük düzeyini yansıtmakla birlikte o toplumun ahlakını da ortaya koyar. Toplumsal düşüşte ve yükselişte kadın olgusu ve kadına yaklaşım belirleyici bir faktördür. Kadın erkekle ne kadar eşit ve özgür bir statüde ise o toplumun özgürlük düzeyi de bir o kadar yüksektir. Toplumsal özgürleşmenin kadın özgürlüğüyle bire bir bağlantısının olduğu her geçen gün daha fazla açığa çıkan ve varlığını oldukça yakıcı hissettiren bir olgudur. Toplumsal köleleşmenin kaynağında kadının köleleştirilmesinin, sömürgeleştirilmesinin olduğu kesindir. Alevi toplumunu bu gerçeklik ekseninde değerlendirdiğimizde ilk göze çarpan yan, kadın ile erkek arasında belli bir anlayış, saygı ve eşitlik düzeyinin olduğudur. Ancak bu özgür ve eşit bir ilişki anlamına gelmemektedir.  Devletçi-cinsiyetçi sistem kültüründen önemli düzeyde bir etkilenme de söz konusudur.
Aleviliğin Ali yandaşlığı olarak dayandırıldığı İslamiyet gerçeğini tanımak-anlamak önemlidir. İslamiyet bölümünde bu konu kapsamlı açılsa da konumuzla bağlantılı olduğundan kısaca değinmekte yarar vardır. Kendi döneminin en büyük devrimsel hamlesi olan İslamiyet, Ortadoğu toplumları açısından yeni bir tarihsel süreç ve yeni bir tarihi aşamadır. İslamiyet özünü koruduğu sürece toplumun komünal, ahlaki ve politik değerlerini sahiplenmiş, yeni bir ahlaki ve politik sistem kurmaya çalışmıştır ancak özünü korumadığı nokta da ise ortaçağ Avrupa’sını da geride bırakan lanetli bir realite haline gelmekten de geri durmamıştır. İslamiyet açısından Kerbela trajedisi özü koruma çabasının ulaştığı son duraktır. Sonrası büyük bir yozlaşma ve toplumsal çürümedir. Emevilerle başlayan sapma Abbasi iktidarıyla devam etmiş, Türklerin Anadolu’yu işgaliyle birlikte yükselen siyasal islamla en doruk noktasına ulaşmıştır. İslamiyet tarihinde Kerbela bir tarihsel aşamadan başka bir tarihsel aşamaya geçiş evresidir. Kerbela katliamına kadar İslamiyet, Ortadoğu toplumuna yeni ve demokratik bir yaşam kapısı açmıştır. Zira bu kapı kerbela trajedisiyle birlikte kapanmıştır. Kerbela sonrası süreç, siyaset aracı haline gelerek insani ve demokratik özünden uzaklaşan İslam’ın, toplumun başında Demoklesin kılıcı gibi sallanmasıyla geçmiştir. Siyasallaştırılarak devşirilen İslam, iktidarın temel silahı haline getirilmiştir. İktidarlaşan İslam dinden dinciliği doğurmuştur. Dinin iktidara yedirilmesiyle şekillendirilen dincilik, yeni bir egemen ideoloji olarak toplumu kasıp kavurmuştur. Din adına korkunç derecede katliamlı ve kanlı bir süreç başlatılmıştır.
Hz Muhammed’in devleti temel çözüm aracı hatta amacı olarak görmesi, ideolojisini bir devlet ideolojisi olarak şekillendirmesi, İslamiyet’teki bozulmanın, özden uzaklaşmanın esas nedenidir. Devlet kurma temelinde yürütülen her mücadele her ne kadar güzel duygular ve niyetlerle hareket edilse de yozlaşma kapılarını hep açık tutacaktır. İslamiyet devriminin başına gelen de iktidar hastalığının yol açtığı trajik sondur.
Devlet her zaman iktidarı gerekli kılar. İktidar ise güçlenmek için savaşı, haksız kazancı, gasbı ve sömürüyü şart kılar. İslamiyet de bozulma ve sapma noktasında çatallı bir gelişim seyri izliyor. İktidarlaşan ve iktidar gücünü arttırmak için her türlü yolu-yöntemi kullanan güç ile özü koruma mücadelesi veren güç, çatalın iki farklı ucunu oluşturuyor. Bir bakıma bu, devletleşen güç ile devlet sistemi karşısında direnen gücün mücadelesidir.   Yani devletçi uygarlık ile demokratik uygarlık değerlerinin çatışmasıdır.  İktidarlaşan İslam gericileşip dincileştikçe ve toplumun karşısına siyasi İslam olarak çıktıkça direnen güç ise devlet ve iktidar gerçeğinden uzak kalıp dinin özgürlük, eşitik, adalet, esaslı kültürel, ahlaki yanını sahiplenerek komünaliteye dayalı yeni bir kültür oluşturuyor. Bunun adı da kültürel İslam oluyor. Eyl-i Beyt ve onu destekleyenler kültürel islamı hakim kılmanın mücadelesini veriyorlar. Hz Ali- Hz Fatma ve soyundan gelenlerin verdiği bu mücadele kültürel islamı korumaya-yaşatmaya dayalı bir mücadeledir.
İslamiyet çıktığı süreç itibariyle ilerici bir karakter taşımaktadır. Tek tanrılı din ideolojisinde bir doruktur. Önder Apo, İslamiyet’i önemli bir tarihsel-toplumsal gelişme olarak değerlendirmekte ve Aleviliği de kökleri İslamiyet öncesi komünal-demokratik değerlere dayanan ancak İslamiyet’in de belli düzeyde kültürel-felsefi-ahlaki değerlerini sahiplenen ahlaki ve politik bir toplumsal gerçeklik olarak tanımlamaktadır. Önder Apo’nun özellikle Hz Muhammed sonrası yaşanan iktidar çatışması içinde Aleviliği oturttuğu çerçeve genel hatlarıyla şu biçimdedir: “Bu konuda bazı sonuçlar çıkarılmak istenirse; özellikle İslamiyet'in çıkışı bir devrimdir. İçerisinde doğuşundan itibaren bazı sapmalar çıkmıştır ve bu günümüze kadar sürmüştür. İslamiyet ilk aşamasında, Arap yayılmacılığının ilk dönemlerinde feodal uygarlığın gelişmesinde ilerletici bir role sahiptir. Feodal uygarlığın gelişmesinde evrensel bir hizmet görmüştür. İslamiyet yayılıp genişledikçe, her kavim kendi durumuna uyarlamak istemiştir. Bu, ezilen kavimleri İmam Ali yandaşlığına doğru götürmüştür. Halk toplulukları içinde feodalleşenler, yani ezenler ise, İslam'ın daha çok resmi- sağ yorumu olan Sünni ideolojik çerçevesini esas almaktadırlar. Sınıfsal ve ulusal kavgalar, bu nedenle tarih boyunca önemli oranda İmam Ali yandaşları ile Sünni çelişkisi görünümüne bürünmüştür. Ama özünde Türkmen, Türk boy beyleri çelişkisinde görüldüğü gibi, tamamen sınıfsal ve ulusal temellerden kaynaklanan bir çatışma söz konusudur. Görüntüsü ise, ideolojik çerçevede dinsel ve mezhepseldir... İslamiyet, bütün bunların ışığında, daha doğuşundan itibaren bir ayrılığı da yaşar. Halen etkisini günümüze kadar getiren ayrılıkçı kesimler, İslamiyet'in erkenden devletleşmesini isteyen kesimler, güç ve otorite haline gelmesini isteyen kesimler; onun ideolojik özüne, eşitlikçi özüne bağlı kalmak isteyenler arasındaki ayrılıktır. Bu, aynı zamanda İslamiyet'te kendini fazla dönüşüme uğratmadan, kabilenin çıkarlarını bir tarafa itmeden, bilakis İslam'ın yarattığı büyük olanaklar içinde, bu olanakları ele geçirerek, eski mal- mülklerini ve otoritelerini yüz kat artırma, yani kapsamlı bir biçimde geliştirmede rol almak isteyenlerle; İslam'ın devrimci özüne inanan, onun bütün insanlığı kurtarması gerektiğine, adilliğine bütünüyle bağlı olan, dürüst özünü temsil edenlerin çelişki veya ayrılığıdır. Sınıfsal özü bu olan bir çatışma oluyor. Eski toplumun kalıntılarıyla, o kalıntıları İslam maskesi altında sürdürmek isteyenlerle; İslam'ın gerçek devrimci özüne bağlı kalmak isteyenler arasındaki bir çatışmadır. Bu çatışma yaşandı ve hem de çok şiddetli bir biçimde, İslamiyet'in çıkış yıllarında oldu. Daha Hz. Muhammed vefat etmeden bu çatışma başlamıştır. Bildiğiniz gibi, çatışmalarda, bu çatışmaların başını çekenler vardır. O zamanki Emevi sülalesi, eski toplumun egemenlerini temsil etmede, İslamiyet'i maske olarak kullanımda daha çok onun sağcı yorumunu esas almada ve çok kariyeristçe, çok komplocu bir tarzda, yalan, fitneyi erkenden İslam’a sokmaktaydılar. Bu temelde, bu çok önemli devletleşmede öncülüğü ele alanların bu konuda uyanıklığı, iktidarın nimetlerini iyi görüyorlar. İktidarın nimetlerini hemen toparlıyorlar, dolayısıyla palazlanıyor, güçleniyorlar. Kuvvet ve güç sahibi oluyorlar.
Bunların sağ yorumuyla beraber, daha sonraları bu Sünnilik mezhebi olarak geliştirilerek buna ideolojik kılıf giydiriyorlar. Böylesine bir kesim ortaya çıkarken, öte yandan peygamberin yakınlarından olan ve tamamen militanca İslam'a hizmet etmiş, bu konuda büyük özveri ve cesaret göstermiş, aynı zamanda çok bilinçli ve İslam'ın eşitlikçi özüne inanmış, mal ve mülke fazla göz dikmeyen, otoriteyle başı dönmeyen kesim vardır. Bu kesim, daha çok İmam Ali'nin başını çektiği kesimdir. Bu akım daha sonra karşımıza çeşitli mezhepler biçiminde çıkar. Alevilik diyebileceğimiz mezhepler biçiminde gelişir. Hz. Ali'nin tutumundan yana olma şeklinde bir bölünme gelişir.”
Aleviliğin İslamiyet ile ilişkisini daha fazla anlaşılır kılmak için Hz. Ali kişiliğini biraz daha yakından görme ihtiyacı açığa çıkmaktadır.  Hz Ali İslam ideolojisinin bir fedaisi ve en tutarlı militanıdır.  Yanında büyüdüğü Hz. Muhammed’e ve geliştirdiği ideolojiye çok bağlıdır. İslam ideolojisinin en dürüst, ilkeli, fedakar ve yiğit bir militanıdır. Hz Ali İslamiyet’i kabul etmeyen, İslamiyet’e düşman birçok kabile ile yiğitçe bir savaş yürütür. Toplum içinde adaletli, yardımsever, ezilenlerden, yoksullardan yana bir duruşa sahiptir. Hz Muhammed’in büyük sevgisini ve güvenini kazanan bir kişiliktir. Hz. Ali’ye ilişkin Hz. Muhammed’in “ Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır” gibi çok övgü dolu sözleri vardır. Hz. Muhammed adeta halkın Hz. Ali’ye sevgisini ve güvenini geliştirmek için özel çaba harcıyor gibidir. Öyle ki ortamda “Hz Muhammed Ali’yi yerine hazırlıyor” türünden söylentiler de dolaşmaktadır. Hz Ali ve destekçilerinin başarılı olmayışlarını Önder Apo şu çarpıcı sözlerle ifade etmektedir. “Hz. Ali yanlıları, ideolojik saflığa ve arılığa bağlı, kimseye fazla mal ve mülk dağıtmadıkları, özellikle imanla İslam'ın militan özüyle yaşamak istedikleri için yaman ve etkili savaşırlar, fakat hâkim olamazlar.” Önder Apo’nun da dikkat çektiği gibi çok büyük bir cesaretle savaşmalarına rağmen başarılı olamıyorlar. Başarılı olamamalarının temel nedenlerinden biri dürüst, iyi niyetli olmalarına rağmen politikleşme düzeylerinin çok zayıf olmasıdır. Hz. Ali şahsında apolitik duruş çok baskın bir özelliktir. Hz Ali İslamiyet’in iktidarcı yüzüne oldukça mesafeli ve uzaktır. İşin militanlığına daha yatkın bir kişiliği vardır. Hz. Muhammed öldükten sonra ciddi bir iktidar iradesi ortaya koyamamasında bu kişilik yapılanmasının payını görmek mümkün. Hz. Ali, İslamiyeti iktidar olmak, etkinlik sahalarını daha fazla yaymak için kabul eden Emeviler karşısında oldukça güçsüz bir pozisyondadır.
Sıffin savaşında Muaviyenin oyununa gelerek de tümden bir etkisizleşmeyi yaşamıştır.
İslamiyet içinde büyük bir parçalanmaya, iktidarlaşmaya ve siyasi İslam’ın atılım yapmasına yol açan Sıffın savaşı yakından incelemeyi gerektiren bir savaştır. Yenilmekte olan Muaviye hakem oyunu ile Hz. Ali’yi ateşkese çekmiş, anlaşma masasına oturtmuştur. Halbuki Muaviye savaşı kaybetmek üzeredir. Muaviye Ali’nin zayıf noktalarını çok iyi bildiği için ona göre bir oyun planlamıştır. Silahların ucuna Kur’anı takarak Ali’nin ordularını karşılamış ve ‘aynı inanca mensup insanların birbirini öldürmesi günahtır’ diyerek diyalog talebinde bulunmuştur. Bu söylem ve eylem karşısında Hz Ali yumuşamış anlaşmayı kabul etmiştir. Her iki taraftan da temsilciler belirlenerek bunlara halife seçme yetkisi verilmiştir. Muaviye’nin etkisinde ve yönlendirmesinde olan bu hakemler kurulu, Hz. Ali’nin ve Muaviye’nin de halifelikten çekilmesi kararı almış, yeni bir halifenin belirlenmesi yaklaşımına gitmişlerdir. Bu kararı her iki tarafın hakemleri halkın karşısına çıkarak açıklayacaklardır. Ancak Muaviye’nin hakem atadığı kişi açıklamayı önce yapmayarak önceliği Hz Ali’nin hakem olarak atadığı kişiye vermiştir. Hz. Ali’nin hakem atadığı kişi Hz. Ali’nin halifelikten alındığını belirtince Muaviye’nin hakem atadığı kişi alınan karara uymayarak çıkıp Muaviye’yi halife ilan etmiştir. Bu durum çok büyük bir karmaşaya ve kaosa yol açmıştır. Hz Ali’nin ordusu içinde Ali’ye tepkiler yoğunlaşmış, Hz Ali’nin teslimiyetçi bir çizgi izlediğini ve oportünist yaklaştığını söyleyerek iki bine yakın kişi ordudan ayrılmıştır. Ayrılan-kopan bu gruba Arapça’da ayrılıkçılar anlamına gelen Hariciler adı verilmiştir.  Hariciler Muaviye ve Ali’ye karşı savaşma kararı almışlardır. Zaten ilerleyen süreçlerde Hz Ali’nin arkadan hançerlenmesi Hariciler eliyle yapılmıştır.
Bu olaydan da yola çıkarak Hz Ali’nin kişiliğini analiz ettiğimizde şöyle bir durumla karşılarız. Hz Ali çok iktidar yanlısı biri değildir. Olsaydı Muaviye’nin kaybetmek üzere olduğu bir savaşı sonlandırıp anlaşmaya oturmazdı. Hz Ali için öncelikli olan iktidar gücünü eline geçirmek değil, barışa, kardeşliğe, eşitliğe ve adalete dayanan İslam devriminin özünü korumaktır. Devrimin militanlığını yaparken yüksek bir hoşgörü ve dürüstlük örneği sergilemiştir. Fakat Muaviye gerçeğini ve savaş anlayışını -taktiğini çözemeyerek de büyük bir öngörüsüzlük ve gaflet örneği sergilemiştir.  Bu durum Hz Ali’yi telafisi zor bir yenilgiyle karşı karşıya getirmiştir. İslam tarihine objektif bakıldığında Hz Ali’nin bazılarının iddia ettiği gibi büyük bir savaş tutkunu olmadığını görmek mümkündür. Savaş düşkünü biri olsaydı kazanmak üzere olduğu bir savaşı anlaşmayı kabul ederek durdurmazdı.
Sıffın savaşı ve sonuçları Hz Ali’ye ve İslam dünyasına çok pahalıya patlamıştır. Savaş sonrası Muaviye iktidarını pekiştirmiştir. Toplum üzerinde baskı ve zulüm artmıştır. İslam orduları arasında ciddi parçalanmalar yaşanmış ve çeşitli mezhep ve partiler ortaya çıkmıştır. Bu süreç İslamiyet içerisinde yoğun mezhepleşmelerin yaşandığı bir süreçtir. İktidarlaşan ve siyasallaşan İslam gericileşerek Sünnilik meshebi biçiminde bir zulüm sistemine dönüşmüştür. Emevilerle birlikte özünden saptırılan İslam dini, iktidarın temel argümanı haline getirilerek dincilik olarak yeni bir ideolojik form kazanmış ve devletin sömürücü niteliğini derinleştirmiştir. İslam dininin iktidarlaşarak dinci bir karakter kazanması toplumsal kanserleşmeye yol açan milliyetçiliğin de zeminlerini döşemiştir.  Dincilik ideolojisiyle din artık toplumu bir arada tutan, dayanışma ruhunu geliştiren, barış, kardeşlik, adalet ve eşitliği esas alan bir olgu olmaktan çıkmış, baskıcı ve katliamcı bir iktidar silahına dönüşmüştür. Muaviye ve oğlu Yezit dinci ideolojinin mimarlarıdır.
İslamiyet tarihinde parçalanmanın çok derin yaşandığı bu süreçlerde Hz Ali’ye haksızlık yapıldığını söyleyerek Ali’nin ve genel olarak Ehl-i Beyt’in hak mücadelesini veren kesim Şialar olarak adlandırılmıştır. Hz Ali taraftarları olarak bilinen Şialar muhalif bir parti örgütlemesine gitmişlerdir. Şia partisinin Muaviye çizgisine karşı mücadelesi bir iktidar mücadelesidir. İktidarı Emevi sülalesinin elinden alarak Ehl-i Beyt soyuna devretme mücadelesidir. İslamiyet devriminin demokratik özüne dayanan kültürel İslam, Şialar tarafından İran’a uyarlanmıştır. Tarihin sonraki aşamalarında bir ideoloji haline gelen Şiilik Zerdüşt inancının yoğun etkilerini yaşayan İran’da çok erkenden kabul görmüş ve resmi bir ideoloji haline gelmiştir. Zerdüşt inancıyla, kültürel İslam’ın uygunluk taşıması ve Emevilerin İran’a uyguladığı baskı ve zulüm Şiilik mezhebinin bu coğrafyada yer bulmasına,  yayılmasına ve resmi bir ideoloji haline gelmesine yol açmıştır. Önder Apo o dönemin siyasal gerçeğini dikkate alarak Şialığa ilişkin şu önemli değerlendirmeyi yapmıştır. “ Bu konuda İran Şiiliği'nin istisnai bir durumu veya önemli bir yeri vardır. Şiilik nedir? Daha çok İslam'ın İran çerçevesi içinde, İran'da egemen olan uzun bir devlet geleneğinin, uygarlığı önemli oranda geliştirmiş bulunan Sassani İmparatorluğu'nun yıkılış sürecinde, İran kavimlerinin başında Fars kabilesinin ve diğer İranlı kavimlerin çıkarlarına uyarlanmış İslam olması özelliğidir. Şiilik, uzun süre Sasaniler tarafından Bizans İmparatorluğuna karşı savaşmada da etkili olmuştur. Aslında kendi dinleri vardır. Zerdüştlük halen etkilidir ve biraz da milli özelliği ağır basan bir dindir. Sasani İmparatorluğu İranlı kavimlerin bir imparatorluğudur. İslamiyet'le çatışmıştır. İslamiyet'te İran kavimleriyle uzun süre savaşım içinde kalmıştır. İslam'ı geliştiren Emevi sülalesi Sünnidir. Bunların İran'a saldırısı, İran'ın o görkemli imparatorluğunu yıkmıştır. İmparatorluğun yıkılması ile birlikte, bunlar çok büyük baskılara ve katliamlara tanık olmuşlardır. Bu durum, İranlıların neden Şiiliği seçtiği, Aleviliği benimsediklerini ortaya koyar... Baskı ve katliam o zaman Emevi sülalesi tarafından, İmam Ali ve çevresine de geliştirilmiştir. Aynı zulüm Hz. Hüseyin daha Kâbe’deyken yapılmıştır. Kellesi tepside Emevi Camisi'ne getirilip sunulmuştur. İmam Ali'nin oğlu İmam Hüseyin de, diğer aile efradı Emeviler'in o zamanki Sultanı Yezidin katliamıyla, acımasızlığıyla karşı karşıyadır. Öte yandan, İranlıların karşısında Emevi sülalesinin saldırıları da söz konusudur. Bu durumda kimi tercih edecekler? Elbette kendileri gibi mazlum bir durumda olan İmam Ali taraftarlarını, hem de ustalık derecesinde kabul edeceklerdir. Bilindiği gibi Şiilik, en yaman İmam Ali taraftarlığı, savaşçı militanlığıdır. Bunun son derece anlaşılır bir nedeni vardır. Kendileri için çok hayati olan bir çok değerin yıkılmasında vahşi davranan Emeviler,  ki, o zaman Emevi sülalesinin komutanları gerçekten çok vahşidirler. Roma İmparatorları’nın vahşetini bile geride bırakan uygulamalarda bulunmuşlardır. Müslüman ve Arap kavminden olmalarına rağmen, İmam Ali taraftarlarına, Hz. Hüseyin’e yaptıklarını göz önüne getirirsek, onlara karşı bu kadar zulüm yaptıklarına göre, diğer kavimlere elbette ki çok daha acımasız davranacaklardır. Bu durum Şiiliği ortaya çıkarır. Şii militanlığının bir direnme mezhebi olarak şekillenmesine yol açar. O günden bugüne kadar da savaşırlar.
Bu savaşım sürecinde Ebu Müslüm Horasani ve Abbasi İmparatorluğu'nun kurulması ortaya çıkar. Abbasi İmparatorluğu'nun kurulması, Emevi sülalesinin dağılmasına yol açar. Tam İrani değil, ama İraniler'in de güçlü payı vardır. Görülüyor ki, Şii İslam’ın, İmam Ali yandaşlığının en militan kesimidir. Yıkılan Sassani İmparatorluğu nedeniyle de, biraz İrani özelliklere bürünür. İran’ı, yani Fars veya diğer İrani kavimlerin uğradığı katliamlara karşı bir tepki özelliği taşır. Kendini sürekli savunmada bulur. Bu anlamda belli bir haklılık yönü de vardır. Zulme ve haksızlığa karşıdır. Sürekli savaşım içindedir, dolayısıyla militancadır... İran çok güçlü bir uygarlık birikimini temsil ettiği için Arap aristokrasisi altında kolay boyun eğmiyor, dolayısıyla İslam’ı hemen kendi rengine Şia biçiminde bir reformdan veya bir dönüşümden geçiriyor. Kendisi için en yakın bulduğu Ali yandaşlığıdır, onu esas alıyor.”
İslamiyet içerisinde yaşanan parçalanmada Muaviye ve Hz Ali’ye karşı en etkili mücadele yürüten bir kesim de Arapçada kopanlar-ayrılanlar anlamına gelen Haricilerdir. Hariciler,  Hz Ali’nin Sıffın savaşındaki uzlaşmacı tutumunu teslimiyetçi olarak değerlendirmiş, Muaviye ve Ehl-i Beyt ailesine mesafeli durarak, iktidar odaklarına karşı mücadele vermiş ve İslamiyet’i esas olarak kendilerinin savunduğunu ileri sürmüşlerdir. Süreçle Hariciler içinde de bir parçalanma yaşanmıştır. Haricilerin içinden Rafizi olarak anılan bir grup çıkmıştır. Adına Rafizi denilen bu kesim İslamiyet’ten önceki inanç ve kültürel düzenin savunuculuğunu yaparak Komünal kabile yaşamını kurmanın mücadelesini vermiştir. İslam düşmanı olarak tanımlanan bu mezhep ile sosyal ilişkiler kesilmiştir. Evlilikler yasaklanmıştır. Ölüleri dahi Müslüman mezarlığına gömülmemiştir. Hatta Rafızilerin öldürülmesini meşrulaştırmak için uydurma ayet ve sureler çıkarılmıştır.  Çok sayıda Rafizi katledilmiştir. Adım adım İslamiyet’in özü boşaltılarak İslamiyet’teki hoşgörü anlayışı tersine çevrilmiş ve en büyük hoşgörüsüzlük örnekleri sergilenmiştir.
Rafizilik anaerkil kültürün etkilerini taşıyan iktidarlaşan İslam’ı benimsemeyen bir kesim olduğu düşünülebilir. Bazı yazarların iddialarına göre Aleviler esas olarak Rafizilerdir. Bazıları ise Aleviliği Haricilikten koparak değişik mezhep ve inançların da etkisinde kalarak harmanlanmış bir mezhepsel oluşum olarak değerlendirirler.
Alevi kavramının Hz Ali döneminde veya o dönemlerde kullanılan bir kavram olmadığı söyleniyor. Eski dönemler açısından en yoğun kullanıldığı süreç Osmanlı süreci olsa da yine de daha çok ön planda olan Kızılbaş kavramıdır. 1800’lü yıllarda yaşayan Ahmed Cevdet adında bir tarihçi Kısas-ı Enbiya kitabında Şia ve Alevi sözcüğünü kullanmıştır. Demek ki yazılı kaynaklarda fazla kullanılmamakla birlikte yaşamda yaygın kullanılan bir kavram niteliğindedir. Bazı yazar ve tarihçiler Aleviliği Şiilerle bağlantılı ele alıp Şiileri de kapsayan bir mezhep olarak tanımlamışlardır. Aleviler konusunda çok çeşitli görüş ve değerlendirmeler olsa da gerçeğe daha yakın değerlendirmeler Aleviliği salt İslamiyet ile sınırlı ele almanın ve Hz Ali’ye dayandırmanın yeterli bir açıklama-tanımlama olamayacağı görüşüdür. Demokratik uygarlık değerlerini ve direniş kültürünü önemli oranda yaşayan, Zerdüştü felsefeden yoğun etkilenen, İslamiyet’in demokratik ve komünal değerlerini sahiplenen ve bunları Hz Ali, Hz Fatma, Hz Hasan,  Hz Hüseyin ve devamı on iki imamlar şahsında somutlaştıran önemli bir toplum kesiminin inanç ve yaşam tercihlerinin kavramlaştırılması olarak tanımlamak daha doğrudur.  Emeviler tarafından büyük bir baskı gören, katliama uğrayan bu kesim aslında Ehl-i Beyt’i bir nevi can güvenliklerini ve yaşamlarını garantiye almak için maske-örtü olarak kullanmışlardır. Aleviler, İslam dinini iktidar aracına dönüştürüp dincilik yaparak nüfuzlarını genişletmeye çalışan Emevi aristokratlarına karşı, ezilen, haksızlığa uğrayan Ehl-i Beyt’i kendi kültürlerini ve inançlarını yaşatmada bir dayanak noktası yapmışlardır.

Hiç yorum yok: